Zap Suyu Deli Akar

Edebiyat

 

Zap Suyu Deli Akar

                   

Savaştan çıkmış, ayağına giyecek çarık bulamamış dedemizden, babamızdan böyle görmüş böyle alışmıştık; bir çiftten fazla ayakkabımız olmazdı, biri eskimeden ikincisi alınmazdı.%70’i köylerde yaşayan halkın çoğu, lastik ayakkabı giyerdi. Yırtık ayakkabıları solüsyonla yapıştıran eskiciler gezerdi sokaklarda.Refik Halit Karay’ın “Eskici” si de böyle bir eskiciydi işte. Ülkemiz gelişip üretim arttıkça yaşam anlayışımız da değişti ayakkabımız da…

Tam da kışın ortasında dikişi sökülmüş, altı delinmiş ayakkabım ayağıma yük olmaktan başka işe yaramıyordu. Ayaklarım üç aydır kar, yağmur, çamur içinde, birgün başım ağrıyor birgün dişim… Bir çift ayakkabı almak için önce Kaymakamlığa sonra Sümerbank’a gitmem gerekiyormuş. Çay, şeker, un, ayakkabı vs. Sümerbank’ta satılırmış. Bölge insanları bunları Irak’a götürür oradan kaçak mal getirirlermiş.Çukurca Kaymakamı kaçakçılığı önlemek için böyle bir düzen koymuş; önce Kaymakamlığa gidip “ihtiyaç karnesi” alacaksın sonra Sümerbank’a; ama Sümerbank’ta ayakkabı yok ki! Ne zaman gitsem “Yollar açılırsa yeni mal gelecek” diyorlar.

Bir de bakkalımız vardı Çukurca’da; Bakkal İsmail. Irak uçakları yanlışlıkla Çukurca’yı bombalayınca yaralanmış, sonra yüklü bir tazminat alıp zengin olmuş. Bir de kamyoneti vardı Bakkal İsmail’in; yaz aylarında Hakkâri’ye yük ve yolcu taşırdı.Askerî araçları, haftada bir gelip giden posta arabasını saymazsak onun kamyonetinden başka da motorlu taşıt yoktu zaten Çukurca’da. Birgün öğretmen Murtaza’nın ayağında pırıl pırıl bir Cıslavet gördüm. Cıslavet en çok giyilen lâstik ayakkabıydı. “Bakkal İsmail’den aldım” dedi. Bakkal İsmail’in ayakkabı satmasının yasak olduğunu bildiğim halde ben de gittim, “İsmail Efendi bir Cıslavet de bana…” dedim. Parmağını dudağının önüne dikleyip “sus” yaptıktan sonra, “Vallah yok! Murtaza’ya verdiğimşey kasaların altından çıktı” dedi. Ayakkabım gözüme iliştikçe üzülüyordum. Murtaza öğretmen “Bende eski bir ayakkabı var, giysen bir süre idare edersin” dedi. Tabanı kalın kauçuk, 44 numara, çocuk beşiği gibi bir ayakkabı ama benimkinden daha iyiydi; alıp giydim. Meğer başımın da dişimin de ağrısının anası ayakkabılarımmış; rahatladım. 

Çukurca, Irak’a bağlıyken 1926’da Türkiye’ye dahil edilmiş. Irak dağlarının sıfır noktasında ve dört yanı dağlarla çevrili.En fazla 3-4 km. uzağa bakabilirsiniz burada, sonra dağlara çakılıp kalır gözleriniz. Daha uzaklara bakabilmek için bazen Efkâr Tepesi’ne çıkardık.Buradanvadilere, gökyüzüne ve gözümüzün erebildiği kadar uzaklara bakmak dinlendirirdi bizi. Zap Suyu da görünürdü EfkârTepesi’nden;sanki acelesi varmış gibi dağlara çarpa çarpa delice akardı. Türkiye topraklarıyla vedalaşıp Irak sınırına girerken vadide çağlayan sesini duyardık.

Yol açıldı ama Sümerbank hâlâ bomboş.“Gelse de artık işime yaramaz” diyorum.Yatılı okulların sınavına girecek öğrenciler yarın Van’a gidecek,onları ben götüreceğim.Van’da güzel bir ayakkabı alacağım kendime; oradan da memleketime yolculuk…Biz bunun sevinciyle yarınki yolculuğa hazırlanırken o gece şiddetli bir gürültüyle uyandık. “Dağ göçtü!” dediler.Dağ nasıl göçer? 2000 metre yüksekliğindeki bir dağın yere çöktüğünü, apartman büyüklüğündeki kayalarınyuvarlanıp sağa sola savrulduğunu düşünün! Evet, dağ çökmüş, yol kapanmış ama biz mecburduk o gün gitmeye. Böyle durumlar en çok da Bakkal İsmail’in işine yarardı.Onun kamyonetinden başka taşıt yoktu. Ben ve sekiz öğrenci, ilk kırk kilometreyiBakkal İsmail’in kamyonetiyle, heyelanın kapattığı beş kilometreyi Zap Suyu’na girip yürüyerek gideceğiz. Sonrası için “Allah büyük!” diyoruz; en çok da Köprülü jandarma Karakoluna güveniyoruz;askerler erzak almaya gidermiş Hakkâri’ye.

Bakkal İsmail’in kamyonetinden inip paçaları sıvadık.Suyun kıyısında kayalara, ağaç, ot köklerine tutunarak yürüyoruz. Çocuklar Doğa’nın hırçınlığına meydan okuyorlar sanki. Kimi yerde kayaların burnu suyun içine değin sokuluyor, birbirimizi göremez oluyoruz. “Yavaş gidin, beni bekleyin” desem de nafile… Uzaklaşınca yaramazlıkları başlıyor, ben yaklaşınca susuyorlar. Zap Suyu deli akar; ayağımız bir adım içeri kaysa bizi yutmaya hazır! Öğrenciler beni, ben onları sakınıp kollayarak yürüyorduk. Sınavı kazanır da büyük kentlerin çarkına takılırlarsa bu doğal terbiyelerinin bozulacağından korkuyorum. Heyelanlı bölümügeçip de yola çıkınca dünyalar bizim oluyor! İki saat süren su içi yolculuğumuzdan sonra şimdi bir saat daha yürüyeceğiz.

 Köprülü karakoluna geldiğimizde askerler voleybol oynuyorlardı. Bizi görünce uzun uzun baktılar. Üşümüştük! Nöbetçi asker beni komutanın odasına, çocukları kantine aldı,hepimize çay ikram ettiler. Bizim bu tehlikeli yolculuğumuz,Komutan için doğal olmalı ki, hiç yadırgamadı. “Birazdan Hakkâri’ye gidilecek sizi de alsınlar” dedi.

Karakolda biraz ısınıp dinlendikten sonra askeri aracın kasasına doluştuk. Dağlara, Zap Suyu’na baka baka gidiyorduk. Sümbül Dağı’n gölgesine girince hava daha da soğudu. Karşımızda bir dağ daha yükseliyor. Aracımız, ODTÜ’lü öğrencilerin yaptığı o meşhur köprüye yaklaşıp sola kıvrılınca, az önce karşımızda görünen dağa ve oradanHakkâri’ye doğru tırmanmaya başladı. Zap suyu bu iki dağ arasında vadide ince, mavi bir şerit gibi görünüyordu. Hakkâri şehir merkezine yaklaşırken karşılaştığımız küçük otobüs, bir far işaretiyle durduruldu. Biraz geç kalsak bu fırsatı kaçıracakmışız gibi telâşla askeri araçtan inip bu otobüse bindik. Saate bakıyorum gün yarıyı geçmiş. Çocuklara, “Akşam ezanı okunurken Van’dayız” dedim ama hiç sevinmediler. Toprağından koparılmış çiçekler gibi yüzleri solgun. Dünyanın öte ucuna gelmişler gibi hepsi suskun ve garipsi!

Van’a girerken damlarında ot, tezek yığınları olan tek katlı evler çıktı karşımıza, şehir merkezine yaklaştıkça yol ışıklandı, evler, apartmanlar çoğaldı. İlk iş bir otele yerleşip yemek yiyeceğiz. Çocukların heybelerinde otlu peynir, haşlanmış yumurta, tandır ekmeği çoktu. Sora sora uygun otellerden birini bulup girdik. Hepimiz yorgunduk ve acıkmıştık. Ne ayakta duracak ne oturacak gücümüz kalmıştı. Çocuklar ikinci kata çıkıp üç dört yataklı odalara yerleştiler. Azık torbalarını çözüyorlardı. Onlar yemeklerini yerken, ben, yarın yeniden başlayacak yolculuğum için terminale yöneldim, bilet aldım.

Mağazalar, dükkânlar, kahvaltı salonları, lokantalar açıktı. Çok gitmeden bir ayakkabı mağazası gördüm.Küçük vitrinin ışığında beş on çift ayakkabı parlıyordu. Dükkân sahibi yüzüme bakmadan ayakkabıma baktı. “Atın çalımlısı nalından, adamın bakımlısı ayakkabısından belli olurmuş” ama benim ayakkabım yanıltıcıydı; kimliğimi, kişiliğimi, mesleğimi yansıtmıyordu. Mağaza sahibinin “En kaliteli, en pahalı” dediği ayakkabıyı pazarlıksız alıp çıktım. Otele doğru yürürken elimde taşıdığımayakkabı kutusu değil, sanki mücevher kutusuydu! Öyle sevinmiştim ki, çocukken bayramlık ayakkabı alındığında da ancak bu kadar sevinirdik.

Ertesi sabah uyandığımda çocuklar otelde yoktular; şehri gezmeye çıkmışlar. Onlar gelinceye değin, Çukurca’da hiç giymediğim takım elbisemi giydim, kravat taktım. Sıra yeni ayakkabımı giymeye gelmişti. Düşerse kırılacakmış gibi tutuyordum elimde! Bağcıklarını çözüp incitmeden giydim. Odanın içinde duvardan duvara bir iki yürüdüm. “Akçe akıl, don yürüyüş öğretir” derler ya, gerçekten yürüyüşüm değişmişti. Sonra aynaya baktım, yüzüm gülüyordu! O anki ben, dünkü hatta on dakika önceki ben değildim!Çocukları,Van’da geçirecekleri iki gün için Yatılı Bölge Okuluna yerleştirmeyi daha Çukurca’dayken tasarlamıştım.Ama okul kabul edecek miydi? Aksi olursa onları kendi hallerine bırakıp gidemezdim.

Biraz sonra otelden çıkıp Yatılı Bölge Okuluna gideceğiz. Aynaya bir kez daha baktım. Çocuklar kılık kıyafetleriyle, çamurlu lâstik ayakkabılarıyla dünkü çocuklardı ama ben dünkü ben değildim. Bu takım elbise, bu yeni ayakkabıyla nasıl çıkardım onların karşısına! Van kaldırımlarında Murtaza’nın ayakkabısı nasıl eskisinden deeski, sönük kaldıysa, çocuklar da benim bu kıyafetim yanında öyle sönük kalacaklardı! Çukurca’ya bir daha ya gelir ya gelmez, bu çocukları bir daha ya görür ya görmezdim.Düne değin nasılsam öyle kalmalıydım onların belleğinde. Beynimi sarsan bu düşünceyle yeni elbiseyi çıkarıp eski elbisemi giydim, ama Yatılı Bölge Okuluna Murtaza’nın bu ucube,çamurlu ayakkabısıyla gidemezdim ki. Yeni ayakkabıyı giydim, Murtaza’nın ayakkabısını otelde kapının arkasına bıraktım. Van Gölü’ne uzanan cadde üzerindeki Yatılı Bölge Okuluna doğru yürürken çocuklar hep arkada kalıyor, gördükleri her şeye bakıyorlardı. Kaldırımlar, vitrinler, vitrinlerdeki yapay mankenler, hükümet konağı, onun önündeki Atatürk heykeli; hepsi ilk, ilginç ve yabancıydı onlara. Ben ise yeni ayakkabımla yürümenin sevincini yaşıyordum.

Yatılı Bölge Okulunun bahçesinde karşılaştık okul müdürüyle. Durumu anlatıp isteğimi bildirdim. Okul müdürü beni dinledikten sonra, “Kalsınlar kalsınlar ama yemek parasını alırım” dedi sonra ondan da vazgeçti. Kalacakları odaları, ranzaları gezdiler, gördüler. Şimdi otele gidip eşyalarını alıp gelecekler. Ben ise, oteldeki çantamı alıp, biraz sonra hareket edecek otobüse yetişme telâşındayım.

Onlar eşyalarını toplarken ben de kendi çantamı hazırladım. Ben terminalde kalacağım, onlar Yatılı Bölge Okuluna gidecek ve yarın sınava girecekler. Şamataları caddeyi dolduruyor, insanlar dönüp dönüp bize bakıyorlar. Moralleri yüksek ve sevinçliydiler. Terminalin önünde sarmaş dolaş vedalaşırken gördüm: otelde kapının arkasına bıraktığım Murtaza’nın ayakkabısı, öğrencim Alikan’ın ayağındaydı.

 

 

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.