
Yağmur
Ülkü Yalım Günay
Gün boyu, lodosun önüne katıp getirdiği kül rengi bulutlar, akşama doğru iyice yoğunlaşıp biriktiler. Kentin üstüne koyu ve kalın bir örtü gibi abandılar. Uzaktan, gök gürlemeleri duyulmaya başladı. Akşam, yadırgatıcı bir karanlıkla erkenden inerken yağmurun eli kulağında.
Sabah evden çıkarken, şemsiye almayı unuttuğumu, yoğun bakım odasında annemle vedalaşırken anımsadım. Beni duyamayacağını bile bile; “Bu gün yağacağı belliydi” dedim. “Ne zaman şemsiyemi almayı unutsam mutlaka yağar, acımasızca ıslatır beni. Şemsiyem yanımdaysa, bir bakarım bulutlar dağılmış, güneş açmış.”
Sesim de yağmur yüklü. “Kuğulu Park’ta, bizi birlikte ıslatan bahar yağmurunu anımsıyor musun anne?”
Annem, ansızın gelen beyin kanaması nedeniyle, bir haftadır yoğun bakımda. Gövdesinin sağ yanı, yaşamın hiç bir çağrısına yanıt vermeden, ölüme direnen sol yanından habersiz cansız yatıyor. Gizli ve zorlu bir savaş veriyor içten içe, biliyorum. Doktorlar çok umutlu değil, ama biz gece gündüz başında, gözlerini açmasını bekliyoruz. Ben sabahtan geliyorum hastaneye, yanına çok kısa bir süre için bir kez girebiliyorum. Ölüm değil, annem kazansın diye dua ediyor, belki beni duyar umuduyla usul usul konuşuyorum onunla. Sonrası beklemek. Akşam saatlerinde nöbeti kardeşime devredip eve gidiyorum.
Hastalığı, annemi yaşamımda şimdilik öne geçirse de, çocuklarım gün boyu hep aklımın bir köşesinde oluyor. “Bu gün okulda neler oldu, dönünce ne yaptılar, ne yediler? Evde yemek yok, akşama ne yapmalı? Ev ödevleri çok mu acaba?” gibi endişe yüklü ve birbirinin önüne geçmeye çalışan pek çok soruyla dolu oluyorum eve dönerken. Bir yandan “ Umarım oğlan bu havada sokağa çıkmamıştır” derken, bir yandan “evde ekmek var mı acaba?” sorusu geliyor aklıma. Kardeşimin yolunu gözlüyorum. Aslında, o da yorgun oluyor bu saatlerde. Bütün gün çalışıyor. Ama en azından, onun bir aile sorumluluğu yok. Zaten geceleri, yapılacak tek şey beklemek. Benimse hep acelem oluyor. Birbirimize hâl hatır soracak zaman bile bulamıyoruz, kısacık bir devir - teslim o kadar.
Hastaneden çıktığımda henüz yağmur başlamamıştı. Hiç düşünmeden taksi durağına yöneliyorum. Cebimde çok az para olduğu geliyor aklıma sonra, geri dönüyorum, hastanenin kapısı önünde konuşan adamlara “en yakın otobüs durağına nasıl giderim?” diye soruyorum. “Şu yokuşu çıkın hanımefendi, ana caddeye varırsınız. Sonra sağa dönün, otobüs durağı yüz metre ilerde” diyorlar hepsi bir ağızdan. Gösterilen yöne doğru yürüyorum.
Birden, burgaç gibi dönen sert bir esinti, çevrede ne var ne yok havalandırıyor. Başıma, ağzımın içine toprak doluyor, saçlarım karmakarışık oluyor. Hemen ardından, tam yokuşa vurduğumda başlıyor yağmur, önce seyrek ama iri damlalar geliyor, sonra birden hızlanıyor. Karşıdan vurarak yürümemi zorlaştırıyor.
İçinde annemin eşyası olan çantayı başımın üstünde tutmaya çalışıyorum. Sanki bir yararı olacakmış gibi. Nefes nefese ve sırılsıklam çıkıyorum dik yokuşu. Belim iki büklüm.
Anayola geldiğimde, doğrulup soluklanmaya niyetlendiğim an, otobüs önümden hızla geçip durağa doğru ilerliyor. Sıçrattığı sular için tam bir boy hedefiyim. Buğulanan gözlük camlarımın ve görüşümü iyice engelleyen yağmurun el verdiğince, kısacık bir an, otobüsün tıklım tıklım dolu olduğunu görüyorum. Koşmaya çalışıyorum ama yetişemiyorum. Ben daha on metre gitmeden otobüs duraktan ayrılıyor. “Yetişsem de zaten binemezdim” diyorum. Züğürt tesellisi.
Yağmur hız kesmeden yağıyor. Durağa sığındığımda, iç çamaşırlarıma kadar ıslağım. Cebimden çıkardığım kağıt mendille, gözlüğümün camlarını, yüzümü, gözümü kurulamaya çalışıyorum. Bir sonraki otobüs ne zaman gelir kim bilir?
Durakta kimsecikler yok. İçimi garip bir yalnızlık duygusu kaplıyor. Akşamın dar saatinde, hiç bilmediğim bir semtteyim, belki yalnızlığımı koyultan bu. Üstelik, kapalı durağın da bir işe yaradığı yok. Rüzgar yağmuru içeriye doğru kamçılıyor.
Eve geç kalacağım. Kapıyı açar açmaz kocam; “nerdesin bu saatlere kadar” diyecek. Olup biteni ona anlatmanın olanağı yok, çünkü dinlemez, hemen sorumluluklarımla ilgili bir söyleve girişir. “Keşke taksiye binseydim” diyorum, bininci kez. “Kocam evde değilse, şoföre rezil olmak vardı.
Nice sonra, siyah, uzun paltolu bir adam geliyor durağa. Elinde pazar şemsiyesi kadar kocaman bir şemsiye var. Silkeleyip sularını savuruyor. Başka zaman olsa, ters bir bakış fırlatırdım. Oysa şu anki durum, yalnızlığımı seyrelten bu adama hoşgörü göstermemi dayatıyor. Artık kendimi sakınmama da gerek yok, ıslanacağım kadar ıslanmışım, her tarafımdan sular akıyor, az önceki anaforda elektriklenen saçlarım alnıma, giysilerim gövdeme yapışmış.
Hava iyice kararıyor. Sokak lambaları yanıyor. Adamla birlikte yağmurun şakırtısını dinleyerek bekliyoruz. Her geçen taşıt ıslanma kat sayıma katkıda bulunuyor. “Bu nasıl bir anayol? Suları alıp götürecek bir mazgalı yok mu? Kısacık sürede nehre dönüştü.” Bunlar içimden geçenler elbette. Nice sonra geliyor otobüs, yine tıklım tıklım. Kaldırımın hemen kenarından gürül gürül akan nehri üstümüze boca ederek yanaşıyor durağa. Otobüsün durmasıyla birlikte adam, kalabalıkta yol açar gibi, beni dirsekleyerek kapıya doğru atıyor kendini. Koca şemsiyeyi kapatıp, sivri ucu arkaya doğru gelecek biçimde tutmuş, yaklaşsam böğrüme saplayacak. Bekliyorum, o bindikten sonra, ite kaka kendimi otobüsün içine sokmayı başarıyorum, kapı, sırtımı sıyırarak kapanıyor.
Otobüsün içi çok sıcak. Islak insanlardan yükselen nemle camlar buğulanmış, tam bir hamam ortamı. Ben hiç hamama gidemem. Nemli sıcak tansiyonumu düşürür, bayılırım. “İster misin şimdi şuracıkta bayılayım?”
Adam tam önümde duruyor, yer değiştirmekse olanaksız. Gözlerimi ister istemez diktiğim kalın ensesinden, yoğun bir ter kokusu yükseliyor. Başımı geriye çekerek elverdiğince burnumu uzak tutmaya çalışıyorum. Şimdi dikine tuttuğu şemsiyeden bacaklarıma sular süzülüyor.
Nereye gittiğimizi göremiyorum. Görebildiğim tek şey adamın ensesi. Kızılay’da otobüs değiştireceğim, “durağı kaçırmasam bari.” Sarsıla sarsıla ilerliyoruz.Yan gözle otobüsün cam sileceklerine bakıyorum. Biteviye çalışsalar da, yağmurun hızına yetişemiyorlar.
Bir ara sürücü, dişlerinin arasından, küfüre benzer bir şeyler mırıldanarak olanca gücüyle frene basıyor. Yolcular hep birlikte, önce öne sonra arkaya doğru dalgalanıyoruz. Önümdeki adam, dengesini yitirip adımını geriye doğru attığında, kocaman ayakkabısının kalın topuğu ile sol ayağımın üzerine, böcek ezer gibi basıyor. “Ahhh” diye bir ses çıkarıyorum. Yolculardan yükselen homurtular arasında sesim yitip gidiyor. Zaten bütün gün botların içinde şişmiş ve yorgun ayağımın acısı, tüm gövdemi elektrik akımı gibi sarsıyor. Adam dönüp bakıyor ama, bir kadından özür dilemek için gönül indirmeye hiç niyeti yok.
Kızılay’da kendimi atıyorum otobüsten. Yağmura aldırmadan durağıma koşuyorum. Aslında koşmak istiyorum demeliyim, çünkü topallıyorum, ayağım çok ağrıyor. “Eve gider gitmez hemen bakmalıyım, parmağım kırılmış olabilir.”
Kapalı durak tıklım tıklım dolu. Açıkta beklemeye başlıyorum. “Islanmak” sözcüğü gövdemde, anlamına tam olarak kavuşuyor. Yaşlı bir hanım, beni şemsiyesinin altına çağırıyor, birbirimize eski dostlar gibi gülümsüyoruz. Sonunda zor da olsa, kendimi Ayrancı otobüsünde, benim gibi ıslak ve acelesi olan yolcuların arasında buluyorum.
Otobüsten indiğimde, hızını yitirmiş olsa da yağmur hâlâ yağıyor. Sıcak bir duş özlüyorum, bir fincan da sıcacık çay. Hasta olacağım.
Markete uğrayıp alış veriş yapıyorum. “Çocuklara köfteyle pilav yapayım” niyetiyle açıyorum kapıyı. Çocuklar, “Anne, çok acıktık” diye bağrışarak koşup geliyorlar. “Yine mi televizyonun başındaydınız? Ödeviniz yok mu sizin” diyorum. Şakayla karışık bir sitem bu. Boynuma sarılıyor, beni öpücüklere boğuyorlar.
Kocam henüz gelmemiş, buna seviniyorum. Şimdi şu ortamda “hayat dersi” dinleyecek havada değilim. Telefon etmiş, çocuklara gecikeceğini söylemiş. “Nerdeymiş peki?” diye soruyorum laf olsun diye. “Onu söylemedi” diyorlar.
Botlarımı çıkarıp ayağıma bakıyorum. Parmaklarım kızarıp şişmiş. Terliklerimi giydiğimde, dünyalar benim oluyor.
Elimdeki torbaları mutfak tezgahına bırakıp, üstümü değişmek için yatak odasına yöneldiğimde çalıyor telefon, kardeşim hıçkırıklar arasında; “Abla, annemi kaybettik, eniştemle birlikte hemen hastaneye gelmeniz gerekiyor” diyor.
Çıkarmaya zaman bulamadığım ıslak giysilerimin yakasından sırtıma doğru bir ürpertinin yayıldığını duyuyorum.
Cermodern 2012, yağmurda otobüste
Yeni yorum ekle