
Ayakkabı Tarihi _ V_Ayakkabının tuvaletle imtihanı.
Bir önceki bölümde (Ayakkabı IV)topuklu ayakkabının Avrupa’ya, dolayısıyla dünyaya yayılmasına neden olan Medeniyetin gelişip yayılmasında tekerlek veya baskı makinesi kadar önemli bir rol oynadığı iddia edilen, atın çok daha hızlı sürülmesine, kolay idare edilmesine, hâkimiyet kurulmasına kılıç, ok-yay, mızrak gibi silahları çok daha başarılı bir şekilde kullanılmasına imkân veren Türklerin geliştirdiği ve elindeki yay ve ok ile dört nala koşan at üzerinde ayağa kalkıp geriye doğru, ünlü “Türk Atışı” yapılmasını sağlayan üzengi üzerinde daha sağlam ve ayakta dengeli durulmasına imkân veren, Safevi ordusundaki Türkmen süvarilerinin giymiş olduğu topuklu çizmeyiAvrupa’ya ipek ticareti için giden Safevi heyetindeki elçilerin ayağında gören Avrupalıların bu vesileyle topuklu çizmeyle tanışmasını ile kısa olan boyu ve bu durumdan oldukça müzdarip olan Floransalı Medici Ailesinin yeğeni ve müstakbel Fransa Kraliçesi Catherin’i oldukça üzenbu boy kompleksinden kurtaracak olan Leonardo Da Vinci’nin dâhiyane bir tasarımla icat ettiği rivayet edilen (Rivayet diyorum çünküLeonardo Da Vinci düğünün yapıldığı 1533 yılından 14 yıl önce 1519 yılında Hak’ka yürümüş ve Allah’ın Rahmetine çoktan kavuşmuştu. Yani o düğündeki ayakkabıyı tarihsel olarak Rahmetlinin tasarlaması olanaksızdı.)topuklu ayakkabısının muhteşem kraliyet düğününde giymesiyle topuklu ayakkabının saray aristokrasisinin dolayısıyla Avrupa’da tanınmasına vesile olan olayları anlatmıştık.(FOTOĞRAF_1_TÜRK_VURUŞU) (FOTOĞRAF_2_ Cathrine _DÜĞÜN)(FOTOĞRAF_3_DAVİNCİ_AYAKKABI)
Avrupa’nın topuklu ayakkabıyla tanışmasının başka bir rivayeti ise, o dönemlerde evlerde bugünkü gibi evin ayrılmaz bir parçası olan tuvalet anlayışının olmaması ve bu tuvalet ihtiyacının geniş bir leğen benzeri bir kaba, lazımlığa ya da oturağa giderilmesi ve bu kapda biriken atığın pencereden aşağıya boca edilmesi suretiyle sokakların insan pisliği ile dolması ve insanlar tarafından bu atıklara basmamak için yüksek topuklu ayakkabıgiyildiği şeklinde ki söylencelerdir.
Topuklu ayakkabının bulunması, ihtiyaca binaen yani, yollardaki insan dışkılarına basmamak için yüksek topuklu ayakkabının icat edildiği söylencesine mesnet olan tuvalet kültüründen bahsetmesek sanki bu konu biraz eksik kalacak gibi hissettim. Biraz konudan uzaklaşacak gibi olacağız ancak, medeniyetin en önemli meselesi olan, insan dışkısından kurtulmak, onu yerleşim yerlerinden uzaklaştırmak insan evladının en zorlandığı meselelerden biri olmuş ve sırf bu meseleden dolayı binlerce insan ölümle yüz yüze gelmiş, salgın hastalıkların kanlı kollarında ölümle cebelleşmiş bazen akla hayale gelmeyen şekilde koskoca orduların mağlup olmasına bile neden olmuş bir meseledir. Öyle ciddi bir mesele ki bu konu, modern çağda bile hâlâ bazı ülkelerin başa çıkmadığı bir durum ve hâlâ Orta Çağdaki şartları günümüzde yaşayan birçok toplumun var olması bu sorunun ne kadar ciddiye alınacak bir konu olduğunu göstermesi açısından önem arzetmekte.
Topuklu ayakkabının bu hiç de hoş olmayan olaydan dolayı bulunması, hakkında kesin bir bulgu olmasa da, pencereden aşağıya lazımlığın boşaltılması o dönem Avrupa’sının genel bir uygulaması olduğu bilinen bir gerçekti.Bu uygulamanın çok daha önceleri Antik Roma çağında, tarihin ilk çok katlı apartmanları olarak bilinen ve Latince “ada” demek olan “insula” yani çok katlı konutlardan, insan dışkılarının pencereden atılması dönemin yazılı kaynaklarında yer almaktaydı.(FOTOĞRAF_4_İNSULA_1)
İnsan dışkılarınınpencerelerden aşağıya, sokağa fırlatılmasından dolayı birçok insan o dönemde mağdur olabiliyordu. Mağdur olanlar bu durumda dışkıyı sokağa atan kişiyi mahkemeye verebilir, oluşan temizlik ve sağlık masrafları için ve işe gidememesinden dolayı oluşan kayıpları için para tahsil edebiliyordu. Çoğu zaman dışkıyı atan kişi tespit edilemediğinden toptancı bir anlayışla cezalar dışkının geldiği binada oturan herkesten tahsil edilme yoluna gidiliyordu.
Uygarlığın yazı ile başladığı söylense de bazı tuvaletperverleruygarlığın ilk tuvaletle başladığını ileri sürerler. Yerleşik hayata geçişin insan tuvalet ihtiyacının denetim altına alınmasıyla başladığı ve insanın kendi pisliğinden kaçmak için göçebe bir şekilde dolaşmaktan kurtulup yerleşik hayata geçmeyi sağlayan bir gelişme olarak tuvaleti gösterirler. İnsan pisliğinin imhasına verilen önemle birlikte tuvalet sisteminin geliştirilmesi ‘’Uygarlığın’’ gelişmesinde doğrusal bir ilişki olduğu iddia edilir.
Uygarlığın beşiği olarak adlandırılan Mezopotamya, ayakkabının bulunduğu ilk yer olarak nasıl ki haklı bir onura sahipse,çok farkı bir onura daha sahiptir: ‘’ Hıfzıssıhhanın merkezi’’ yani sağlıklı yaşamak için gerekli önlemlerin ilk alındığı yer olarak da Mezopotamya bu konuda da ilklerin yaşandığı bir coğrafya olmuştur. İnsan dışkısıyla bütünleşen sorunları bu bölgenin toplumları ilk olarak ele almış ve bu konuda çareler aramış ve çözümler üretmişti.
Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’ye oldukça yakın MÖIV’üncü binin sonlarında Fırat Nehri kıyısında kurulmuş Uruk uygarlığının bir şehri olan HabubaKabira’nın çakıl taşlarıyla döşenmiş, birbirini dik kesen ızgara planlı sokakları ile planlanmış ve drenaj sistemine sahip yerleşim yerlerinde pis suları kentten uzaklaştıracak ilk lağım çukurları ve kanalizasyon sistemlerini görmek hiç de şaşırtıcı olmasa gerek.
Suriye, Elam, Lübnan ve Toroslara kadar olan bölgede etkisini sürdüren Krallar Kıralı olarak tanınan ve Dünya İmparatorluğu deyiminin çıkmasına neden olan Akad Kıralı I. Sargon( MÖ 2270-2215) sarayının altına altı tane tuvalet yaptırarak bir temizlik örneği oluşturmuş ve bu yaptırdığı tuvaletler, mimari bir yapı olarak ortaya çıkmasının öncülü olmuştu.Sargon’un yaptırmış olduğu tuvaletin oturma yeri, büyük bir at nalını andırır bir şekilde, dışkıların atıldığı bir çukurun,büyükçe bir kabınüzerinde durmaktaydı. Bu şekil aynı zamanda hâlâ kullanageldiğimiz klozet tipinin bilinen ilk örneğiydi(Eskiçağ’da Tuvalet Kültürü, Onur Gülbay, Sakin Kitap, 1. Baskı, 2022,İzmir). (FOTOĞRAF_5-MEZOPOTAMYADA_TUVALET)
Pakistan topraklarında 5300 yıl önce şaşırılacak şekilde şu anki yaşayanlardan çok daha modern bir toplum olan “Harrapan”lar eşi benzeri görülmeyen bir uygarlık yaratmışlardı. MÖ 3300 yıllarında İndus vadisinde yaşayan Harrapan’ların yazıyı bildiğini, matbaanın olası kullanıma dair ipuçlarının bulunduğu ve Çin Uygarlığından 1500 yıl önce bir Hint Uygarlığının varlığının söz konusu olduğu tahmin ediliyor.
Harrapan’larınMohenjo-Dao’daki yerleşim yerlerindeki kalıntılarında tuğladan, çağdaş denilebilecek iki katlı binalardan oluşmuş bir kentte yaşadıkları, bu evlerin banyo ve tuvaletlerinin olduğu, atık suların kapalı kanallarla kanalizasyonlara boşaltıldığı ortaya çıkmıştı. Harrapan’ların ayrıca kent merkezinde dev bir hamam inşa ettikleri, her evin içinde duş benzeri yerlerin olduğu ve temizliğe verdikleri önemin yapılan araştırmalarda ortaya çıkmıştır.
Araştırmaların ilginç sonuçlarıortaya çıkınca insan şaşırmıyor desek yalan olur. MÖ 2’incibinyılın ortalarında Girit’teki Minos Uygarlığının merkezi olan Kandiye kentindeki Kral Minos’un yaptırdığı Konossos sarayı 1400 odasıyla muazzam bir saraydı,duvar resimleri,avlular, sütunlu merdivenleriyle muhteşem bir yapı olan bu sarayın övgüye değer başka bir şeyi daha vardı; Tuvalet.( FOTOĞRAF_MİNOS_6-UYGARLIĞI_TUVALET)
Yalnızca tuvalet değil aynı zamanda sifonlu tuvalet. Bu tuvaletlerde bugünün sifonlarına benzer bir düzenek vardı. İşin ilginç ve şaşırtıcı olan kısmı ise günümüzde dahi pek göremediğimiz bir şekilde çatıda biriken yağmur sularının bir sarnıçta toplanması ve buradan kanallarla sarayın tuvalet ve banyolarına akıtılmasıydı. Çağının çok üstünde bir anlayışın eseri olan bu Knossos sarayı tuvaletleri Giritlilerin estetik kaygıları ile koklama duyularının bütünlüğünü ortaya koyması açısından çok önemli bir olguydu.
Eski çağlarda Antik Mısır’da MÖ 14’üncüyy’de Tel-Amarna’da yapılan araştırmalarda günümüz klozetini oldukça andıran ve o dönemde Mezopotamya’da bir hayli çok kullanılan anahtar deliği formundaki taştan yapılmış ve bir geniş oturak üzerindeki tuvalet görülmekteydi.
Günümüzden yaklaşık 4000 yıl önce Anadolu’da ilk merkezi iktidarı kuran Hitit Dönemi saraylarının banyo bölümlerinde ortada bir delik ve tuvalet taşının oturtulduğu dört kaideden oluşan oturaklı tuvaletlerin kullanıldığı yapılan arkeolojik araştırmalarda ortaya çıkmış bir gerçektir.
MÖ 7’nci yy’deVan Gölü çevresinde kurulan ve yaklaşık 400 yıl boyunca varlığını sürdüren Urartu uygarlığına ait saraylar ve tapınağa bağlı yapılarda kapsamlı bir kanalizasyon sistemi ve tuvaletlerin sıkça kullanıldığı, Van’ın Gürpınar ilçesi yakınlarındaki Çavuştepe kalıntılarında ise çağdaşı başka ülkelerde görülmeyen çok gelişmiş modern anlamda çeşmeli, sabit bir tuvaletin varlığı yapılan arkeolojik araştırmalarda ortaya çıkmıştır.
Antik Yunanda standart bir tuvalet sisteminin ve tuvalet ihtiyacı için bir mekân kullanımının yaygın olmadığı, ancak bu ihtiyacın toplumda giderilme şekli klasik manadaki lazımlıklar ve taşıma kapları ile giderildiği, pek sıklıkla görülmese de bazı evlerde bulunan tuvaletlerden çıkan atık suların borularla dışarıdaki üstü kapalı kanallara boşaltıldığı görülmekteydi.
Roma uygarlığından önceki tuvalet mimarisinin,küçüklüğü ve işlevi bakımından, Roma dönemimdeki örneklerinin aksine tekil örnekler olduğu konusunda şüphe bulunmamaktadırRoma dönemindeki değişim,yapının kamusal bir mekân olmasının yanında,kapasitesinin artması ve lüks olgusunun ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Roma kültürünün nüvesini oluşturan, Antik Yunan felsefe ve sanatını Roma uygarlığına tanıştıran Etrüksler Roma’ya sağlıklı yaşamın,hijyen anlayışının oluşmasındaki en büyük buluşunu miras bırakmıştı: ClocaMaxima.
Etrüksler,Hz. İsa’nın doğmasına daha 600 yıl kadar bir zaman varken Roma’daki Tiber Irmağına su kanalları inşa etmeye başlamışlar ve şehrin atık su, lağım sistemini sokakların altından bu kanala yani İlk Çağın en büyük kanalı olan CloacaMaxima’yabağlamışlardı. Etrükslerden miras kalan bu kanal daha sonra Romalılar tarafından daha da genişletilmiş ve Romalı bilim insanı Pliny (MS 23-79) tarafından Roma’nın “en dikkate değer başarısı”olarak tanımladığı CloacaMaxima 25 yüzyıldır bugün bile hâlâ Roma’da kullanılması Pliny’in ne kadar haklı olduğunun ispatıydı.(FOTOĞRAF_7-CLOKSA_MAXİMA)
Roma’nın bu muhteşem kanalı CloacaMaxima o kadar büyüktü ki saman dolu bir arabayı dahi taşıyabilecek bir genişlikteydi, Romalı ünlü devlet adamı Agrippa (MÖ 63-12) bu kanalizasyon sistemine olan hayranlığını açıkça dile getirmiş ve bu dev kanalı MÖ 33’de büyük bir kayıkla hem denetlemiş hem de boydan boya geçmişti.
Bu kanalın varlığı sıradan halkın yaşamında çok önemli sahnelerin yaşanmasına da vesile oluyordu. Filmlere, efsanelere konu olabilecek trajik olaylar yaşanıyordu. Romalı kadınlar istenmeyen bebeklerini kanala usulca bırakıp yeni yaşamlara doğru yol almasını sağlıyordu. Yaşayacak günleri olan bu bahtsız bebekler, çocukları olmayan kadınlar tarafından, kanalda kaderlerinin nereye götüreceğini bilmeden yüzen kundaktaki bebekleri kurtarıp sahiplenerek evlat hasretini bu şekilde giderebiliyorlardı.
Bu muhteşem kanal, yeni hayatlara yelken açan bebeklere yaşam hakkı sunarken Roma’nın ünlü yeraltı zindanı olan Mamertine’de işkenceler sonucunda ölen mahkûmların kanala atılarak son yolculuklarına da vesile oluyordu.
Roma’yı baştan sona dolaşan bu su kanalları Tiber Irmağına dökülmeden önce heybetli CloacaMaxima’ya boşalıyordu. Ancak tüm şehrin evleri bu kanalizasyon sisteminden faydalanamıyordu.Bu kanalları kullanmanın ruhsat bedeli oldukça pahalı olduğundan her zamanki gibi üst sınıftan insanlar ve zenginler bu ayrıcalıktan istifade edebiliyordu.
Roma’nın görece temiz bir şehir olmasına bu kanalların yanında, geleneksel lazımlıklar, oturaklar,lağım çukurları ve tuvaletler de katkıda bulunuyordu. Maddi gücü yeterli olmayıp kanala bağlantı yapamayan Roma yurttaşlarıLatrina denen kamusal toplu tuvaletleri kullanıyorlar ya da cadde ve sokak kenarlarına konulan gastra adı verilen vazoları, oturakları kullanılıyordu. Kullanımdan sonra özellikle evdeki kavanozlar, oturaklar genel bir fosseptiğe yada doğrudan pencereden sokağa boşaltılıyordu. Geceleri ise dolan fosseptikler temizlik işçileri tarafından boşaltılıyor ve arabalarla şehir dışına taşınıyordu.(-9-LATRİNA)
Tuvaletlerden gelen ve biriktirilen atıklar Roma’da tarımda da kullanıldığı bilinen bir şeydi. Caddelerin temizliği belediye görevlilerin “Cura Urbis” adlı bölümlerin sorumluluğu altındayken bu birikmiş atıkları toplayanlara Roma’da “stercorarii”ler (lağım temizleyicileri) bu benzer işi Atina’da yapanlara ise “koprologoi”lar deniyordu.
Orta Çağ İngiltere’sinde en çok para kazandıran mesleklerden biri, lağım çukurları temizleyiciliği olan “Gongfermor”lar bu pek de istenmeyen işi gece karanlığında yaparlardı. Kötü bir iş olmasının yanında hayati tehlikesi olan, iş kazasının sonucunda çok da boktan bir finali olan da bir meslekti. İş kazası deyip işi hafifletmeyelim, meslek olarak değil ama iş kazasının sonucu bir hayli insan onurunu çokça zedeleyen bir iş kazası sonucuna ilginç bir örnek verecek olursak; 1326 yılında Londra’da insan dışkılarını temizlerken lağım çukuruna düşerek istenmeyen bir ölümle burun buruna gelmiş ve hayatını insan dışkısı içerisinde boğularak kaybeden şansız, gongfermor Richard’ı örnek verebiliriz.
Dışkı yığınında yalnızca gariban gongfermor Richard hayatını kaybetmedi tabii ki, dışkı yığınları, karşısında kim varsa ayırım yapmadan, sınıf farkı gözetmeden kucağına düşenleri tüm sevecenliği,sıcaklığı ve yumuşaklığı ile kucaklayıp bağrına basıyordu. 1183 yılında Kutsal Roma İmp. I.Frederik’in, önemli şövalyeleri ve sekiz prensi Erfurt şatosunda yapılan toplantıda, katılanların ağırlığına daha fazla dayanamayan salonun ahşap döşemlerininkırılıp çökmesiyle tüm soylular aşağıdaki dışkı dolu lağım çukuruna düşerek çok b.ktan bir biçimde boğularak hayatlarını kaybetmişlerdi. “Ne şehittir ne gazi pisi pisine gitti Niyazi” sözünün oluşmasına daha 730 yıl vardı ama sağ olsunlar bu şövalye ve prensler bu sözü aratmayacak bir şekilde hayata veda etmişlerdi.
Bu olaydan tam 1387 yıl önce MÖ 204 yılında pek reklamı, PR’ı yapılmamış olan Roma İmparatoru Elagabalus olarak bilinen Heliogabalus’da o şövalyeler ile aynı kaderi paylaşmış, tuvaletteyken ölmüş ve cesedi nedense alttaki lağım çukuruna atılmıştı.(FOTOĞRAF_İMP_10-ELAGABALUS)
Gongfermor’lar kentin lağımlarını, fosseptiklerini, dışkı dolu kuyularını gecenin karanlığında temizlerlerdi. Gongformor ismi, kokuşmak anlamına gelen Saksonca“gang” sözcüğü ile temizlemek demek olan feysözcüğünden üretilenfermor’dangeliyordu. Şehir dışkı dolu kuyulardan gelen kokulara esir düştüğünde belediye meclisi gongfermorları göreve çağırırlarmış. (FOTOĞRAF_11-GONGFERMOR)
Gongfermorlar lağım çukurlarından çıkardığı kazuratları (dışkı) kırsal alandaki çiftçilere gübre olarak satarlarmış. Bu hiç de cazip olmayan işler, geceleri kuyulardan çıkartılıp varillere boşaltılıp şehir dışına götürülmesini gerektirirdi. Sokaklarda tıkırdayan “gece yükü arabası”nın sesleri gelecek yüzyıllarda da işitilmeye devam edecekti.
Gongfermorların gece tıkırdayan tekerlek sesleri ile arabalarla dışkı taşımalarının gelecek yüzyıllarda da devam edeceğini yazan “Tuvaletin Sosyal Tarihi” adlı kitabında Julie L. Horanbu söylemini 1997’de yazmıştı. Hâlâ o yıllarda ve günümüzde çoğu yerde kanalizasyon sistemleri tam olarak çalıştırılamadığından tıkırtılı tekerlek sesi olmasa da, hâlâmodern gongfermor aracı dediğimiz vidanjör araçları ile fosseptik kuyularındaki lağımları çekip şehir dışında boş alanlara boşaltıldığını görüyoruz. Yani yüzlerce yıl önce yapılan faaliyetten pek de farkı yok gibi. Şu anda bile çoğu şehirlerimizde bu sistem kullanılmaktadır. Hele hele son yıllarda nüfusu engellenemez seviyede plansız artan ve hizmetten maddirant ekonomisi güden Ege ve Akdeniz sahillerindeki ve Anadolu’nun birçok şehir ve kasabalarında da hâlâ ilkel bir biçimde vidanjörler sayesinde, insanlar dışkılarından kurtulabiliyor. Asıl şaşırtıcı olan ise dünyanın,şimdilik Arabistan ‘da yapımı devam eden ve bittiğinde 1001 metre ile dünyada yüksekliği 1 kilometreyi aşacak tek bina olacak olan Cidde Kulesi (KingdomTower)’nden sonra hâlihazırdaen yüksek bina unvanınıtaşıyan Birleşik Arap Emirliği’ndeki Dubai şehrinde yer alan BurjKhalifa (Burc Halife) gökdeleninin tüm foseptiğinin hâlâ orta çağdaki ilkel şehirlerdeki gibi kamyonlarla taşınmasıdır.
Dünyanın en yüksek binası olan 828 metrelik BurjKhalifa, 1.5 milyar dolara (yaklaşık 43 milyar lira) mal olan 163 katlı devasa binada 24 bin pencere bulunuyor. Dünyanın en yüksek restoranı ve gece kulübü de dâhil olmak üzere birçok rekorlar kıran bina bununla birlikte, 35 bin kişiyi aynı anda misafir edebiliyor ve günde ortalama 15 ton gibi bir atık üretiliyor.Ancak bu teknoloji ve mimarlık harikası binanın tek eksiği nedir diye sorulsa,elbette ki cevabı şaşırtıcı ancak, yapımından(2010) yıllar sonra dahi tamamlanamayan fosseptik sistemidir. Evet bu bina yıllar öncesinin yada gelişmemiş kasabaların lağım çukurlarını vidanjörlerle çeken yerel belediyeler gibi her gün yüzlerce fosseptik kamyonu bu modern çağın ikonu olan binanın dışkılarını ilkel bir biçimde taşımaya çalışıyor. FOTO_12_ BURJ_HALİFA)
30 milyar dolarlık bir ek bütçe ile kanalizasyon sistemi yapılması ve muhtemelen de 2025 yılında bu projenin bitmesi planlanmış.(https://www.webtekno.com/burj-khalifa-diskilar-neden-kamyonlarla-tasiniyor-h138681.html) The New York Times'a göre; bu sorunun temel kaynağı, Dubai'de aniden artan nüfusla beraber yaşanan hızlı kentleşme ve vatandaşlarının maddiyatı gözeterek, çevre problemlerini görmezden gelmesi.
Masraftan kaçınalım, çevre meselesini görmezden gelelim derken otelin yapımından 30 kat fazla masraf çıkmış. Neyse ki yer altından fosseptik gibi petrol çıkıyor da pek sorun olmuyor gibi. Gerçi yapılan bu kadar mega projeleri, harcanan milyarlarca doları görünce insanın aklına da JohnPerkins’in “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” kitabı gelmiyor değil hani.(Bilirsiniz büyük gelişmiş ülkeler aşırı zengin ama gelişmemiş ülkelere mega projeler yapmalarını salık vererek dünyanın en büyük havalimanı, en büyük suni adası, en büyük stadyum, en büyük tren garları, en büyük otobanlar, en gelişmiş ama ihtiyaç olmasa da yapılan hızlı tren yolları, en büyük oteller vb. gibi mega projeleri, çılgın projeleri yapmalarını ikna ederler ve bu projeleri de kendi firmalarına yaptırarak o ülkelerin gelirlerini kendi ülkelerine akmasını sağlarlar. Kitabın özetini anca bu kadar kısa anlatabilirim.)
Neyse biz yine tarihin o dönemlerine geri dönelim. Antik Roma ‘da köle olmayan serbest girişimcilerin yaptıkları bu hizmet yalnızca katı atıklar için değil sıvı atıkları da kapsıyordu. Toplanan idrarlar bilindiği üzere ağartma da yani çamaşırları beyazlatmada ve yünlerdeki yağı çıkartmada kullanılan son derecede kıymetli bir malzemeydi.
Evlerde kullanılan gastra’lar, yani lazımlıklardaki biriken idrarlar kapı önüne konur ve dönemin kuru temizleyicileri bunları toplar ve idrardaki sodyum, temizliğin ana maddesi olarak kullanılırdı.Bu idrar toplama ayrı bir gelir kaynağı teşkil ederdi. İmparator Vespasianus zamanında bu idrar toplama olayından azımsanmayacak kadar bir hayli fazla vergi toplanıyordu(günümüzün çevre temizlik, atık su vergisi bu olabilir mi?).
Romalılar doğa güçlerine, tanrıların ve tanrıçaların hükmettiğine ve her tanrı/tanrıçanın yeryüzünün bir boyutunu denetim altında tuttuğunu ve insani vasıflara sahip olduklarına inanırlardı. Hemen hemen herkesin bildiği, Venüs, Jupiter, Eros, gibi havalı, cazibeli, karizmatik tanrı/tanrıçalar bilinirken, tarihin, mitolojinin karanlık köşelerinde unutulup gitmiş, görmezden gelinmiş tanrılar da vardı. Cloacina bunlardan en ilginciydi. Cloacina insan dışkısı tanrısıydı. Lağım kanalları tıkandığında insanlar kanalın açılması için lağım kanalı tanrısı Cloacina’ya yakarırlarmış. Erken dönem Roma İmparatorlarından TitusTacius, Tanrı Cloacina’nın güçlerine inandığı bilinirdi. Diğer bir dışkı tanrısı ise, Stercutius’du. Aynı şekilde çiftçiler tarlalarını gübreledikleri zaman dışkı tanrısı Stercutius’a dua ederlermiş.
Bu bağlamda Crepitus ‘u unutmamak lazım gelir ki, Crepiutus rahatlama ve bazı anlatılara göre mide gazı tanrısıydı. İshal ya da kabız olanlar nezdinde özel bir önem kazanmış bir tanrıydı. İlk çağda mide gazı çok problem olmasa da Orta Çağ’da keşişler yellenmenin şeytanın iğvası olarak görmesinden dolayı, yellenmenin cinsel organlara baskı yapmak suretiyle erkeğin seks arzusunu arttıracağını kabul ettiklerinden keşişler gaz yapıcı yiyeceklerden oldukça kaçınırlardı.“Kuru fasulye gibi kendini nimetten saymak” deyimin mutlaka çıkış noktası bu konu olmalı ya da “Şimdi gelelim Kuru fasulyenin faydalarına” sözü, demek ki Orta Çağ’da gaz yapıcı yiyecekler cinsel dürtüleri uyandırdığı kabul ediliyordu, aslında kulağa da hoş gelmiyor değil hani, ne gerek var ki, sıcak ve iç gıcıklayıcı bir gece için bu kadar afrodizyak etkisi gösteren pahalı yiyeceklere.Misal, istiridye, ballı muz, siyah havyar ve yanın da kaliteli bir şaraba aslında çok da ihtiyaç yokmuş. Koy koca bir tabağa kısık ateşte pişmiş,suyu da süzülmemiş İspir fasulyesini, yanında da koca bir kuru soğan, ekşi yoğurttan çırpılmış koca bir bardak da ayran, sal kendini sıcak sımsıcak, dünyanın en pahalı baharatı olan safranın nadir ve değerli karakterinin benzersiz yorumu olan, baharatlı koku, acı tatlı Fas pelin otu ile tazelenmiş, deri ve kehribar koku notalarının zenginleştirici bir karışımına yol açan, Hint cypriol, Endonezya paçulisi ve İspanyol cistus’un kokuya benzersiz bir dokunuş kattığı, on iki benzersiz eau de parfum kokusundan oluşan AtelierVersace Safran Royal kokusu kadar olmasa da,ciğerlerinin en ücra köşesindeki bronşlarına kadar hissettiğin benzersiz baharat kokulukuru fasulyeden mamul (kuru nane, karabiber, pul biber ve eser miktarda kimyon, bu karışımların ölçeklerini vermiyorum ki herkes faydalanmasın) parfümün baskın olduğu, hayaller ötesi fantezinin ılık ve göz gözü görmeyen loş,flu ortamında şehvetin sıcacık kollarına.
Orta Çağ karanlığında yellenmenin bu şekilde şehveti arttıran ve insanları günaha sokacak bir davranış olarak kabul edilmesinden çok uzun yıllar önce Roma İmp. Claudius’un huzurunda gazını tutup İmparatora ayıp olmasın diye kendini zorlayan kişi gaz sıkışması nedeniyle ölünce İmparator Claudius gaz sıkışması olanların kendi huzurunda olsa bile gaz sıkıntısı olanların rahatlıkla yellenebileceği hakkında ferman yayınlamıştı.
İnsanların vazo, lazımlık ya da oturaklara biriktirdiği dışkıları MÖ 5’inci yy’de Antik Yunanistan’da yol boyunca devam eden açık kanallara attıkları bilinmekteydi. Antik Roma ve Yunanistan’da atıkların vazolarla gece caddelere atılması büyük sorunlara neden oluyordu. Bu alışkanlık neredeyse 20’nciyy’e kadar devam etmişti.
Romalıların İnsula’larından pencereden dışkı atma uygulaması Avrupa’da 17’nci ve 18’inciyy’de hâlâ sürdüğü ve 1842 yılında halk sağlığı ile ilgili olarak EdwinChadwick’in“Sanitary Report” adlı eseri yayınlayıncaya kadar devam ettiği görülmekteydi. Hijyen anlayışı 19’uncu yy’de gelişmiş bir anlayış olmasına rağmen Romalılar yinede bazı önlemleri almaktan geri kalmamışlar ve toplu tuvaletlerin inşa edildiği Latrina’larda atık su sorununu giderecek projeler üretmişler, temiz su kaynaklarını korumak için önlemler almışlardı.
Roma Latrina’ları aslında insanlık tarihinin hijyene verdiği önemin ilk basamakları olarak kabul edebiliriz. Kısıtlı olan suyu temin etmek için günümüzde dahi pek kullanılmayan, İzmir Efes Skolastika Hamamının Latrina’sında gördüğümüz şekilde, yağmur suyunu çatıdan pişmiş toprak borularla aşağıda bir yerde biriktirmek olmuştur.
Roma devrinde zengin vatandaşlarının hemen, hemen hepsinin evinde tuvaletler zamanla yer alırkenparası, evine kanal yaptırmaya yetmeyen vatandaşların kullanımı için ise umumi tuvaletler (Latrina) inşa edilirdi. Belli bir ücret ödeyerek herkes bu umumi(genel) tuvaletleri kullanırdı. Varlıklı insanların da genel tuvaletlerde toplanıp bir yandan ihtiyaç giderirken, bir yandan da komşularıyla dedikodu, siyaset ve iş anlaşmaları yapıyorlardı yani günümüz şartlarında kafelerde yaşanan insanların sosyalleşmesi, herkesin kullanımına açık,genel ve ortak tuvaletlerde sağlanıyordu. Yani bir de Wi-Fi internet imkânı olsa tadından doyulmaz bir ortam olurdu herhâlde.
Şaşırtıcı görülse bile Roma kültüründe tuvaletlerin teknolojik açıdan günümüzden pek de geri kalmayan yönleri olduğu görülmektedir. Hijyen kültürüne verilen önem bakımından verimli ipuçları ele geçmiştir. Antik Yunan ve Roma'da tuvalet kullanımı genellikle umumi olarak Latrina’larda gerçekleştirilmekteydi Yapılan hacetten sonra, yapılanı temizlemek için alttan akan su kanalına daldırılarak üzerinde süngerler olan sopaların, değneklerin (tersorium) kullanılır ve sonrasında diğer insanlarında kullanması için insanlar arasında elden ele dolaştırılırdı.
Tuvaletlerde, sudan sonra kullanılan ikinci ana temizlik aracı süngerler olmuştur. Antik Yunan komedyasının en büyük yazarı olarak nitelendirilen Aristophanes’in (MÖ 446 - 386) “Arılar” adlı eserinde Dionysos’un malum yerini kölesi tarafından süngerle temizlediğinden bahsedilir. O çağın tuvalet kâğıdı yerine süngerlerin kullanıldığını gösterir.(Onur Gülbay, y.a.g.e.)İngilizce'de kullanılan “çubuğun yanlış ucunu tutma”“grabbingthewrongend of thestick” ifadesinin Roma kökenli olduğu sanılmaktadır. Çok büyük ihtimalle bizim Türkçemize de geçmiş olan o nadide deyim “İki ucu b.klu değnek” sözü muhtemelen Romalılardan günümüze evrilmiş bir söz olabilir. (FOTOĞRAF_ 13-SÜNGERLİ_DEĞENEK)(FOTO_13,5_İKİ_UCU_B.KLU DEĞNEK_KARİKATÜR)
Pencereden lazımlıkların boşaltılması dediğimiz gibi o dönem Avrupa’sında sıklıkla görülen bir uygulamaydı. Orta Çağ Avrupa’sının temizlik uygulamaları, banyo ve tuvalet kültürlerinin anlaşılmaz bir biçimde olmasının çeşitli nedenleri olarak; Roma Uygarlığının çökmesiyle birlikte Avrupa’nın kaosa sürüklenmesi ve Erken Hıristiyan döneminde banyo kültürünün, özellikle din adamlarının, azizlerin kilise doğrultusundabelirledikleri ve topluma dayattıkları akıl dışı kurallar ve uygulamalar etrafında şekillendiğigörülmektedir.
Erken Hıristiyan inancının düşünsel altyapısının taşlarını döşeyen o zamanki tarikatlar ve din adamları günlük hayatın yaşam tarzlarını oluşturmuş ve topluma dayatmışlardı.Birkaç kısa örnek verecek olursak, Aziz Antony bırakın banyo yapmayı, ayakları bile yıkamayı red etmiş, Aziz Benedik 6’ncı.yy.’de sağlıklı bir insanın yıkanmaması gerektiği ve bu gerekçesini de 13 yaşında ölmüş olan Azize Agnes’inen büyük erdeminin hayatı boyunca asla yıkanmamış olmasını öne sürmüş, Aziz Jerome ise yalnızca vaftiz edilirken yıkanmanın dışında banyonun gereksiz olduğunu vurgulamış, Aziz Julian ise müritlerine banyoyu yasaklamıştı.
9-10’uncu yy’ deKarolenj Tarikatı ise manastırlarda banyo yapmayı yasaklamıştı.Aziz Francis ise pis insanların daha kutsal olduğuna inan bir din adamıydı. Bazı Tarikatlar ise biraz daha insaflı davranmış ve yılda bir kereye mahsus olmak üzere Paskalya öncesi banyoyu serbest bırakmıştır. ( Tuvaletin Sosyal Tarihi, Juliel L. Horan, çeviri, Gül Çağalı Güven, 1.baskı, İstanbul, 1997) (www.youtube.com/watch?v=i50t1rs3qnw,Gerçekten Pislik İçinde mi Yaşıyorlardı - Orta Çağ Avrupa Temizlik-Banyo ve Tuvalet Kültürü)
Kilise, banyo yapma alışkanlığına karşı çıkarken vücudu daha çekici yapan her şeyin günaha davet çıkardığını öne sürmüş, kirlilik yüceltilmiş ve kutsallık da giderek daha fazla kokmaya başlamıştı. Azize Paula, vücudun ve üzerindeki giysilerin ne kadar temizse ruhun da o kadar kirli olduğunu öne sürmüştür. O kadar ki insanların üzerindeki pislikten dolayı oluşan bitlere ‘’ Tanrının incileri’’ adı verilmiş ve bitlenmenin kutsal bir kişiliğin vazgeçilmez işaretlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Bu çarpıcı sözleri 1950 yılında Nobel Edebiyat ödülünü kazanan, dünyaca ünlü İngiliz, kuşkuculuğun temel olduğu bir bilimsel dünya görüşüne sahip filozof, mantıkçı ve matematikçi BertrandRsuuell (1872-1970)’ın eserlerinden okuyor ve öğreniyoruz (BertrandRussell, Russell’dan seçme yazılar, Çev. Rabia Nilgün Aydoğan, DOST Y. 2004, Ankara).
İnsanların su ile olan ilişkisi, temizlik anlayışları günümüz anlayışımıza ters düşse de araya inanç girdi mi yapacak bir şey kalmıyor gibi. Orta Çağ’daki batı dünyasının içine düşmüş olduğu bu durum bizlere ne kadar anlaşılmaz gelse de o yılların anlayışı ile değerlendirmek gerekir
Aiskhylos ve Sophokles'ten sonra Atina'nın yetiştirdiği üçüncü büyük tragedya ozanı Euripides (MÖ 480 -406)’in “eski kederler için taze gözyaşı dökülmez”dediği gibi geçmişin muhasebesini günümüzde yapmanın anlamsızlığını belirtirken bir Antik Çağ filozofu, şairi olmasa da onlar kadar veciz sözleri tarihe mal etmiş olan, Türk Siyasi hayatının edebiyatına unutulmaz sözler hediye etmiş olan 9’uncu Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in (1924-2015) söylemiş olduğu o unutulmaz “Dünün güneşiyle bugünün çamaşırı kurumaz”sözü, geçmişte kalmış olayları günümüz anlayışı ile değerlendiremeyişimizin en sarih açıklaması olmuştur.
Batı da, Orta Çağda yaşanan temizlik anlayışının bizlere ne kadar ters geldiğini düşünebiliriz. Ancak araya inanç sistemi girdi mi, bugün için bizlere anlamsız gelen davranışlar o çağın ruhuna uygun olabiliyor. Misal,10’uncu yy’de yaşamış, Abbasi halifesi Muktedir’in divanında çalışan katiplerden ve Mevlalardan (Araplaşmış) din bilgini ve gezginiİbnFadlan’ın (877 - 960), 921-922 yıllarında halife Muktedir’in Etil(Volga) Bulgarlarına gönderilen elçilik heyetinde yer almasıyla bu gezi boyunca tutmuş olduğu notlardan oluşan seyahatnamesi’nde (El-Rihle) 10’uncu yy’deki Türklerin tarihi hakkında en canlı, en sağlam bilgilere ulaşmaktayız.İbnFadlan elçilik için gittiği sırada uğradığı Türk kabilelerin idaresi, dinleri, adetleri, hukukları hakkında çok değerli bilgiler verirken Oğuzlar, Bulgarlar, Ruslar hakkında da son derece önemli bilgiler vermiştir.
İbnFadlan o sıralarda Oğuzların Şamanizm denen ilkel kabilelerin dinlerine inandıklarını ve putperest olduklarını anlatırken, Oğuzlarda, Cücenlerde,Moğollarda suyun tabu olduğunu yazarken, suyu kirletmemenin gerektiğini,vücudu,elbiseleri suda yıkamanın yasak olduğunu,suda yıkanmanın kötü ruhları celp edeceğini, şimşeklerin,yıldırımların çakmasına sebep olacağına inandıklarını aktarmış.
Suyun yere dökülmesinin suç olduğunu belirtirken, Cengiz Yasası’nda yıkanmanın yasak olduğunu, anca elini ve yüzünü su ile yıkayabileceğini belirtmiş, ayrıca eski Şamanistlerin elbiselerini yıkamadıklarını, giyebildikleri kadar giydiklerini, insanın su kullanmasının, yıkanmasının büyü sebebi olacağına inandıklarını da belirtmiş. Ayrıca Oğuzların suyla ilişkilerinin olmadığını, tuvalet sonrası temizliğe önem vermediklerini, cünüplükten ve diğer şeylerden dolayı yıkanmadıklarından bahseder (İbnFadlan Seyahatnamesi, Prof. Dr. Ramazan Şen, Yeditepe Y. 2, baskı, 2019, İstanbul).
Evet, gerçekten de geçmişi günümüz şartları, günümüz değerleri açısından değerlendirirsek birçok hataya, yanlış değerlendirmelere düşebiliriz. Batının Orta Çağ’da bağnaz inanç anlayışıyla yapılmış olan davranışlar ile 10’uncu yy’deİbnFadlan’ın seyahat ettiği Orta Asya, şimdinin Tataristan’ın başkenti Kazan’daki Türklerin yaşayışlarını günümüz değer yargılarıyla değerlendirirsek arzu edilmeyen birçok sonuca ulaşabiliriz.(FOTO_14_ İDİL_VOLGA_TÜRKLERİ)
Binlerce yıl öncesinde Avrupa’da Orta Çağın karanlık bağnaz din anlayışındaki banyo, tuvalet kültüründe ve 9’uncu yy’de Orta Asya’daki Türklerin Şaman anlayışındaki su ile temizlenmek anlayışını o yılların ruhu anlamında değerlendirmek, o yılların cahillik durumunu da göz önüne alırsak bir nebze anlayış ya da haklılık payı gösterebiliriz. Ancak dünya o yıllardan sonra güneşin çevresinde binlerce kez dönmüş, insanlık uzaya çıkmış, atomu parçalamış, kuantum fiziğinin ince ayrıntılarına vakıf olmuş, denizin derinliklerinden, uzayın, evrenin sırlarına ulaşmayı hedeflemişken biz hâlâ şu anda sosyal medyada tuvalet ile ilgili paylaşımları görünce Ortaçağ dünyası zihniyetinden çok da uzaklaşmış olamayacağımızı görüyoruz.
Alafranga tuvaletteki biriken suyun şeytanların yıkanma yeri olduğu, tuvalet ve banyonun şeytanların vesvese ürettikleri yerler olduğu, duşa çıplak girilirse meleklerin izleyeceği, tuvalete girerken kesinlikle kıble yönünde durulmaması gerektiği vb. gibi söylemler habire sosyal medyada yer aldığını görmekteyiz.
Kıble ayarlanması öyle hemen yönünü güneye çevrilerek yapılan bir şey değilki, çok ince hesaplamalar gerektiren hatta kuzeye doğru manyetik alanların değişmesinden dolayı günümüz pusulasının bile tam yeterli olamayacağı hassas bir astronomik ölçümdür.
Kıble ölçümleri,güneş, ay, gezegen ve yıldızların konumlarını belirleyen, yerel saatin ve İslam dininde namaz vakitlerinin hesaplamasını sağlayan astronomi ölçümlerinde kullanılmış tarihi bir ölçüm cihazı olan Usturlap yardımıyla hesaplanmıştır (https://www.arkitera.com/gorus/osmanli-camilerinde-kible-yanlis-mi/).
Usturlap adı, Grekçe astronla (yıldız),lambanein (almak, yakalamak, ölçmek) kelimelerinin birleşimiyle oluşan astrolabos veya astrolabondanArapçalaşmış halidir.Latince’deki karşılığı astrolabiumdur(islamansiklopedisi.org.tr/usturlap).
Usturlap aslında gökyüzünün iki boyutlu bir yüzeye olan projeksiyonu. MÖ 240 yılında keşfedildiği düşünülüyor. Usturlabı Dünya’nın farklı noktalarında kullanabilmek için farklı enlem plakalarına ihtiyaç duyuluyordu. 11. yy’de yaşayan Müslüman gökbilimciler Ali b. Halef ve Zerkâlî tarafından geliştirilen evrensel usturlap bu soruna çözüm olmuştu. Evrensel usturlaplar dünya’nın her yerinde kullanılabilmeleri nedeniyle çığır açan bir buluş olarak kabul edilir(https://bilimgenc.tubitak.gov.tr/makale/astronomik-hesaplama-aleti-usturlap).( FOTOĞRAF_15-USTURLAP)
Kıble yönünü bulmak için usturlab’tan daha basit bir alet daha vardı. Pusula ile güneş saatinin bir araya getirilmesi tekniği ile yapılagelmiş olan Kıblenüma aletiydi. Üzerinde basit bir harita, gene basit bir pusula, bir ibre, alt kısmında da belli başlı şehirlerin isimleri olan bu alet, Arapça ‘kıble’ (yön, taraf, namaz yönü) kelimesinin yanına Farsça ‘’gösteren’’ demek olan ‘’nüma’’ sözü ilave edilmiş ve ‘’kıble gösteren alet’’ demek olan ‘’kıblenüma’’ kavramı ortaya çıkmış..(FOTO_16_ KIBLENÜMA)
Yönünü, gönlünü, kıblesini İslam’a dönmüş, Allah sevgisi için yaşayan insanların yaptırmış olduğu camilerin o kadar hassas ölçümlere rağmen kıblelerinde hatalara rastlanırken misal, dünyanın en nadide mimari eserlerinden biri olan ve İspanya’da Cordoba’yı, İslâm medeniyetinin en parlak merkezlerinden Kurtuba’ya çeviren Şam’daki Abbâsî katliamından canını kurtararak 756’da Endülüs’e gelen genç Emevî prensi Birinci Abdurrahman tarafından 785’te, hükümdarlık sarayının yanı başında, Vizigotlara ait kilisenin yerine muhteşem Kurtuba camiinin inşaatına başlanmış ve 788’de vefat edince oğlu I. Hişâm, babası tarafından başlatılan cami inşaatını tamamlattığı ve 856 sütun ile “içinde en fazla sütun bulunan tek parça bina” unvanını taşıyan 1237 yıllık ünlü Kurtuba Cami’nin bile kıblesi 50 dereceden fazla bir açıyla Kâbe'den saptığı tespit edilmiş (https://www.gzt.com/mecra/kurtuba-camiinin-kiblesi-neden-yanlis-3567643).
Konya'nın tarihi ve kültürel zenginliklerinin önemli bir parçası olan Selçuklu döneminin etkileyici mimarisinin güzel bir örneği olan ve Hazreti Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled’in Konya’ya ilk geldiğinde avlusundaki kubbeli odasında Hazreti Mevlana ile birlikte ailesiyle misafir edildiği823 yıllık İplikçi Cami’nin de yapılan tetkikler neticesinde kıblesinin 30-35 derece sola doğru hatalı olduğu tespit edilmiş,
Erzurum’un, içinde Saltuklu Emiri Nasreddin Aslan Mehmet tarafından 1179 yılında yaptırılmış olan 846 yıllık Ulu Cami olmak üzere Erzurum’un tarihi 40 caminin de kıblelerinin 10 dereceye yakın sağa doğru hatalı olduğu Erzurum Jeofizik Mühendisleri Odası Doğu Anadolu Bölge Başkanı Rufai Çınar’ın yapmış olduğu araştırmalar ve ölçümlerle, ortaya çıkmış (https://www.internethaber.com/40-caminin-kiblesi-yanlis-cikti-628710h.htm).
İstanbul’da Osmanlı dönemi, Sultanahmet, Süleymaniye ve Şemsi Paşa Camii’leriyle Edirne’deki Selimiye Camii’lerinin de inanılmaz şekilde kıblelerinin hatalı olduğu tespit edilmiş( https://www.arkitera.com/gorus/osmanli-camilerinde-kible-yanlis-mi/).
Sözün kısası gönlünü, ruhunu, imanını, kıblesini İslam’a çevirmiş Allah sevdalılarının yaptırmış olduğun Camiilerin kıblelerinde bile hatalar görülürken, yönünü, kıblesini vurguna, talana, haksız kazanca, ranta çevirmiş olan, gözlerini hırs bürümüş eğitimsiz, görgüsüz müteahhitlerin, deniz kıyısına, su havzalarına, dere kıyılarına, ormanlık alana, tarihi sit alanlara, kadim binlerce yıllık şehirlerin, kalpgahına hançer gibi sapladıkları modern, çok katlı gecekonduların tuvaletlerinin kıbleye bakmayacağını düşünmek neredeyse imkânsız bir beklenti olurdu. ‘’Adamlar’’ (tırnak içerisinde adamlar) tarım alanlarının yumuşak zeminlerine, taşkın alanlarına, heyelan alanlarına bina yaparken, çevreye verecekleri zararı düşünmezlerken, demirden çimentodan çalarak kul hakkından korkmaz, çekinmezlerken mi dikkate alacaklar?ve“aman abi tuvaletlerin yönünü zinhar kıbleye dönük olmasın” diye diyeceklerini ve böyle düşüneceklerinibeklemek safdillikten başka daha ne olabilir ki? İnsan hayatını zerre kadar düşünmeyen bir zihniyetin yaptıkları binalarda tuvaletlerin yönünü düşüneceklerini beklemek çok da çocuksu bir beklenti olurdu herhalde.
Birde, bazı kendini bilmez kişilerin hareket hâlindeki belediye otobüsü, tren gibi kıblenin her an değişeceği ve necâsettentahârete uymayan yani namaz eda edilecek yerin temizliğinin uygun olmayan yerlerde namaz ibadetini layık-ı veçhileyle yapmayan, kıblenin doğru olup olmadığının kaygısını taşımayanların tuvaletlerin yönünü tasa edeceklerini düşünmek çok da komik bir şey olurdu..
Klozetlerin birikmiş sularında şeytanların dans edeceğine, duşta çıplak yıkanmanın melekleri uzaklaştıracağına inanan, 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesine yakın bir zamanda şehirdeki korkudan ne yapacaklarını şaşıran Hristiyanların “Gökyüzünden bir şövalye inecek ve Konstantin Sütunu'na gelip, kendisine bir melek tarafından getirilen topuzla düşmanları İran Dağları'na kadar kovalayıp yok edecek” rivayetindeki şövalyeye topuz getirecek olan meleğe de inanır.
Avrupa 1500’lü yıllara değin yıkanmak yada tuvalet ihtiyacı, defi hacet için çareler aramak, araçlar geliştirmek bir yana, vücuda aşırı dikkat göstermeyi gerektiren şeyleri hâlâ dinden çıkmak ya da görgüsüzlükle bir tutuyordu.
Tuvalet ihtiyacının rasgele yerlerde giderilmesi, bir süre sonra salgın hastalıkların baş göstermesine yol açmıştır. Bu ihtiyaçların karşılanması sırasında hijyen kurallarına da uyulmaması, böyle bir sorunların ortaya çıkmasının temel nedeni olmuştur. Salgın hastalıkların vermiş olduğu zararlar, savaş durumlarının verdiği zarardan çok daha fazlaydı.1348-1350 yılları arasında birçok salgın hastalıklar baş göstermişti. Sokaklarda akan pislik, kişisel temizliğe gösterilmeyen özen“Kara Ölüm”olarak bilinen Vebayı azdırmış ve salgınlar sonucunda Avrupa nüfusunun üçte biri vebaya kurban gitmişti(Tuvaletin Sosyal Tarihi, Juliel L. Horan,). 1812 yılında görülen veba salgını Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’da birçok ölümlere sebebiyet vermişti. Bazı araştırmacılar ölenlerin sayısının 100 bine ulaştığını belirtmektedirler Osmanlı-Rus Savaşı’nın başladığı sırada Rus Çarlığı’nda sekiz yıl devam edecek olan “kolera pandemisi” görüldü ve toplam bir milyon kişi hayatını kaybetti (Dr. Mithat Atabay, Bu İlk Değil. Çanakkale Ne Salgınlar Gördü?).
Tuvalet kültürü deyip geçmemek gerekir. Hijyen kurallarına uyulmadığı ortamlarda koskoca ordular bir sinek yüzünden düşmanın yapamayacağı kadar tahribatı yaptığını tarihin acı hatıralarında görebiliyoruz.
Tıp tarihi kaynakları, üç büyük veba salgınının insanlığa büyük zararlar verdiğinden bahseder. Bunlar; 6’ıncı yy ortalarında daha çok Mısır ve Suriye’de görülen ve büyük bir alanda etkisini hissettiren Justinian Vebası, 1332 yılında Çin’den çıkıp Asya, Avrupa ve Afrika kıtasına yayılarak özellikle Avrupa’da Kara Ölüm (Black Death) veya Kara Veba olarak adlandırılan salgın ve 17. yy’da Hindistan’ın Bombay kentinde başlayan veba salgınlarıdır (Savaşların Sonuçlarını Etkileyen Salgın Hastalıklar, Engin KURT, II. Ulusal Veteriner Hekimliği Tarihi ve Mesleki Etik Sempozyumu, 24-26 Nisan 2008).
14. ve 15’inci yy’de Avrupa’da 25 milyon insan kara veba salgını yüzünden ölmüştür. Amerikan İç Savaşı süresince 600.000’in üzerinde asker ölmüştür. Bu savaşta, hastalık sebebi ile olan ölümlerin 400.000’i salgınların sonucu olduğu bilinmektedir. Haçlı seferlerinde 100.000 kişi vebadan hayatını kaybetmiştir. Köprülü Fazıl Ahmed Paşa’nın 1672 yılında çıktığı seferde Yunanistan’ın orta kesiminde Atina’nın kuzeybatısında yer alan İstefe Kalesi civarında veba salgınına yakalanması sebebiyle 18.000 Osmanlı askerinin öldüğü söylenir.
Savaş şartlarındaki olumsuz hijyen koşullarından dolayı Veba gibi Tifüs hastalığı da birçok askeri savaşmadan ölmesine sebep olmuştur. Kırım Savaşında (1854); Tifüs salgınından, Fransızların 90.000 askeri ölürken, İngilizlerin ölen 43.000 askerden ancak 7.000’i düşman saldırısı sonucu ölmüştür.
Osmanlı Rus Savaşı’ndan (1877-1878) tifüs salgını Osmanlının savaş gücünü azaltmış ve Erzurum, Rus’lara teslim olmak zorunda kalmıştır. Tifüs salgınının 40.000 dolayında Osmanlı askerinin ölümüne neden olmuştur. Tifüs hastalığı, Birinci Dünya Savaşı’nda Sarıkamış Muharebeleri (Aralık 1914-Ocak 1915) sırasında, Onuncu Kolordu’nun bir alayında asker mevcudu 3500’den 150’ye düşmüştür. Birinci Sarıkamış Muharebelerinde 3. Ordu Kumandanı Hafız Hakkı Paşa da aynı hastalığa tutularak vefat etmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nda Erzurum’da yer alan 3’üncü Ordu’nun, geniş bir alana yayılan bölgesinde Mart 1915’den Eylül 1918’e kadar ölenlerin sayısının 120.653 kişi olduğu, bunlardan 111.652’sinin hastalıktan, 9001’inin ise vurularak şehit olduğu bilinmektedir. İran-Irak cephesinde de bulaşıcı hastalıklar nedeniyle büyük kayıplar verilmiş hatta ordu komutanı Goltz Paşa (Wilhelm LeopoldComlarFreiherrvon der Goltz) bile tifüsten ölmüştür. Salgın hastalıkların askerin savaşma gücünü nasıl etkilediği sanırım bu örneklerden çok daha iyi anlaşılabilmektedir (Savaşların Sonuçlarını Etkileyen Salgın Hastalıklar, Engin KURT ).
Savaş şartlarını ağırlaştıran salgın hastalıklardan kolera, tuvalet disiplinin olmadığı zamanlar da kanalizasyonun içme suyuna karışması neticesinde oluşur. Mikroplu suyun içilmesi ya da kullanılması vücuda girişi için yeterlidir. Balkan Savaşı zamanında İstanbul’a Çatalca kadar yaklaşmış Bulgar ordusundaki Kolera salgını nedeniyle 16.000-30.000 askerin salgından dolayı ölmesi bir yerde İstanbul’u Bulgar İşgalinden korumuştur diyebiliriz (Kolera ve Çanakkale Boğazı* 1915 yılında, İngiliz Tıp Dergisi’nde yayınlanmış olan makale, Çeviren: Mustafa Kırışman, ÇTTAD, XI/23, (2011/Güz), s.s.151-155).
Balkan Savaşı zamanında Osmanlı Ordusunda 158 Subay, 12.070 askerin kolera ve tifodan şehit olduğu kayıtlarda yer almaktadır (Balkan Savaşları Sırasında Kolera İle Mücadele Prof. Dr. Metin Ayışığı, Türk Dünyası Araştırmaları Eylül - Ekim 2020, Cilt: 126 Sayı: 248 Sayfa: 49-64).
Birinci Dünya savaşında yalnızca hastalıktan ölen askerlerin sayısına bakacak olursak savaşarak ölenlerden kat ve kat fazladır. Misal, Avusturya Macaristan ordusunda 97.000, Fransa ordusunda 179.000, Rus Ordusunda, 395.000, İngilizlerin yalnızca Çanakkale savaşlarında 145.154, Alman Ordusu 166.000, Amerikan Ordusunda 60.000, Bulgar Ordusu’nda 24.000, İtalyan ordusunda53.000, Osmanlı Ordusu’nda ise Birinci Dünya Savaşında hastanelerdeki kayıtlara göre salgın hastalıklardan kayıpları 388 bindir(Prof. Dr. Hikmet ÖZDEMİR, Salgın Hastalıklardan Ölümler 1914 – 1918, Atatürk Kültür Ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları Xvı. Dizi – Sayı 104 ANKARA – 2005).
1914-1918 Dünya Savaşı’nda Türkiye hastalıktan ölümlerin, savaşarak ölenlerden daha fazla olduğu tek ülkedir. Bu savaşta asker ve görevli olarak orduya katılanların üçte biri hastalıktan ölmüştür. Dahası, silahaltına alınan gençlerin yalnızca yüzde 10-20’lik kısmı evlerine geri dönebilmişlerdir (Prof. Dr. Hikmet ÖZDEMİR, y.ag.e.).
Savaş şartlarında tuvalet disiplinine en etkileyici ve ders niteliğindeki örnek 2.Dünya Savaşı zamanında Kuzey Afrika cephesindeki Almanya ve İngilizler arasındaki El Alamein savaşında yaşananlardır. 1941 yılında Libya’dan taarruzla Mısır’ı, Süveyş Kanalını geçip Orta Doğu petrollerine ve İngilizlerin yaşamsal sömürge yollarını ele geçirmek için Çöl Tilkisi namlı ErwinRommel komutasındaki Almanlar birliklerinin yapmış olduğu çöl harekâtındaki yaşananlar basit bir tuvalet disiplininin ne kadar yaşamsal sonuçlar çıkardığını bizlere göstermektedir. İki dahi komutanın Rommel ve İngiliz General Montgomery’insavaşta gösterdikleri liderlik ve komutanlıkları ders niteliğindeydi. Mareşal Rommel’in öyle bir efsane olmuş hâli vardı ki, tüm İngiliz askerleri onun yenilmez bir komutan olduğu inancını yaşıyorlardı. Ancak böyle bir karizmatik ve psikolojik üstünlüğü olan Mareşal Rommel’in bile başa çıkamadığı sorunlar vardı.
Bu sorun İngilizlerin gizli silahı olan tuvalet disipliniydi. İngilizler takıntılı bir hâlde sağlık kurallarından taviz vermezlerken Alman birlikleri yıldırım harekâtı nedeniyle herhangi bir tuvalet disiplinine uymadıkları görülüyordu. Alman askerleri çölün her yerine tuvaletlerini yaparken İngiliz’ler derin kuyular açıp üzerine cephane sandığında Alaturka tuvalet şeklinde basma yerleri yapıp, bir örtüyle tuvaletin üzerini kapatıp sineklerin konmasına engel oluyorlardı. Almanların rastgele tuvaletlerini her yere yapmaları ve açıkta kalan dışkılara sineklerin konması ve devamında da o sineklerin yiyeceklere konarak dizanteriye neden olmasıyla Alman birliklerinin yarısından fazlası savaşamaz hâle gelmiş ve en sonunda Mareşal Rommelbile dizanteriye tutulmuş ve tedavi için birliğinden ayrılıp Almanya’ya gitmek durumunda kalmıştı. Almanlar çöl harekâtından hezimetle ayrılmışlardı, bu yenilgiye İngilizlerin kara ve hava üstünlüğü, ikmal sıkıntısının olmaması gibi yaşamsal üstünlüklerinin yanında Alman birliklerinin hastalıklarla savaşma azim ve karalılığın azalması da son derecede önemli bir faktördü. Evet koskoca Çöl Tilkisi Mareşal Rommel bir sineğin kurbanı olmuştu.
Evet tuvalet disiplini çok daha eski yıllardan beri Avrupa’da pek uygulanmayan bir olguydu. Bu disiplin dışı davranışlar şehirlerin yaşanmaz hâle gelmesine neden oluyordu.
Dönemin yazarları, Avrupa’nın birçok büyük kentindeki yaşam koşullarının bir kaydını bırakmışlardı. Şehirlerin inanılmaz bir sefalet ve pislik içerisinde olduklarını anlatıyorlardı. Almanya’nın Nüremberg şehrinde fosseptik kanalları nehirlere kadar üstü açık kanallardan oluşuyor ve o kadar çok pislik akıtılıyordu ki nehirlere, artık nehirler bu pislikleri taşıyamaz hâle geliyordu. Nehirlerin alçaldığı zamanlarda suyun azalıp lağımı akıtamadığı zamanlarda çekilmez bir hâle geliyordu. Nehirlerdeki pislikler artık arabalarla taşınıp şehir dışına taşınıyordu. Paris’in de Nüremberg’den pek fazla bir farkı yoktu. Şehir resmen insan pisliğine teslim olmuştu. Londra’da Thames nehri şehrin tüm pisliği ile dolup taşıyordu (Julie L. Horan, Tuvaletin Sosyal Tarihi).
Lodra’dakiFleet Nehri artık o kadar çok pislikle dolmuştu ki nehir olmaktan daha çok bir sokağa dönüşmüştü. Nehrin öyle bir pis kokusu vardı ki White Friars keşişlerinden birçok keşiş bundan dolayı öldükleri söz konusuydu. Pis kokudan kurtulabilmek için çözüm yolu tütsüler yakılmasıydı ancak hiçbir tütsü o muhteşem kokuyu bastıramıyordu.Thames nehrinin kenarında yer alan Parlamento binası da nehrin pis kokusundan çalışamaz hâle gelmişti. Kokudan kurtulmak için pencerelere gül yapraklarından oluşmuş torbalar asıyorlardı.
Şehirlerde dışkıları atacak bir akarsu, göl vb. bulunamazsa, çözüm açık arazilere boşaltmak oluyordu. Ancak şehirler kalabalıklaştıkça tüm pislikler sokaklara dökülmeye başlanmış ve sokaklardan geçilemez hâle gelinmişti. SherborneSokağı resmen Shiteburn Sokağı (shit; insan dışkısı) adıyla anılmaya başlanmıştı. Ebbegate caddesi pislikten dolayı yürünmez hâle gelince bu caddeden geçişler yasaklanmıştı. Paris için de değişen bir şey yoktu, Paris halkıda tüm pisliklerini, çöplerini sokaklara döküyordu (Julie L. Horan, y.a.g.e.). O dönem şehirlerin sokakları evlerden atılan kullanılmış su, dışkı, çöp, hayvan leşleriyle öyle doluyordu ki, sokakları temizlemektense o pisliklerin üzerine bir kat daha yol atılarak temizlenme yoluna gidildiği bilinmektedir (https://www.youtube.com/watch?v=i50t1rs3qnw, Gerçekten Pislik İçinde mi Yaşıyorlardı - Orta Çağ Avrupa Temizlik-Banyo ve Tuvalet Kültürü).(FOTO_17_ PİS_SOKAKLAR)
Şehirlerin, sokakların pislikten yürünemez hâle gelmesi, salgın hastalıklara davetiye çıkarıyor ve gelen salgınlar binlerce insanın kırılmasına neden oluyordu. Yöneticiler bu insanlığın başına musallat olmuş salgın hastalıklarla mücadele yolu olarak pisliklerin açıktan akan nehirlere ve sokaklara dökülmemesi onun yerine derince açılmış lağım çukurlarının kullanılması yönünde zorlamalara başlamıştı. Paris polisi 1522,1525 ve 1539 yıllarında evsel atıkların ve lağımların mecburi olarak lağım çukurlarına boşaltılmasının zorunlu olduğuna dair emirler yayınlamalarına rağmen halk her zamanki gibi kolayına gelen alışkanlıklarından vaz geçmemiş ve her türlü pisliği şehirlerin sokaklarına dökmeye devam etmişti.
Orta Çağda halkın çoğunluğu hâlâ oturak yani lazımlıkları kullanabiliyor, yaygınlaşmamış tuvaletlerin rahatlığından istifade edemiyordu. Topraktan ya da madenden yapılmış kaba saba yapılmış oturaklar tarihçiler için sorun teşkil ediyordu. Yapılan bu oturakların yemek ya da tuvalet ihtiyacı için mi yapıldıklarına ilişkin kararsız kaldıkları anlar oluyordu
Orta Çağda çoğunluk hâlâ MÖ 5’inci yy’de Antik Yunan’da kullanılan oturak, lazımlıkların benzerlerini kullanıyorlardı. Antik Yunan döneminde efendileri için kölelerin ellerinde Lasana-Lekane (Büyük tuvalet için) ve Amis (Küçük tuvalet için) olarak adlandırılan ve sadece erkeklere özel toprak kapları taşıdıkları ve efendilerinin bu kaplara ihtiyaçlarını karşıladıklarını betimleyen o dönemden kalma vazo resimlerini görebilmekteyiz. Kadınlar içinse Skaphion adlı kapların kullanıldığı bilinmektedir. Antik Yunan ve çevre kültürlerde görüldüğü üzere tuvalet için bir mekândan ziyade oturak ve lazımlıkları daha erken çağlarda ise doğal ortamları kullandıkları anlaşılmaktaydı(Onur Gülbay, y.a.g.e.).
Orta Çağ’da tuvalet sorununu giderebilmek için kafa yoranlar da vardı. Pratik ve kalıcı bir sabit tuvalet ihtiyacı için 1449 yılında Thomas Brightfield adlı bir girişimci ya da bir mucit acemice de olsa bir tuvalet sistemi oluşturmaya çalıştı. Tazyikli yağmur suyunu bir boru ile yönlendirip atıkların bir sarnıca, kuyuya dökülmesini sağlayan taştan bir tuvalet icat etti ancak bu sistem taşmayı ve içeriye kötü kokuları engelleyecek bir valfi tasarlayamadığından pek de başarılı bir buluş olarak değer görmemişti.
Orta Çağın sonunda yenilikçi bir takım insanlar,çoğunluğun hâlâ doğaya ve oturaklara defi hacet ettiği zamanlarda banyoya gitmek konusunda farklı yöntemler deniyorlardı. Hareketli parçalardan oluşan tuvalet yönündeki gelişmelere halk nedense pek teveccüh de bulunmayıp eski düzende işlerini halletme yolunu tercih etmişlerdi. Hâlâ insanlarda yıkanmak ve defi hacet olaylarında, daha önce de yazdığımız gibi, vücuduna dikkat etmeyi falan dinden çıkma ve görgüsüzlük olarak görüyorlardı. Yeni icat edilen tuvalet sistemi çok fazla su gereksinime ihtiyaç duymasından dolayı istenilen ilgiyi görmemişti. Bu şekilde tuvalet için daha üç yüz yıl daha beklenecekti.
Topuklu ayakkabı mucitleri arasında haklı bir yeri olduğu rivayet edilen dönemin en önemli aktörlerinden Leonardo Da Vinci’nin bu konuda bir düşüncesinin olmaması imkânsız bir şey gibiydi. Da Vinci sağlıklı bir kent için çalışmalar yapmış ve o dönem fikirleri gerektiği kadar değer görseydi, 16’ıncı yy’de belki de şehirler yaşanası yerler olacaktı. Da Vinci birçok tuvalet yapılmasını, tuvaletin oturma yerinin turnike benzeri dönebilen bir mekanizmaya sahip olarak karşı ağırlık sistemiyle dışkının aşağıya sevk edilmesini öneren ve şehrin fosseptiğinin denize ya da nehirlere akıtılarak kentin pisliklerden kurtulmasını planladığı projesine pek kulak asılmadığını kentlerin pislik içinde kalmasından anlıyoruz. Da Vinci ayrıca, binalarda üst katlara erişim için spiral merdiven tarzını önerdiği çünkü kare şeklinde yapılan merdivenlerin katlar arasındaki merdiven boşluklarına tuvalet muamelesi yapılmasından binaların pislik içinde kaldığını belirir.
O yıllar yenilikçi tuvalet arayışlarına kimsenin teveccüh etmediği ve hâlâ eski düzen lazımlıkların egemenliğinin devam ettiği yıllardı. Oturakların artık birer sanat eseri olma yönünde gelişmeler yaşanıyordu. Oturaklar sahibinin kişiliğini ve sosyal statüsünü gösterir olmuştu. I.’nci James’in gümüşten, Kardinal Mazarini’nin kadife ve altın püsküllü camdan, 14’ncü Louis’nin ise gösterişli kişiliğine uygun kraliyet armalarıyla süslenmiş altından bir oturağı vardı.
Roma döneminde olduğu gibi torunları da, Avrupa kentlerinde ataları gibi insan pisliğini imha ederken oturaklarda ürettikleri dışkıları pencerelerden sokağa atıp görece onlardan kurtuluyorlardı. İngiliz kralı 8’inci Henry 1544 yılında şehirlerin pisliğinden şikâyetçi olmuş ve beş yıl sonra oğlu 6’ncı Edward Parlamentoya bu pislikleri taşıyacak bir kanalizasyon sistemi yapılmasını istemişti.
Paris’te evde üretilen dışkıları pencereden boca ederken, aşağıda sokaklarda dolaşanları gökyüzünden gelen bu tehlike için pencerelerden aşağıya doğru dışkıları atmadan önce bağırarak ikaz ediyorlardı. Fransız bir kadın oturaktaki dışkıları pencereden aşağıya doğru boşaltırken sağ olsun, aşağıdaki insanları uyarmak için “Gardezl’eau” (Suya dikkat et) manasında bağırırlarmış ( Julie L. Horan, y.a.g.e.).Yıllar içerisinde gardeloo şekline dönüşen bu söz ileriki yıllarda İngilizce’ye“Loo” tuvalet karşılığı olarak girdiği düşünülüyor (https://www.quora.com/Why-is-a-toilet-called-a-loo).İngilizler oturakları pencereden boşaltırken aşağıya doğru “Tanrı sizi korusun” ibaresini de ekleyip o şekilde bağırırlarken İtalyanlar ise “Fenerinizi uzak tutun” biçiminde bağırdıkları kayıtlara girmiş.
Sokaklarda yürürken başlarına bu şekil bir kaza gelmesin diye özellikle centilmen erkekler kadınların sol tarafında yürüyerek pencerelerden gelebilecek korkunç saldırılara karşı kadınlara kalkan olurlarmış. Muhtemelen şu modern dünya da nezaket kuralları kapsamında erkeğin kadının sol tarafında yürüme kuralı taa o zamanlardan kalma olabilir.
Roma dönemimde umum tuvaletler olan Latrina’lardan faydalanamayan vatandaşlar yine lazımlıklara defi hacet olayını devam ettiriyorlar ve geceleri de pencereden aşağıya boca ediyorlardı. MS 1 ya da 2’inci yy’da yaşadığı bilinenRoma’lı hiciv üstadı şair DecimusJuniusJuvenalis’in ünlü hiciv şiirlerinden oluşan “Satires” adlı eserinde pencerelerden atılan dışkılar için birkaç satır yazmışve “Vardır sokakta gürültülü pencereler, iyi tanrılara yalvar ve düşün şansın ne kadar azdır, payına düşen yalnızca oturaklardır…” diye yazarak bu sorunu dile getirmişti. Esprili bir biçimde de “Bilinmeyen tepelerden inen gümbür gümbür fırtına” diyerek olayın vahametini ifade etmiştir(https://en.wikipedia.org/wiki/Satires_(Juvenal) (Onur Gülbay, y.a.g.e).
Pencerelerden oturaklardaki insan dışkısı atıldığı gibi bazıları herhâlde uğraşmak istemediğinden olsa gerek pencereden lazımlığı, oturağı komple atıyorlardı. Bu tehlikeli durum için Paris’teki yetkililer 1395 yılında oturakların pencerelerden atılmasını yasaklayan emirler vermesine rağmen bu uygulama 17’nci yy’e kadar devam ettiği bilinmektedir.
Sokaklara atılan pislikleri temizleyenlere o dönem yani İngiltere’de Tudor Hanedanı zamanı bu temizlik işlerini yapanlara “Leşçiler” adı verilmişti. Bunlar sokakların temizlenmesi ile bu konulardaki anlaşmazlıkların çözüm bulmasını sağlayan kamu sağlık memurlarıydı.
Tuvalet disiplini olmamasından kaynaklanan salgın hastalıklar, çevreye saçılan, pencerelerden atılan dışkılar şehirleri yaşanmaz hâle getirdiği gibi şehrin bu pis kokusundan kurtulabilmek için insanlar ceplerinde çiçek yaprakları bulundurmaya başlamıştı. Çiçek ve parfüm kokuları bu çekilmez hâle gelen pis kokuları hafifletmeye yardımcı oluyordu. Çiçek haricinde bazen de kokulu tütsüler istenmeyen pis kokuları baskılamakta kullanılıyordu. İngiltere’de aşırı kokudan rahatsız olan 8’inci Henry içinde çiçeklerden yapılmış bir potpuri bulunan portakal kabuğundan yapılmış bir buket taşıdığı bilinmekteydi. Nehirlere akıtılan dışkı yığınları öylesine bir koku yayıyordu ki kokudan ölenlerin dahi olduğu söyleniyordu. Londra’daki Thames nehrindeki kokuşma öyle bir hâle gelmişti ki Parlamento çalışmalarını dahi engeller hâle gelmiş, kokuyu hafifletebilmek için pencerelere gül yaprakları asılır hale gelmişti.
Orta Çağın bitip Yeniçağın ilk yıllarında tuvalet anlayışının ilk uyanışları başlar gibiydi. Yüksek sosyete mahremiyet konusunda önemli bir değişime doğru yol alıyordu. Oturakların çevresinin kapatılması, yada tabure şekline dönüşmesi ilk tuvaletin formu hakkında ipuçları vermeye başlamıştı. Bu yeni möbleli oturaklara sahip asilzadeler kapalı kapılar ardında gönül rahatlığı ile defi hacetlerini yapar hâle gelmişlerdi.Avrupa sosyetesi artık yaşam alanlarına bu oturaklar için küçük odalar eklemeye başlamışlardı.
8’inci Henry'nin gayri meşru bir kızıyla evlenip oldukça zenginleşen daha sonra da Prenses Elizabeth'in hizmetçisiyle ikinci evliliği yapıp bu evliliğinden doğan ve Kraliçe Elizabeth’in çokça sevdiği vaftiz oğullarından Sir John Harrigton (1560-1612) şairliğinin yanında mucitlikte yapıp tarihteki ilk sifonlu tuvaleti icat etmiştir(https://www.britannica.com/biography/John-Harington). 1596’da klozete benzer bir tasarım yaparak, tuvalet tarihine önemli bir katkı vermiştir. “Ajax” adını verdiği çağdaş tuvaletin ilk temsilcisi olan bu buluşu, ne yazık ki 16’ncı yy toplumunda hemen benimsenmediği gibi Kraliçe Elizabeth’den de beklediği desteği alamadı. Çalışması çok gürültülü ve aşırı su sarfiyatı nedeniyle benimsenmeyen ve gerçek manada modern tuvaletin 1775 tarihinde bulunmasına kadar neredeyse 200 yıl kadar daha eski usul oturaklara, dağlara taşlara, her yere defi hacet yapılmaya devam edilecekti.(FOTO_21_SİR_HARİNGTON)
İngiltere 17’nci yy’ın ikinci yarısında iki önemli toplumsal olayla sarsılmıştır. Birincisi,çevresel kirliliğe neden olan ve kentleri yaşanmaz hâle getiren, pislikten dolayı sokakların yürünmez hâle gelmesine sebep olan tuvalet kültürünün olmamasının oluşturduğu ortamın da büyük etkisi olan Avrupa’da milyonlarca insanın ölmesine sebep olan 1666 yılındaki Kara Veba salgının yaşanması, ikincisi ise 1667 yılındaki büyük yangın olayıdır.
Londra’daki 1667 büyük yangını doğrusunu söylemek gerekirse Tanrının büyük bir lütfu olduğu anlaşılmıştı. Sokakların abartmasız on beş yıl boyunca temizlenmediği Londra’da (JulieL. Horan, y.a.g.e. s.73) bu yangın doğal bir temizlik operasyonu gibiydi. Bu yangının silip süpürdüğü hastalık taşıyan haşere yuvası bakımsız mahalleler bir çırpıda yanıp gitmişti. Kentin büyük bir bölümünün yanıp yıkılmasıyla, şehir plancıları büyük bir fırsat yakalamışlar ve kentin sağlıklı koşullara uygun olarak yeniden planlama imkânını yakalamışlardı. Bu fırsatı değerlendiren Parlamento, yapısal zorunluluklar getirmiş ve evlerin yüksekliği, sokakların genişliği, lağım çukurlarının, kanallarının inşasını belli koşullara bağlamıştı. Gel gör ki hükümetin ortaya koyduğu bu zorunlulukların pek de kıymet-i harbiyesinin olmadığı yaşanan süreçte ortaya çıkacaktı.
4’üncü Henry Louvre Sarayının pis koşullarını öylesine tiksindirici buluyordu ki, soyluların defi hacetlerini sarayın bir köşesinde gidermelerini yasaklamıştı. Sarada herhangi bir yere küçük su dökmenin cezası çeyrek kronluk küçük bir para cezası vardı.
Avrupa hükümdarları, vatandaşların temizlik alışkanlıkları hakkında pek çok eleştirel şeyler söylemişler, sarayda iğrenç uygulamaları önlemek için birçok emir vermiş olmalarına rağmen yine de kraliyet mensupları kendi koymuş oldukları kurallara riayet etmedikleri görülmüştür. Birkaç küçük misal vermek gerekirse;
AvusturyaMacaristan İmparatoru’nunannesi Anne, Fransız sarayında bir perdenin arkasında küçük su dökerken (yani işerken) yakalandığı,
Fransa veliahtı St. Germain sarayında dışkılamak ve işemenin yasak olduğu hakkında bir ferman yayınlamış ancak fermanın yayınlandığı daha ilk gecede kendi odasının duvarına işediği,
Güneş Kral 14’üncü Louis’in dostu Guiche kontu 1658 yılında saraydaki bir baloda dans ettiği kadının elbisesine çaktırmadan işediği,
İngiliz Kralı 2’nci Charles, 1666 veba salgını zamanında hastalıktan kaçmak için Londra’dan Oxford’a kaçmıştı. Oxford sakinlerinden AnthonyWood bu günleri aktardığı günlüğünde kral ve maiyetinin pisliklerini gayet açıkça belirtmişti. “Görünüşte düzgün ve neşeli olmalarına rağmen, aslında son derecede iğrenç ve pistiler. Atıklarını (dışkılarını) şöminelere, odalara kilerlere, mahzenlere kısaca her köşeye bırakıyorlardı. Kaba saba, zalim, seks düşkünü, kibirli, boş, aldırışsız.”oldukları,
Fransa Kralı 1’nci Francis, metresini ziyaret ettiği bir gün,kadının aşığı yakalanmamak için şömineye saklanmış, kral metresiyle seviştikten sonra, yaygın bir uygulama olan şömineye işeme ile rahatlamış ve kadının aşığı kralın idrarıyla bir hayli ıslandığı tarihi kayıtlarda yerini çoktan almıştı. (JulieL.Horan, y.a.y.e.,)
Fransız aristokrasisinin zinhar su ile temasının olmadığı, sıcak suyun hastalıklara davet çıkaracağı anlayışı, suyun, banyonun Monarşi döneminde asil olmayan sınıfa, avama, amelelere, sokak kadınlarına ait bir uygulama olduğu, aristokrat sınıfının zinhar banyo gibi bir dertlerinin olmadığı, 14’ncü Louis’in hayatı boyunca sadece üç kere banyo yaptığı (dünya tarihinin en pis sarayı versay (versailles) sarayı, (www.youtube.com/watch?v=CgKUTrSuPV8)tuvalet alışkanlıklarının anladığımız biçimde olmadığı, balolarda erkeklerin tuvalet ihtiyacını sarayın büyük perdeleri arkasında rahatlıkla yaptığını, kadınların ise o şişkin geniş elbiselerinin altına yerleştirilen oturaklara yaptıklarını yetkin tarihçimiz Prof. Dr. İlber Ortaylı bizlere aktarmaktadır (“Fransız Aristokratlar Yıkanmazdı, Kıyafete Monte Edilen Tuvalet'”, www.youtube.com/watch?v=ud91ExT_nu8).(FOTO_22_SARAY_KIYAFETİ)
Fransız saraylarının bu durumunu, 1720-21 yılları arasında Fransa’ya gönderilen ilk elçilerden 28’inci Mehmet Çelebi’nin Fransa’da gördüğü yenilikleri ve bu ülkeye ilişkin gözlemlerini dönüşünde bir araya getirerek hazırladığı sefaretnameden öğreniyoruz. Hazırladığı Sefaretnamesini III. Ahmet ile Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ya sunmuştur. Çelebi Fransa’da gördüğü tiyatro, opera, rasathane ve hastanelerden, askeri organizasyonlardan, hayvanat bahçesinden, konaklar ve saraylardan övgüyle bahsetmiştir. Çelebi’nin sefaretnamesinin ‘Lale Devri’ diye adlandırılan döneme bir zemin hazırladığı düşünülmekte ve Osmanlı Devleti’nin modern dünyaya açılışının ilk basamağı olarak kabul edilmektedir (İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü Mimarlık Tarihi Doktora Programı 2009-2010 GüzYarıyılı Fransa’da Bir Osmanlı Temsilcisi: 28 Mehmet Çelebi, Doğu-Batı Bağlamında Türk Mimarlığı Prof. Dr. Turgut Saner Hazırlayan: Rana Ata).(FOTO_23_MEHMET_ÇELEBİ)
Fransa’ya oğlu ile elçi olarak giden Mehmed Çelebi Fransa’da birçok yeniliklere hayran kalırken Çelebi'nin yanında Paris’e götürdüğü oğlu Said Mehmed Efendi, orada basımevlerini gezmiş, ayrıntılı bilgiler toplamış, İstanbul’a döndükten sonra da İbrahim Müteferrika ile ortak ilk matbaayı kurmak için harekete geçmiştir(https://tees.yesevi.edu.tr/madde-detay/sefaret-name-i-fransa).28’inci Mehmet Çelebi Fransa’nın görmüş olduğu birçok şeyden etkilenirken kendisinin ve maiyetinin duruşlarından, tavırlarından kılık ve kıyafetlerinden Fransızlarda bir hayli etkilenmişler ve Avrupa’da bir Türk modası estirmişlerdi. Osmanlı kıyafetlerinin kumaş, renk ve stillerinden etkilenen Fransızlar ‘Turquerie’ denilen yeni bir moda akımı başlatmıştır. Edebiyat, resim, sahne sanatları ve dekorasyon gibi alanlarda Türk temaları yaygınlaşmış, bilhassa Türk karakterlerinin yer aldığı romanlar, bale ve operalar sıklıkla görülmeye başlanmıştır. Balolarda Türk kıyafeti giymek, Türk kıyafetiyle portre yaptırmak dönemin yaygın modaları hâline gelmiştir. 1700’lerin Fransa’sında Türk elbiseleri giyerek portre yaptırmak moda olmuştur. Örneğin, Fransız sarayı soylularından Madame de Pompadur ve Madame de Burry dönemin ünlü ressamı Carle Van Loo’ya Türk elbiseli portrelerini sipariş etmişlerdir.
C. S. FvartSoliman ‘II ouLesTroisSultanes’ adlı komedisinde Kanuni ve Hürrem Sultan’ın muhabbetlerini ele almıştır. Rameau da ‘LesIndesGalantes’ adlı operasında Türk temasını işlemiştir. İlk olarak 1735’te sahnelenen bu operanın birinci perdesi ‘Gönlü Yüce Türk’ adını taşımaktadır. Sahne sanatlarında Türk karakterleri ve mehter melodileri, yüzyılın sonlarında Mozart’ın ünlü ‘DieEntführungaus dem Serail’ (Saraydan Kız Kaçırma) operasıyla daha da yayılmıştır. Mozart’ın ayrıca ‘Rondo alla Turca’ ve ‘Menuett alla Turca’ besteleri ve ‘GranPartita’ sonatı ‘Turquerie’ akımının örnekleridir. Mozart, Haydn ve daha sonra Beethoven ve Rossini gibi besteciler eserlerinde Türk nağmelerine yer vermiştir. Beethoven ‘Marcia alla Turca’ adlı bestesinde, Rossini ise ‘IlTurco in Italia’ adlı operasında Türk temasını ve melodilerini kullanmıştır (Hazırlayan: Rana Ata,y.a.g.e.).
28’nci, Mehmet Çelebi etkilediği ve etkilendiği Fransa’da konumuzla ilgili olan tuvalet kültürü ile görmüş ve anlatmış olduğu ve açık kaynaklardan elde edilen bilgiler ışığında Fransız Saraylarının tuvalet açısından içler acısı bir hâlde olduğundan bahseder. Çelebi Mehmet anılarında “Fransızların er-avret su gibi parfüm kullandıklarından bahseder. Ancak çevreden gelen pis kokularla parfüm kokularının birleşerek daha beter bir koku oluşturmasından ve bunun da hiçbir parfüm cinsi tarafından bastırılamadığından yakınır.” Çelebimiz, yurda döndüğünde ayağının tozuyla Türkçe Deyimler Sözlüğüne bir özdeyiş hediye eder; “üzerine tüy dikmek” diye… Hatanın hatayla telafi edilmesi karşısında sarfetmiş bu sözü. Versay Sarayı kaynaklı bu “tüy dikme” metodu şöyle uygulanıyormuş. Koridor köşelerine hacetlerin büyüğü giderildiğinde uşaklar, bunları dışarıya atmadan önce bir kaz tüyünü içine sokarlarmış. Birkaç gün sonra da tüyden tutarak, sertleşmiş olan haceti, pencereden dışarıya fırlatırlarmış. Çelebi’nin Türkçeye katmış olduğu bu deyimin diğer bir rivayeti ise kral ya da kraliçe istediği yere çömelir fazlasını mermerlerin üzerine bırakırmış. Saraydaki diğer “mavi kanlı” diye anılan asiller de onların yaptığını yaparlarmış. Özellikle kadınlar uzun ve kabarık etekleri nedeniyle daha da avantajlı durumda olmaları nedeniyle zorluk çekmezlermiş.Sarayın temizlik görevlileri mermerler üzerine bırakılmış mavi kan dışkılarını toplarmış.Marie Antoinette, mermerlere bırakılan dışkıların arasında kendisine ait olanın üzerine peruğunu süsleyen tüylerden birini dikermiş (https://youtu.be/u0jNGvuA1SM, www.instagram.com /hergun1yenibilgi 2022).
28’inci Mehmet Çelebi’nin kadın erkek herkesin su gibi parfüm kullandığından bahseder. Genel inanış Parfümün pis kokulu saray ortamından dolayı Fransızlarca bulunduğu yönündeki inanış ne yazık ki bir şehir efsanesidir. Parfümün, tarihin ilk çağlarından beri bilinen bir şey olduğu yazılı kaynaklardan öğreniyoruz. İnsanlık tarihi kadar eski olan parfüm, Latince; vasıtasıyla, aracılığıyla manasındaki “Per” kelimesiyle, duman anlamındaki “fumus” kelimesinin birleşiminden “dumandan” anlamına gelen bir kelimedir. Parfüm ilk çağlardan beri tütsü şeklinde kullanılagelmiş bir şeydi
Dünyanın ilk kayıtlı kimyacısı Tapputi adlı bir kadındır. Varlığı MÖ 1200'de Babil Mezopotamya'sında bir Çivi yazısı tabletinde kaydedilen bir parfüm üreticisidir.
İtalya'nın Floransa kentindeki Santa Maria DelleVigne veya Santa Maria Novella rahiplerinin parfüm tarifleri 1221'den itibaren kaydedildiği ve Parfümeri sanatının Rönesans İtalya'sında iyice geliştiği bilinen bir olguydu.
Tarihi süreç içerisinde birçok medeniyet parfüm ile ilgili çalışmaları, buluşları olmuş, günümüz manasında modern parfüm anlayışı, 1370 Macarların Kraliçe Elizabeth’inin kullanımı için Macaristan topraklarında üretilen parfümdür. Dünyadaki ilk modern parfüm olarak kabul edilmektedir. Alkolden oluşan bir solüsyon içerisinde esansların çözülmesini sağlayarak üretilen bu parfüm Macar’lar ile öylesine özdeşleşmişti ki bütün Avrupa onu ‘Macar Suyu’ olarak isimlendirmekteydi.
Bugün aşina olduğumuz iki tür parfüm, Eau de toilette ve Eau de cologne'dur. Kökenleri 14. ve 18. yüzyıllar arasındaki döneme kadar uzanır. Macaristan Kraliçesi Elisabeth için 1370 yılında üretilen parfüm günümüzde dünyanın ilk Eau de toilette'i olarak kabul edilir.
1709 yılında, İtalyan parfümcü Giovanni Maria Farina, Almanya’nın Köln kentinde kaldığı sırada, kendi imkânlarıyla turunçgiller ve çiçek esanslarıyla alkolbazlı bir parfüm üretti. “KölnischWasser” adıyla piyasaya çıkan bu ürün “Köln Suyu” anlamına geliyordu. Yeğeni GiovanniFarina sayesinde bu ürün Avrupa’da hızla yayıldı ve popülerleşti. Fransızca “Eau de Cologne” adı verilen Köln Suyu bugün kullandığımız alkol bazlı ve hafif çiçeksi, turunçgil esanslarından oluşan kolonyanın modern anlamda atası oldu.
İlerleyen dönemlerde İtalya parfümün merkezi oldu. 16. yy’da İtalyan soylu bir ailenin kızı Catherine de Medici, dönemin Fransa kralıyla bir evlilik gerçekleştirdi. Bunun üzerine sahip olduğu tüm bilgi birikim ve kendi parfüm yapımcısı René le Florentin ile Fransa’ya yerleşen Catherine, Fransa’yı hem hammadde hem de parfüm üretimi ve ticaretinin anavatanı hâline dönüştürdü.
Catherine de Medici ufak tefek bir kadın. Daha önceki yazımızda bahsetmiştik. Bu ufak tefek kadın evleneceği gün boyunun kısalığından muzdarip olunca saraydaki sanat danışmanlarından olan Leonardo Da Vinci’ye bu problemi çözmesi için başvurulmuş ve rivayete göre Da Vinci boyunu yüksek göstermek için topuklu ayakkabı yapmış ve bu sayede Fransa’da topuklu ayakkabıyla tanışmış olmuştu (Ancak, Da Vinci bir önceki yazımızda bahsettiğimiz gibi bu düğünden yıllar önce vefat etmişti, ama yine de yapmış olduğu icatlar göz önüne alınırsa bir topuklu ayakkabı yapması kadar doğal bir şey yok gibi, daha önce planlayıp öldükten sonra belki ortaya çıkmış olabilir). Bu ufak tefek kadın Fransa’ya yalnızca topuklu ayakkabıyı değil daha birçok, şu an Fransa ile anılan şeyleri tanıştırmıştı.
Yanında çeyiz olarak getirdiği, binlerce resim, heykel ve haritalarla Fransız sanat anlayışının tarihsel mirasının oluşmasını sağlamıştır.Catherine, Fransa’ya sadece İtalyan sanat anlayışını değil aynı zamanda tatlı etmek anlayışını da getirmiştir. 1540 yılında Floransa’dan getirttiği Panterelli isimli ekmek ustası zamanın ruhuna uygun basit tarifleriyle ağır sınıfsal farklılar ile bölünmüş Fransız toplumunu ortak bir tatta birleştirmeyi başarmıştır. Catherine de Medici’nin sayesinde Fransız mutfağına kazandırılan ve oradan bütün dünyayı saran bu tatlı ekmeklerden “ekler”, yine Profiterol isimli çikolata içinde yüzen küçük tatlı pastacıkların da Catherine’in sayesinde Fransız mutfağına oradan da dünya mutfaklarına yayıldığı bilinmektedir. Ayrıca, Fransız tarihinde ayrı bir yeri olan Catherine’ninFransız Mutfağını çatal, zeytinyağı, tatlı ve lezzet alınabilir ekmek, sofralık şarap ve kuru fasulye ile tanıştırmıştır(www.gunceltarih.org/2011/11/fransaya-catal-ve-pastaclg-tantan-kadn.html).
Avrupa'nın parfüm ve kozmetik üretim merkezi olan Fransa, 14. yy’dan itibaren parfümlerin ham maddesi olarak çiçek yetiştirmeye başladı. Özellikle Grasse, dünyanın parfüm başkenti hâline geldi ve GalimardParfumeur ve MolinardParfumeur gibi var olan en eski parfüm üreticilerinden bazılarının varlığına hâlâ ev sahipliği yapıyor.
Modern anlamda günümüze uygun tasarlanmış ilk parfüm, ABD Başkanı Kennedy’nin gönül ilişkisi olduğu ve telefonda yaptığı erotik konuşmalarından birinde Kennedy’nin muhtemelen gecenin ilerleyen saatlerinde romantik bir ortamda, elinde Ankara Jusmat’da görevli ortaokul arkadaşının hediye getirdiği Tekel üretimi, buzlu Ankara Viskisi, İzmir Tekel fabrikası üretimi Uzun Samsun sigarası ile efkâr dağıtırken şöminenin aydınlattığı loş bir oda da, 20. yüzyılın en ünlü sinema yıldızlarından ve seks sembollerinden biri olan Norma JeaneMortenson yani bildiğimiz adıyla Marilyn Monroe’ya gayet manidar bir biçimde, Önder Somer tavrıyla ‘’şimdi üzerinde ne var? Diye sorması üzerine Marilyn Monroe’nun bu soruya karşı, aşırı iç gıcıklayıcı, tahrik edici, kısık bir ses tonuyla kısa ve net bir şekilde “Chanel No 5” cevabını verince, zaten Sovyetler Birliği ile Küba krizinin yükselttiği tansiyonu bir de MarlynMonro’nun bu baştan çıkarıcı cevabıyla iyiden, iyiye tansiyonu artan, eli ayağı dolanan Kenedi, pikapta çalan Müslüm Gürses’in “Bu dünyayı yakarsa garipler yakar” şarkısını da dinleyince “zaten Marlyn’in aşkından yanmışım, dünya yanmış çok mu?” deyip her daim yanında taşıdığı ve içinde bütün nükleer füzelerin ateşleme sisteminin yer aldığı kırmızı ateşleme butonu bulunan, şifresi de doğum tarihi 1917 olan siyah Ceymis Bond çantayı açar ve dünyadaki tüm nükleer füzeleri tam ateşleyecekken, telefonun diğer ucundan Marly’inin“aşkım orda mısın? Sesin biran için gitti de” diye konuşması gelince, artan ve tavan yapan tansiyon hemen düşmüş ve Kenedi bir yudum Ankara Viskisi ve bir fırt da uzun Samsun sigarasından çekip kendine gelince, kırmızı butona basmaktan hemen vazgeçmiş ve Ceymis Bond çantayı kapatarak şifreyi de 0000 hâline getirir ki yabancı, kötü emelli insanlar çantayı açamasın. Evet bu dünyayı neredeyse cehennem ateşine çevirecek füze krizine neden olan, 1921 yılında üretilen ünlü Fransız moda markası Chanel’e ait ikonik No 5 parfümü yukarıda bahsettiğimiz gibi günümüze uygun tasarlanmış ilk parfümdür.
Şimdi tarihin karanlık odalarında kalmış olan ve dünyayı bir nükleer savaş hâline sokacak olan ünlü Küba krizinin bilinen sebepleri olarak Sovyetlerin Küba’ya nükleer füze rampaları kurması bunun üzerine de Amerika’nın Küba’yı denizden ablukaya alması ve işgal etmesi olarak bilinse de asıl ve gerçek sebep MM’nun üzerimde sadece Chanel No.5 var demesi ve Müslüm Gürses’in “Bu dünyayı yakarsa garipler yakar” şarkısının etkisi olduğunu hiçbir istihbarat örgütü dahi bilmez, Krizi engelleyen ise, ne Kruşçev ile Kenedi arasındaki diplomatik mektuplaşmalar ne de birbirlerine verilen sözlerdir, yine gerçek sebep olarak Kenedi’yi oldukça rahatlatan MM’nun“Aşkım orda mısın? Sesin biran için gitti de”konuşması üzerine keyif sigarası olarak uzun Samsun sigarasından bir iki fırt çekmesi ve keskin meşe tadı içerisinde buzla harelenmiş Ankara Viskisinin müthiş yatıştırıcı etkisi olduğunu da kimse bilmez.
EvetOrta Çağ ve Yeni Çağın başlarında istenmeyen kokuları, tütsüler, diğer parfümler ve ellerde tutulan çiçek buketleri ile baskılamanın yolları aranıyordu. Bu kokulardan kurtulmanın en fenni yolu tuvalet kültürünün ve disiplininin sağlanması ile olacağı çok aşikârdı.
İlk tuvaletlerin kullanılmaya başlandığı zamanlarda varlıklı insanların sahip olabildiği bir şeydi. Tuvaletlerin ilkel biçimli hâlleri ancak az sayıda birkaç zenginin evinde bulunabiliyordu. İngiltere Kraliçesi Anne’in (1665-1714), Windsdor şatosundaki giyinme dolabında küçük bir tuvaleti vardı ancak U borusu ve valfın olmamasından dolayı aşağıdaki tüm lağım kokuları direk odaya doluyordu. İşin inanılmaz bir tarafı da yazar Horace Walpole tarafından evlerinde tuvalet olan insanların ahlaki yönden yozlaşmış olduklarına inanması ve savunmasıydı.
1700’lerin sonları, “gerçek” anlamda çağdaş temizlik imkânlarının başladığı yıllar olarak kabul edilebilir. Oturakların mobilyalar arasına yerleştirilerek basit anlamda klozetlere dönüşmesine ve bir sonraki yüzyılın çağdaş tuvaletlerine dönüşmesine yol açmıştı. 1775’de İngiltere'de bir saat yapımcısı olan Alexander Cummings tarafından yapılan bir icatla başlayıp Joseph Bramah’ın düzenlemeleriyle zirveye çıkmış ve 17’inci yy kokusuz bir tuvaletin ilk müjdesini vermişti. 1775’de Londralı AlexsanderCummings, sifonlu bir tuvalet için ilk patentini almıştı artık. Tasarımı büyük ölçüdeSir John Harigton’un iki yüzyıl önceki acemice icadından geliştirilmişti. Valf sifonu ekleyerek daha az koku oluşmasını sağlamıştı. Tuvaletlerden evlere yayılan kötü koku ise 1849 yılında StephenGreen'in 'U' şeklinde bir boruyu tuvaletin çıkışına monte etmesi ile son buldu.
İngiltere’nin en önde gelen sağlık reformcusu EdwinChadwick 1842’de İşçi Sınıfının Sağlık Koşulları adlı bir rapor hazırlamış ve fosseptiğin suya karışmasıyla dizanteri, kolera ve tifüs hastalığının oluştuğunu tespit etmiş ve bunu engellemenin yolunun modern kanalizasyon sistemi ile çözüleceğini raporlamıştı.
1848 yılındaki kolera salgınının patlak vermesi ile Londra belediyesi, kentin kanalizasyon sistemiyle ilgili yapmış olduğu araştırmada Chadwick’in raporu nun ne kadar da doğru olduğu ortaya çıkmış ve bu rapor doğrultusunda Londra yönetimi ilk “Kamu Sağlığı Yasası”nı çıkardı. 1872 yılında ise Metropolis Su yasasını çıkardılar ve standartdize edilmiş kanalizasyon sisteminin oluşturulması amaçlanmıştı.
Tuvalet sistemlerinin geliştirilmesine devam edilmiş ve 1884 yılında Thomas Crapper“Valfsiz Pis Su Önleyici” sistemi ile mükemmel bir tuvalet anlayışına kavuşmuşlardı. Su kaybını önlerken kullanımdan sonra suyun yeniden dolmasını sağlıyordu. Crapper’in bu temizlik ve sağlık alanındaki buluşu ona Kraliçe adına bir şövalyelik kazandırmıştı.
1870 yılında ise tasarımı Stevens Hellyer tarafından yapılan Optimus tuvaleti bütün sistemi içinde gizleyen klozeti ile sistemi daha da geliştirmişti ve bu yeni Optimus,Buckingham Sarayı,WinsdorŞatosu, Hampton Sarayında kullanılırken Rus Çarı,Tayland Kralı ve Wellington Dükü’nün de ilgisini çekmiş ve birer Optimus sahibi olmuşlardı.
Buluşların ardı arkası kesilmiyordu. Yapılan icatlar tuvaletin kalitesini arttırıyordu. Jennings adlı tasarımcı “Ayaklı Vazo” adlı buluşuyla 1884 yılında Sağlık Sergisinde altın madalya kazanmıştı. Bu sistem çanaktaki pisliği etkili bir biçimde temizlemesi ile ilgi çekmişti. Yapılan denmede içine 10 elma, bir sünger parçası ile dört parça kâğıttan oluşan atığı bir sifon çekmesiyle vazodan silip süpürmüştü. Tuvaletin babası olma hakkı büyük ölçüde Jennings hakediyor gibiydi. Daha sonra kendine ait “yüzyılın klozeti” sifon sistemini geliştirip çağdaş tuvaletin modelini oluşturmuştu.
İngiltere’de bunlar yaşanırken Fransa’da ise kanalizasyon sistemleri ile uğraşıyordu. Hak ettiği bir biçimde kanalizasyon sistemi yoktu. 3’ncü Napolyon döneminde Paris kanalizasyon sisteminde atılım yaşandı.Paris lağım sistemi bütün kente genişletildi ve insanın dik olarak yürüyebileceği ve kayık ya da araba ile boydan boya geçebileceği kadar geniş ve büyük kanallar inşaa edildi. 1789 ‘da Fransız İhtilali öncesi Paris’in yeraltı kanalları 25 km iken 1840’da 90 km’ye,1853’de ise 140 km’ye ulaşmış, daha sonraki yıllarda ise 700 km’ye kadar kanalizasyon hatları uzamıştı.
Kanallar öyle büyüleyici bir hâle gelmiştiki Roma’nın ünlü kanalları olan Etrükslerin 2500 yıl önce yaptıkları CloacaMaxima seviyesine gelmişti. Parisliler kanallara uygulanan mühendislik becerisinden adeta büyülenmişlerdi.Yapılan bu yeni kanalları Portekiz Kralı ziyaret etmiş ve bu ziyaret sonrası yüksek sosyetenin yeni gezi alanları olmuştu. Kanallar ışıklarla aydınlatılmış, hızla akan su şehre yeni bir hava katmıştı. ElogeHistoriqued’EugeneBelgrand’ınyazarı J.Bertrand, Paris lağım kanallarındaki bir saatlik gezinin anlatılır gibi olmadığından ve “iyi temizlenmiş kanalizasyonda yapılan kayık gezintisinin büyüsü,anlatmakla anlaşılabilecek gibi değil. Kişi bunu kendi gözleriyle görmeli” diyerek kanallara olan hayranlığını anlatır.
Bir zamanlar hem Londra’daki Hem Paris’teki nehirler birer pislik yuvasıyken, insan dışkıları, çevresel pislikler, hayvan leşleri ile tıka basa doluyken mikrop yuvası olan ve neredeyse akamayacak seviyede atıklarla dolu olan nehirler Artık tuvalet kültürü ve sağlık anlayışının değişmesiyle inanılmaz değişimler göstermiş ve bugünkü seviyeye ulaşmışlardı. Orta Çağ’ın bağnaz Hristiyanlık ve geleneksel anlayışlarıyla Avrupa’nın pislik içindeki yaşanılmaz hâlleri sonraki evrelerde değişim göstermiş ve sağlık alanındaki atılımlarıyla dünyaya örnek olacak hâle gelmişlerdi.
Tuvalet konusu açıldığında genellikle bazı çevrelerde Avrupa’nın tuvalet kültürü söz konusu olduğunda, tuvalet kültürünün batıya Osmanlı’dan geçtiği, Versay Sarayında tuvalet olmadığı, insanların sağa sola defi hacet yaptıklarını, dışkıları lazımlıklardan pencerelerden sokaklara atıldığını, medeniyetin Doğu’dan Avrupa’ya geçtiği şeklinde söylemleri sıkça duyarız. Hatta topuklu ayakkabının, şemsiyenin ve geniş siperlikli şapkaların pencerelerden gelebilecek dışkılardan korunabilmek için kullanıldığını da duyarız.
Osmanlı’da tuvalet anlayışında dünyaya örnek olacak uygulamalar olduğunu görmek insanı mutlu ediyor. Dünya tarihinde ilk tuvalet vakfı 358 yıl önce 1667 tarihinde İstanbul’da kurulmuş.Söz konusu vakıf İstanbul Papazoğlu mahallesindeki mescidin tuvaleti için kurulmuş.
Konu ile ilgili olarak araştırmalar yapan Doç. Dr. Said Öztürk tarihteki ilk “Tuvalet Vakfı” ile alakalı olarak şunları söylüyor: Osmanlı bir vakıf medeniyetidir. Vakfın şümulü oldukça geniştir. Dolayısıyla bir tuvalet vakfının kurulması bile mümkün olmuş. Osmanlı'da temizlikle ilgili fevkalade düzenlemeler yapılmış, tuvaletlerin vakıf desteği ile daha temiz ve nizami olmalarına çalışılmış. Osmanlı zaruri ihtiyaçları içerisinde görülen tuvalet ihtiyacını bir hizmet müessesesi olarak görerek desteklemiştir (https://www.turkiyeturizm.com/dunya-tuvalet-gununde-temizlik-49706h.htm).
Zamanın ruhu içinde bazı konuları değerlendirmek bizleri yanlış değerlendirmeler yapmamızı engeller. Kıyaslamaları yaparken eş zamanlı tarih içerisinde yapmak yanlışa düşmemizi engelleyebilir. Hani bir söz vardır ya “Dünün güneşiyle bugünün çamaşırı kurumaz.” Gerçekten de 9’uncu Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in siyasi tarihe not düşülmüş bu sözü birçok şeyi açıklamaya yetmektedir.
Orta Çağ ve devamında Avrupa’nın Roma İmparatorluğunu çökmesi ve bağnaz Hristiyanlık anlayışı ile kara bir Orta Çağ yaşadığı zamanlarda ki temizlik, tuvalet ve diğer konulardaki anlaşılmaz uygulamaları günümüze tahvil etmenin pek de bir anlamı olmadığına inanmaktayım.
17’nci yy’de Osmanlı’da tuvalet vakfı kurulmuş, temizlik ve hamam kültürü en üst, dünyaya örnek teşkil edecek seviyede ve bizler haklı olarak bu durumdan gururlanıyoruz ve hatta o zamanın Avrupa’sını küçümsüyoruz. Hatta o kadar ki, kuruluşundan itibaren temizliğe özen gösteren Osmanlı 16’ncıve 17’nci yy’da İstanbul'a gelen yabancı elçileri, şehrin dışında olan Tarabya bölgesinde tutuyor ve 19’uncuyy’da ise yabancı elçiler tuvalet kullanacakları sözü vermeleri üzerine şehrin içinde ikamet etmeye hak kazandıklarını (www.fikriyat.com/galeri/tarih/osmanlinin-dunyaya-ornek-olan-temizlik-kulturu/10), hatta İngiliz elçiliği hâlâ pencereden lazımlıkları atmaları üzerine Beyoğlu’ndan Tarabya’ya sürüldüklerini daha sonra söz vermeleri üzerine tekrardan Beyoğlu’na geri dönmelerine müsaade edildiği bazı kaynaklarda yazıldığını görmekteyiz.
Bu tip söylenceler insanın kulağına hoş gelip, güçlü bir devlet olmanın vermiş olduğu gurur,insanı bir hayli onurlandırıyor. Diyorsunuz ki, işte güçlü devlet olmanın, her türlü konuda uluslararası diplomasi de dâhil etkin, güçlü, yönlendirici ya da bazı konularda engelleyici kararlar almanın insanda yarattığı, güçlü devletin vatandaşı olmanın hazzını yaşatıyor insana.
Ancak Osmanlı zamanında elçiliklerle olan ilişkileri biraz olsun araştırdığımızda çok farklı bilgilere ulaşıyoruz. Çok kısaca elçiliklerle olan ilişkilere değinmekte fayda olduğuna inanıyorum.
1453'te Osmanlıların eline geçmesiyle “Başkent” (Payitaht) niteliği kazanan kentte, hemen ertesi yıl yerleşik elçi atayan ilk ülke Venedik Cumhuriyetidir. 1454-1511 arası İstanbul'a sadece dört Hıristiyan devlet, Venedik, Lehistan, Rusya ve Napoli kalıcı elçi göndermiştir. Çemberlitaş'ta, kentin ana arteri olan Divan Yolu üzerinde Atik Ali Paşa Külliyesi bünyesinde inşa edilen ve Elçi Han adı verilen binada Hristiyan devlet temsilcilikleri zorunlu olarak bu binada kendilerine tahsis edilen alanlarda yaşamaya başlamış, faaliyet göstermiştir. Bu bina 1766 depreminde ve 1865 Hoca Paşa yangınında oldukça yıpranır ve birkaç yıl içinde tamamen yıkılır. XVII. yy ortalarından itibaren elçiler yavaş yavaş Galata semtine geçmeye başlar.
Kraliçe I’nci Elizabeth İstanbul’a ilk kez yerleşik bir büyükelçi atama kararı almıştı. Görevlendirilen William Harborne'u, Kraliçe tarafından gönderilen muhteşem hediyeler ve maiyetiyle birlikte taşıyan "Susan" gemisi 1583 baharında İstanbul sularına girdiğinde Padişahı top atışlarıyla selamlamıştı.
Harborne görevini tamamlayıp İngiltere'ye döndüğünde yerine büyükelçi olarak atanan Edward Barton'un ardından İstanbul’a atanan çok sayıda İngiliz büyükelçinin 16’ncı ve 17’nci yy’da farklı binalarda ikamet ettikleri anlaşılıyor. 18’inci yy boyunca ise artık sürekli olarak Pera tepesinde bulunan, İtalyan kökenli Levanten Timoni ailesine ait konağın İngiliz Büyükelçiliği tarafından kiralandığını görüyoruz.
1789'da yeni İngiliz Büyükelçisi Kont Thomas Bruce Elgin'in İstanbul’a geldiğinde kullanılan Timoni konağını çok yıpranmış bulması ve yeni bir bina edinmek ya da inşa etmek üzere Londra'dan izin koparması bu kentteki İngiliz temsilciliği açısından bir dönüm noktası olacaktır. Tahtta bulunan III. Selim, özellikle Nil (Abukir) Savaşında Napolyon'un yenilmesinde önemli katkıları olan İngilizleri hoş tutmak arzusuyla, kendisinden bir sefaret binası isteyen Elgin'in talebini tereddütsüz kabul etmiş, mevcut konağı ve arazisini derhâl Timoni ailesinden satın alıp İngilizlere hediye etmişti. Ama dedik ya, Elgin çok daha büyük, yeni bir bina istiyordu. Onu mu kıracak Selim, bu defa kendisine 11 bin İngiliz Sterlini ve aynı zamanda etraftaki arsaları satın alıp araziye istediği kadar büyütme yetkisi verecekti.
Yıkılmış olan Timoni konağının yerini alacak olan 25 dönümlük sefaret binasının temel atma töreni pek çok üst düzey Osmanlı yetkilisinin katılımıyla Ocak 1802'de yapıldığında, Padişah adına törene katılan Kaptanı Derya Küçük Hüseyin Paşa nutkunda, "İngiltere'nin Osmanlı Devletine verdiği hizmetin değerini anlatmak için yeterli kelime bulunamaz," diyecek ve Maltalı 150 köleyi İngilizlere hediye edecekti.
Osmanlı döneminde art arda açılan sefaretler Pera ve civarında olunca, bu sefaretlerin yazlıkları da Boğaziçi'nin Avrupa sahillerinde sıralanmıştı.
Yeniköy'de Cezayirliyan Yalısı, 1898'de Sultan II. Abdülhamid tarafından Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna hediye edilmişti.
Hiçbir kimseye nasip olmayan 18 hektarlık, çoğu koruluklarla kaplı bir arazi içinde, geniş bahçesinde yer alan birkaç ek binasıyla eskiden Fenerli bir Rum aileye ait ahşap bir köşkün bulunduğu bu araziye 1821 Yunan ayaklanması sonrası el konulduğunda mülk Sultan II. Mahmut'a geçmiş. “Tarabya Kasrı” olarak bilinen bu köşkte şehzadeliği sırasında II. Abdülhamid bir süre yaşamış. Bina yenilenmek üzere 1870'de yıktırılmış fakat tekrar yapılmamış. Ardından da 1880’de II. Abdülhamid tüm araziyi yakın ilişkiler kurduğu Alman İmparatorluğuna bağışlamış.
III. Selim, 1806'da Rusların Eflak ve Boğdan'ı işgali nedeniyle Çanakkale Boğazını kapatarak Sekizinci Osmanlı-Rus Savaşını başlatırken, o sıralarda Fransa'nın İstanbul’daki Büyükelçisi General Horace François Sébastiani’nin Çanakkale'nin savunmasında önemli rol oynaması nedeniyle III.Selim, yazlık ikametgâh olarak kullanmak üzere İpsilanti yalısını ve tüm araziyi 1807'de Fransa’ya hediye eder.
1828-1829 yıllarında yer alan Dokuzuncu Osmanlı-Rus Savaşı zamanı İngilizler, 1827 Navarin Deniz Savaşından beri kesik olan ilişkilerini onarmak amacıyla Sir Robert Gordon'u Osmanlı İmparatorluğu nezdine yeni Büyükelçi göndermişti. Padişah 2’nci Mahmut Osmanlı-Rus savaşında İngilizleri yanına çekmeyi, desteğini almayı düşünmüş ve silâhtarına verdiği emirle Büyükelçiye Ayazağa'daki çiftliğinde bir de ziyafet verdirmiş akabinde de Tarabya Burnunda bulunan, II. Bayezit Vakfına ait bir yalıyı arkasındaki kayalık araziyle birlikte yazlık ikametgâh olarak kullanılmak üzere İngilizlere hediye etmiş. SirRobert Gordon'un hemen o yaz taşınıp İngiliz bayrağını yalıya çekmiş. Bu bina uzun yıllar kullanılmış ancak daha sonra yangın ve sair sebeplerden dolayı İngilizler bu araziyi terk etmişler.
1847'de İngiliz Kraliçesi Victoria'nın tahta geçişinin 10’uncu yılını kutlamak amacıyla o zamanki Sultan I. Abdülmecid, yine Kireç Burnu istikametinde Tarabya'da, hemen Fransızların komşusu, fakat bu defa eskisine kıyasla çok daha büyük, içinde Mr. Banson arazisi olarak bilinen mülk, Avusturya Tuna Buhar Navigasyon Şirketinin kullanılmayan fabrika binaları ve biri ahşap Baltazzi Evi, diğeri Ateşe Binası olarak tanınan taş bir yapı dâhil 4 yalının bulunduğu 3,5 hektarlık araziyi İngiliz Büyükelçiliğine hediye eder.
Tarabya gibi Büyükdere'de de başkonsolosluklara ait yazlık binalar göze çarpıyor. Sadberk Hanım Müzesi ile Büyükdere'nin merkezi arasında yer alan ve neoklasik tarzda yapılan İspanya'nın İstanbul Başkonsolosluğu yazlık rezidansı‘Ruan do Bulinyi Sarayı’, 1783 yılındaki bir kolera salgınından sonra İspanyollara verildi.
Tarabya'dan Kireç Burnu'na giderken dikkati çeken iki yazlık köşkten ilki İtalya'nın İstanbul Başkonsolosluğu'na ait. 1908 yılında Raimondod'Aronco tarafından yapılan ve Sultan 2. Abdülhamid tarafından İtalya Kralı I. Umberto'nun oğlu III. VittorioEmanuele ile eşi Karadağlı Prens Elena'ya düğün hediyesi hediyesi olarak verilmiştir.
İstanbul’daki sefaretler ile ilgili bu güzel ve ayrıntılı bilgileri değerli araştırmacı Şefik Onat’dan öğreniyoruz (https://t24.com.tr/yazarlar/sefik-onat).
Osmanlı’nın son yüzyıllarında eski gücünden oldukça uzaklaştığı zamanlarda büyük devletlerle girişmiş olduğu diplomatik ilişkilerde genellikle denge politikaları izlerken, diğer yandan da büyük devletlerin yardımını tercih etmiş. Bu yardımları talep ederken de görüldüğü gibi büyük devletleri mutlu etmenin yolları olarak da dünya şaheseri Boğaziçi’nde binlerce metre karelik arazileri bir faydası olur diye bu devletlere hediye etmiş.
Hani bazı mahvillerde yazılıyor ya, yukarıda da bir nebze de olsa bahsetmiştim, Osmanlı, yabancı elçilikleri şehirden uzakta Boğaziçi’nde, Tarabya taraflarında ikamete zorluyor, gerekli temizlik kurallarına uymayı kabul ederlerse şayet, şehir içinde ikamet etmelerine izin veriyormuş. Gerçekten de kulağa çok hoş geliyor, ancak sahil boylarındaki elçilik binalarının kısa tarihine bakınca o söylenen gerekçeler çok da inandırıcı gelmiyor. Öyle yok pencereden dışkı attılar diye İngilizleri Pera’dan kovup Tarabya’ya sürmek hiç de akılcı bir söylem değil gibi. İnsanlar zannediyor ki elçilikler sanki Dolapdere’de, Hacı Hüsrev’ deki gibi yoksul insanların yaşadığı, kıç kıça bitişik evler de yaşıyorlar da pencereden evin hanımı sokağa dışkı atıyor. En küçük elçilik binası neredeyse 25 dönümlük bir arazi içinde saray yavrusu gibi binalar.
Gerçi Pera ve Galata’da yaşayan Levantenler ile elçilik mensuplarının bazı olaylarda yerli vatandaşlarla uyum problemi yaşadıkları bilinen şeylerdir. Örneğin İngiltere Kraliçesi I’nci Elizabeth’in İstanbul’daki ilk elçisi Edward Barton’un Tophane’de kiraladığı evde uygunsuz insanları topladığı ve âlemler tertiplediği gerekçesiyle mahalle ahalisi burayı basıp sefiri de hükümete şikâyet ettiği ve sefiri kiraladığı yerden attırıldığı bilinmektedir (islamansiklopedisi.org.tr/galata#2-galatada-turk-eserleri). Ayrıca Galata civarında ki bazı Levanten ailelerin Avrupa’daki tuvalet uygulamalarını, yani pencereden oturaklar ile kirli su attıkları özellikle Osmanlı vatandaşı gayri Müslimler tarafından bizzat padişaha şikayet edildiği de görülmemiş konular değildi.
Topuklu ayakkabının Avrupa’ya nasıl geldiğini biraz uzattık gibi. Ancak Topuklu ayakkabının Avrupa macerasındaki rivayetleri, söylenceleri biraz olsun araştırmak gerekir diye düşündüm. Avrupa’ya dolayısıyla Fransa’ya topuklu ayakkabının gelme rivayetleri kısaca;
Hareket hâlindeki at üzerinde üzengiye basıp ayakta ve ters yönde ok atmayı sağlayan topuklu çizmeyi giyen Türkmen Süvari çizmelerinin, Safevi Devletinin 1599-1602 yıllarında Avrupa’ya gönderdiği elçilerin ayaklarında görülmesiyle,
Diğer bir rivayet ise 1533 yılında, geleceğin Fransa Kraliçesi olacak Kraliçe namzetiCatherine’nin Orleans dükü Henry ile düğününde Catherine’nin boy kısalığından dolayı içine düştüğü bunalımın Leonardo Da Vinci’nin tasarımı olan topuklu bir ayakkabıyla giderilmesi ve Avrupa’da ilk defa görülen topuklu ayakkabının bu vesileyle Avrupa’ya ve Fransa’ya yayılması,
Üçüncü rivayet ise, bu yazıda bahsettiğimiz gibi, Orta Çağ Avrupa’sındaki olmayan tuvalet kültürü ile pencerelerden sokaklara insan pisliğinin atılması ve insanların sokaklarda bu pisliklere basmamak için yüksek topuklu ayakkabının icat edilmesi.
İkinci rivayet de, topuklu ayakkabının tasarımı Leonardo Da Vinci’ye ilişkilendirilmiş ancak bu düğün 1533 yılında olduğu zaman Leonardo Da Vinci öleli 14 yıl olmuştu. 1519 yılında ölmüş olan Leonardo Da Vinci’nin tarihsel olarak bu ayakkabıyı icat etmesi imkânsız, ancak daha önce tasarlayıp çizimleri gerekli yerlere vermiş olabilir mi? Diye düşünmeden de edemiyorum.
Üçüncü rivayet ise uzun uzadıya anlatmaya çalıştığımız Avrupa’daki olmayan tuvalet kültürü nedeniyle sokaklardaki pisliklere basmamak için insanların yüksek topuklu ayakkabı giymesi ve bu vesile ile topuklu ayakkabının Avrupa’da yayılması. Çoğu mecralarda bu rivayet bir hayli fazla görülüyor. O yılların Avrupa’sında pencerelerden sokaklara dışkı atıldığı bir gerçek. Sokaklar, şehirler yaşanmaz hâle nasıl geldiğini biraz olsun anlatmaya çalıştık. Bu olay kesinlikle bir rivayet değil Avrupalı tarihçilerin de yazdığı tarihsel bir gerçek. Ancak topuklu ayakkabının sırf bu uygulamadan dolayı icat edildiği bana çok gerçekçi gelmiyor. Yıllar boyu temizlenmeyen sokaklar, pislik yuvası hâline gelmiş çöp dolu sokaklarda değil topuklu ayakkabı, bele kadar uzanan balıkçı çizmesi giyilse yine de o pisliklerdeninsanlar kurtulamaz gibi. Yani sözün özü öyle 5-10 santimlik topukla halledilecek şey değil gibi.
Birinci rivayet de ise, Türkmen Süvari topuklu çizmeleri konusu geçmişti. Olabilir mi? Olabilir. Ancak Batı dünyası Türk süvarileri ile yüzyıllardır savaş içerisinde, ilk defa gördükleri bir şey değildi, ancak belki de uygun zamanı o zamandı bilinmez ki.
Velhasıl topuklu ayakkabı bir vesileyle Avrupa’ya gelmişti. O zamanlar erkeklerin giydiği, kralların hâkimiyetindekiama şimdi kadınların ayrılmaz parçası, sevdalıları, şehvet ve cazibenin sembolü olan topuklu ayakkabının hikâyesine biraz da bakalım. (FOTOĞRAF_24_ERKEK_TOPUKLU_AYAKKABI)
Son olarak insanın aklına takılan şu son soruyu da sorayım ve konuya şimdilik son verelim. Orta Çağ Avrupa’sında Avrupalı tarihçilerin yazdığı üzere gördük ki, Paris ’deki Sen (La Sain) Nehri, Londra’daki Thames Nehri ve diğer büyük kentlerdeki nehirler o çağlarda evsel atıklar, insan dışkıları, hayvan leşleri ve hatta bazende insan cesetleriyle yeni doğan ve gayri meşru olduklarından dolayı bu nehirlere ölüme atılan bebek cesetleri, kasaplardan çıkan her türlü atık ile yaşanmaz hâle gelmiş, bazen kuraklık zamanlarında ise adeta çöp dağları olmuş bu nehirler şu anda baktığımızda Venedik ’deki kanallar misali turistik tekne turları yapılır hâle gelmiş ve hatta son olimpiyatlarda Sen Nehrinde yüzme yarışmaları yapılabilecek hâle geldiğini gördük.
Tuvalet kültürünün olmadığını defalarca dile getirdiğimiz ve bazen de bazı mecralarda tuvalet kültürünü Osmanlıdan aldılar, saraylarında tuvalet yok, kokmamak içim parfüm icat ettiler diye aşağılanan Avrupa nasıl oldu da nehirlerinde turistik geziler yapılabilir hâle geldi?
Bizim ise yaşanabilir, suyu içilebilir nehirlerimiz nasıl oldu da Orta Çağ Avrupa’sının o pislik içerisindeki hâline geldi. Ufak bir internet araştırması yaparsak göreceğiz ki şu an tüm nehirlerimiz ve denizlerimiz, göllerimiz hem fosseptiklerin, hem de sanayi atıklarının tüm zehirlerinin boşaltıldığı yerler olmuş,suladığı alanları, tüm doğayı yok ederken civarında yaşadığı insanları ve diğer canlıları hastalığa ve ölüme davetiye çıkaran birer mikrop yuvası hâline geldiğini ne yazık ki içimiz acıyarak biçare olarak izliyoruz.
İnternete Kızıl Irmak, Yeşil Irmak, Ergene, Büyük Menderes, Dicle, Fırat, Ceyhan, Seyhan, Sakarya, Tuz Gölü, Van Gölü vb. fosseptik yazın, karşımıza 2025 yılında yaşadığımız çevre katliamını canlı canlı gözlerimizle görürüz. Türkiye’nin tuz ihtiyacının %40’nı temin eden Tuz Gölü’ne çevre illerin fosseptiğinin aktığını bilmek insana dehşet veriyor. Allah’ın bir lütfu olan iç denizimiz Marmara’nın müsülaj ile nefes alamamasının sebebini bilmem anlatmaya gerek var mı?
Ayrıca 1600’lü yıllarda Avrupa’da tuvalet olmadığı ancak Osmanlı’da o yıllarda her köşe başında umumi tuvaletlerin olduğu ve 1667 yılında “Tuvalet Vakfı” olduğunu değişik mecralarda anlatıp gurur duyduğumuz bu olayda nasıl oluyor da tuvaleti Avrupa'ya öğreten Türklerin torunları bugün tuvalet konusunda geri kalıyordu. Oysa atalarımız temizliğe son derece önem vermişti. Temizliğin ilk etabı olan tuvaletler konusunda da çok hassas davranmasını bilmişlerdi. UNICEF'in verilerine göre Türkiye'de sağlıklı tuvaleti bulunmayan hanelerin oranı yüzde 31.5 olarak saptanmış, tuvaletlerimizin büyük çoğunluğunun uluslararası normlara göre olmadığı da ayrı bir gerçek olarak tespit edilmiş. Türkiye’de toplam nüfusun yaklaşık olarak %8'i tuvalet kâğıdı kullanmaktadır ve Türkiye’de kişi başına düşen tuvalet kâğıdı tüketimi yılda ortalama sadece 2 kilogramdır. Yani Türkiye’de her dört kişiden sadece biri tuvalet kâğıdı kullanmaktadır. Suudi Arabistan'ın tuvalet kâğıdı tüketiminde Türkiye'nin üzerinde olduğu bir gerçektir(Arabistan'da, kişi başına yılda 45 rulo tuvalet kâğıdı tüketimi var. Türkiye'de 10 rulo. Arabistan'da, kişi başına yılda 45 rulo tuvalet kâğıdı tüketimi var. Türkiye'de 10 rulo.), (https://www.turkiyeturizm.com/dunya-tuvalet-gununde-temizlik-49706h.htm).
Bu konuda en basit ve anlaşılır örnek; şehirler arası ya da fark etmez şehir içinde trafikte eğer ki bir tuvalet ihtiyacımız hasıl olduğunda, eğer bazı belli markalı benzin istasyonlarının tuvaletlerini tercih ediyorsak demek ki bizim tuvalet sistemimizde hâlâ belli sıkıntılar içinde olduğumuzdur.
Orta Çağ Avrupa’sında lağım çukurlarını varillere doldurup gece at arabalarıyla şehir dışına götüren,yerleşim yerlerini temizleyen “Gongformer”ler olduğundan bahsetmiştik. Bu sistem Orta Çağ’da kalsa bile bizde nedense hâlâ modern hâli devam etmektedir. Nasıl mı? Milyon dolarlık ultra lüks yazlıkların olduğu cazibeli yazlık bölgelerdeki sitelerin, villaların fosseptik çukurları hâlâ modern, Batı icadı vidanjörlerle günümüz gongformer’lerin lağım kuyularını çektiğini ve aynen Orta Çağ’da olduğu gibi şehir dışına, ormanlık alana boşalttığını ne yazık ki hâlâ görebilmekteyiz.(FOTOĞRAF_25_VİDANJÖR)
Orta Çağ Avrupa’sında sokaklar ve caddeler yaşanmaz hâlde olduğunu, yollarda insan atıkları, hayvan leşleri olduğunu Avrupalı yazarlardan öğrenirken 16’ncı yy Osmanlı İstanbul’unda Tuvalet vakfı olduğunu, temizliğin standart hâle getirildiğini vb. öğrenirken 19’uncu yy. Ankara’sın da ise, İngiliz Konsolosu Gatheral’in aktardığına göre; Ankara evlerinin çoğunun kerpiçten, evlerin birbiri üzerine yığılmış, kasvet verici, gri renkli taş, toprak evler olduğu, Kanalizasyonun yetersiz olduğu, lağımların çoğu aylarca üstü açık olarak bırakıldığı, insanların bunların üzerinden atlayıp geçtiğini,evlerde tuvalet olmadığı,pisliklerin bir köşeye,yada avlunun ortasına açığa bırakıldığı, pis olan sokaklarda hayvan leşlerinin bulunduğu ve sonbahar yağmurlarının bunları alıp götürünceye kadar öylece bırakıldığını vb. üzülerek de olsa öğreniyoruz (Bilal Şimşir, Ankara, Bir Başkentin Doğuşu, Bilgi YE, Haziran 1998,Ankara). Gerçi yazılanların Konsolosa Misyoner Ermeni bir doktor olan G. Michaelian tarafından aktarıldığı ve anlaşılan sebeplerle biraz abarttığı, kötülediği insanın aklına gelmiyor değil ama yine de gerçeklik payının olduğunu hesaba katmalıyız.
DEVAM EDECEK…
Yorum
Sevgili Şenol Zümrüt Bey,…
Sevgili Şenol Zümrüt Bey,
Kaleme aldığınız o derinlikli, kültürel ve tarihsel katmanlarla örülmüş yazınızı büyük bir keyifle okudum.
Topuklu ayakkabının izini sürerken sadece modanın değil, medeniyetin, savaşın, tuvalet kültürünün ve insanlık tarihinin içine doğru yaptığınız bu entelektüel yolculuk gerçekten etkileyiciydi.
Topuklu bir ayakkabıdan yola çıkıp; Türk süvarilerinden Avrupa saraylarına, oradan da tuvalet kültürüne uzanan bu derinlikli ve katmanlı anlatım, gerçekten bilgiyle dolu bir tarih yolculuğu olmuş.
Hem teknik, hem esprili, hem de düşündürücü bu kalem ustalığınız için sizi içtenlikle tebrik ve takdir ediyorum.
Sizin gibi yazarların varlığı, dijital dünyayı çok daha anlamlı ve değerli kılıyor.
Bilginizi ve anlatım gücünüzü takdir ediyor, böyle özgün içeriklerin artmasını tüm kalbimle diliyorum.
Kaleminize, emeğinize sağlık.👏
Sevgili kardeşim,ayrıntılı…
In reply to Sevgili Şenol Zümrüt Bey,… by Hakan Bilici (doğrulanmamış)
Sevgili kardeşim,ayrıntılı analiz tadındaki yorumun için teşekkür ederim.
Tebrikler
İnsanlar, geçmişte yediğine daha kolay çözüm bulurken, çıkardığına pek kolay çözüm bulamamış.
Güzel ve detaylı yazı için teşekkür ederim.
Tebrikler Şenol
İşin zoru ikinci kısım zaten…
In reply to Tebrikler by Fikret Aydın (doğrulanmamış)
İşin zoru ikinci kısım zaten, yemede içmede sıkıntı yok,
Teşekkürler kardeşim
Zümrüt
Kalemine sağlık, biraz kokulu bir yazı, bilgilendirme için teşekkür ederim. Özellikle Ankara viskisi, Uzun Samsun ve Müslüm'lü bölüm senin tarzın olmuş.
Sevgili kardeşim teşekkürler…
Sevgili kardeşim teşekkürler, absürd mizah keyifli oluyor,hem öğreniyoruz biraz da gülüyoruz
Yeni yorum ekle