
“İrade”nin Tınısı: Schopenhauer’in Ontolojisinde Müzik
Aylin Erdem
“Müzik, tüm sanatların ötesindedir çünkü o, doğrudan doğruya dünyanın özünün bir tekrarına, iradenin dolaysız bir ifadesine ulaşır.” - Arthur Schopenhauer
Arthur Schopenhauer’inmetafizik ve estetik anlayışı, sanılanın aksine müzikle yakından ilişkilidir. 19. yüzyılın en etkili filozoflarından biri olan Schopenhauer, felsefi ilkesini, başyapıtı olan Die Welt alsWilleundVorstellung (İrade ve Tasarım Olarak Dünya, 1818) adlı eserinde sistemli bir biçimde ortaya koymuştur. Varoluşun özüne ilişkin anlamı “irade” kavramı üzerinden açımlayan filozof, dünyayı bizim temsillerimizden ibaret olmaksızın bu kavram etrafında temellendirir. Doğadaki her varoluş ve hareket; kör, bilinçsiz ve amaçsız bir isteme irade gücü tarafından tayin edilir. Dolayısıyla Schopenhauer’de estetik anlayış da ontolojik yapının doğrudan tezahürüdür. Sanat alanı, bireysel bir istemenin tahakküm ediciliğinden bağımsız biçimde kendini ortaya koyar. Schopenhauer için sanatlar hiyerarşisinin zirvesinde müzik yer alır zira diğer sanat türleri, müzik gibi iradenin kendisiyle kesişmez. Müzik, temsiller dünyasını aşarak doğrudan varlığın esas özüne temas eder. Schopenhauer’de bir tür metafizik yapma tarzı olarak görülen müzik, salt bir deneyimin ötesinde ontolojik ve epistemolojik açıdan felsefe etkinliğiyle özdeştir. O nedenle Schopenhauer müziğin, evrensel, ideal ve ezeli-ebedi bir bilme tarzına denk geldiğini savlar. Bu bağlamda, yazı boyunca Schopenhauer’in sanat anlayışı, müziğe yüklediği anlamı ve metafiziksel düzlemdeki karşılığı ele alınacaktır.
1. Schopenhauer’in Ontolojisi: “İrade” ve Temsil Arasındaki Gerilim
Schopenhauer, felsefesinde gerçekliği iki temel düzeye ayırarak açıklamaya çalışır: temsil (Vorstellung) ve irade (Wille). Bu iki kavram, onun ontolojik ayrımının temelini oluşturur. Schopenhauer için “dünya benim tasarımımdır”. Schopenhauer, bizim tüm tasarımlarımız öznenin nesneleridir ve öznenin tüm nesneleri bizim tasarımlarımızdır der. Buradan hareketle, temsilin özneyi gerektirdiği ve doğal olarak temsil olması bakımından dünyanın da benzer biçimde özne ve nesne olmak üzere ikiye ayrıldığını söylemek mümkündür. Temsil, görüngülerin alanında ve gerçeklikle bağı yoktur. Bir temsil, tüm temsiller arasında bir nesnedir. Ona göre insanlar dünyayı algılar, düzenler ve anlamlandırırken bunu yalnızca temsiller aracılığıyla yaparlar. Yani görünen dünya, zihnin kategorileri (zaman, mekân ve nedensellik) yoluyla yapılandırılmış bir görünüşler toplamıdır. Fakat bu temsillerin ardında yatan, görünmeyen ve asıl belirleyici olan şey iradedir. Gerçek olan, insanların duyumsadıkları veya düşünümledikleri bilgiden “irade” yoluyla ayrılmaktadır.
Schopenhauer burada, Kant’tan aldığı “numen-fenomen” ayrımını radikalleştirir. Kant’ta numen bilinemezken, Schopenhauer numenin, yani ki özsel varlığın irade olduğunu iddia eder. Dış dünyadaki tüm varlıklar, görüngüde (fenomenal düzlemde) farklılık gösterse deözlerinde aynı temel gücün tezahürleridir: isteme, yani irade.Bu bağlamda, bir taşın yerçekimiyle düşmesi, bir hayvanın avlanması ya da insanın arzu duyması gibi her türlü eylem, iradenin farklı düzlemlerde ortaya çıkışlarıdır. İrade burada bilinçli bir akıl ya da etik bir istek değil; daha çok doğanın işleyişinde süreklilik arz eden, kör bir isteme gücüdür.
Yaşam, iradenin bir parodisidir. Schopenhauer için dünya hayata baskın yapan muazzam bir iradedir. Tüm varlıkların özünde ve sarsılmaz bir niteliğe sahip bu yaşam iradesi, aynı zamanda sonu gelmeyen bir var olma gayretidir. Temsil, iradeyi bütün ve yek olarak yansıtan bir ayna olarak betimlenir ve irade bu aynada kendisini aşamalı biçimde yükselten çeşitlilik ve tamlıkla ortaya koyar. Ayna metaforu bu noktada iradenin kendisi aracılığıyla nesneleşerek görünür olmaktadır. Öznenin fenomenal varoluşu irade tarafından kuşatılır. Şeylerin doğasını kavrama gayesi, ancak şeylerde kendimizi bularak ulaşılabilir durumdadır.
Schopenhauer’in irade kavramı, yalnızca insana özgü bir içsel istek ya da niyet değil, tüm doğayı içeren ontolojik bir ilkedir. Bu irade, doğada neden-sonuç ilişkisiyle işleyen her şeyin temelinde bulunur. Doğa yasalarının bile derin yapısında bu “isteme” vardır.Ancak bu isteme gücü hiçbir zaman tatmin olmaz. İnsan için irade acının ve ıstırabın kaynağıdır çünkü arzular doyurulsa bile yenileri doğar; doyurulmazsa eksiklik hissi büyür. Dolayısıyla insan hayatı, sürekli bir isteme ve bununla birlikte gelen acı döngüsüdür. Schopenhauer’in etik ve estetik çözüm arayışı da tam bu noktada tezahür eder: bu iradeden nasıl geçici veya kalıcı olarak özgürleşilebilir?
İnsan varoluşunun yani iradenin devamlılığına dair en önemli fenomenolojik açıklama sanat ve sanat eseri aracılığıyla getirilir. Dehalar, sanatçılar Husserl’cı deyimle üst bilinçleriyle varlığın görünümlerini soyup özüne inmektedirler ve ancak o sayede güzele ulaşılabilir. Bu, bir ve tam olma halinin ifadesidir. Ussal yaklaşım, güzele erme noktasında zayıftır; ancak sezgi ve duyu vasıtasıyla varlığın bilgisine ve estetik hazzına varılabilir. Schopenhauer, varlığın özünün ve iradeyi elde etmenin mümkünatlı yolunun estetik çözüm ve etik yaşantıdan geçtiğini savunur.
Schopenhauer’e göre estetik deneyim, istemenin zincirinden kısa süreliğine kurtulmayı sağlar. Sanat, bireyin nesnelliğe geçmesini, kendi bireysel istemesinden sıyrılıp “idealar”la karşılaşmasını sağlar. Fakat sanatların bu kurtarıcılığı arasında büyük farklar vardır. Örneğin plastik sanatlar ideaların görsel temsiliyken, müzikonun ontolojik düzlemine göredoğrudan iradenin kendisinin tınısıdır.
2. Schopenhauer’deMüzik: Temsilin Ötesine Geçmek
Schopenhauer’in estetik anlayışında sanatlar yalnızca hoş bir duyusal deneyim sağlamaz; insanın “irade”den geçici olarak özgürleşmesini sağlayan, varoluşsal düzeyde bir “kurtuluş” imkânı sunar. Ancak bu işlevi tüm sanatlar aynı ölçüde yerine getirmez. Schopenhauer, sanatları bir hiyerarşi içinde değerlendirir ve bu hiyerarşinin tepesine müziği yerleştirir. Onun sanat kuramı bu yönüyle hem metafizik hem de yapısal bir ayrım içerir.Schopenhauer’e göre görsel sanatlar (mimari, heykel, resim), doğadaki “idealar”ın temsili görevini üstlenir. Platoncu anlamda “idea”, türsel özdür; örneğin asalet, cesaret ya da yaşam gücü gibi evrensel nitelikler sanatta sembolik biçimde görünür kılınır. Heykel, insan bedenindeki güç ve biçimi; resim, renk ve ışık yoluyla doğadaki ilişkileri temsil eder. Bu sanatlar, doğadaki biçimleri ve olayları taklit ederek estetik haz yaratır, fakat temsil düzeyini aşamazlar.Şiir ve edebiyat ise insan davranışları, duyguları ve ahlaki çatışmaları dile getirerek daha soyut düzeyde bir temsil kurar. Buna rağmen, hâlâ ideaların aracılığıyla iş görürler. Yani izleyici, kendi öznel iradesinden sıyrılarak temsil edilen evrensel özlerle karşılaşır.
Müzik, bu temsil zincirini kıran tek sanat türüdür. Schopenhauer’in sözleriyle:“Müzik, doğrudan doğruya iradenin kendisinin tasviri olup, ideaların bir tasviri değil, her şeyin ötesinde, doğrudan doğruya evrensel istemenin sesi gibidir.”Müziğin bu ayrıcalığı, onun herhangi bir şeyi temsil etmeyişinden gelir. Müzik bir manzaranın, bir olayın ya da bir karakterin benzeri değildir. Buna rağmen, derin duygular uyandırır, dinleyeni etkiler ve kimi zaman sözsüz bile anlatım gücüne sahiptir. Çünkü müzik, doğrudan iradenin titreşimidir; varoluşun öz ritmini, acısını, coşkusunu ve çekilmesini tını yoluyla ortaya koyar.
Shopenhauer’in müzik konusundaki düşünceleri, felsefesini inşa ettiği İrade ve Tasarım Olarak Dünya (1818) isimli kitabının üçüncü bölümünde yer alır. Shopenhauer müzik hakkındaki düşünceleriyle diğer filozoflardan ayrı bir yerde durmaktadır ki, Kivykendisinden “Schopenhauer’in yaptığı devrim, müzik duygusunun teorisi olarak 19. yüzyıldaki iki devrimden birisidir” şeklinde bahsetmektedir.Felsefe aracılığıyla yapılan bilme eylemi, her ne kadar kavramların başvurulduğu bir etkinlik olarak kendini gösterse de kavramsal çerçeveden uzak bir etkinlik olan müziğe eştir ve müzik bir metafizik yapma tarzı olarak kendini gösterir. Schopenhauer’in metafizik anlayışında büyük ölçüde estetik ve ahlak anlayış mevcuttur. O nedenle Schopenhauer müziğin evrensel, ideal, özsel ve ezeli-ebedi olan bir bilme tarzına karşılık geldiğini kanıtlamaya çalışır. Fakat Schopenhauer’in müzik düşüncesinin belki de çelişki doğurabilecek tarafı da bu noktada vuku bulmaktadır: müzik, aynı anda sanatsal bakış açısını ve ussal yöntemi nasıl tesis eder? Fakat Schopenhauer, birbirine karşıt duran bu iki bilme eylemini merkezinde müziğin yer alacağı harika bir biçimde birleştirmektedir.
Schopenhauer’e göre, sıradan bir bilinç insan istemesini kavrayamaz. O nedenle sözcükler ussal bir dili temsil ederken, müzik duyguların dilini simgelemektedir. Schopenhauer ise şöyle der: “Müzik belli bir neşeyi, özel bir acıyı ya da neşeyle ilgili bir konuyu anlatmaz ama genel olarak Neşeyi ya da Acıyı anlatır”. Bu yönelimden hareketle istemenin insani dürtülerine ya da duygulanımlarına değil, onların üstünde bir şeye, -kendinde şey- olarak istemeye karşılık geldiği söylenebilir. Bu yüzden müzik, aşkın istencin yankısını kendisinde bulundurur. Tek tek duygu ve düşüncelerle değil, soyut duygu ve düşüncenin kendisiyle; yeter sebep ilkesinin ötesine geçip kendinden şey olarak istemeyle karşı karşıya gelen insan, böylelikle varoluşu karşısında tavır takınır ve kendini konumlandırır.
Schopenhauer, nesneleşme basamaklarıyla doğayı ilişkilendirmesinde görüldüğü gibi, müziğin yapısıyla insan doğası arasında bir benzeşim kurmaktadır. İnsanın isteme haliyle kurduğu ilişki (istediğini elde ettikten sonra yeni bir isteme duygusuna yönelim), müziğin de istemesinin tonik notaya ulaşmaktır. Her bir nota sonraki notaya ulaşma arzusunu beraberinde getirmektedir ve bu döngü tıpkı insan istemesindeki döngü gibi varma-kaybetme ikiliğinde olacaktır. Schopenhauer’e göre müzik akılla kavranamayacağı gibi sıradan bir bilincin kavramasından da uzaktadır. Onun için akılla kavranabilen, tasarlanabilen bir müzik, doğayı saf ve özü itibariyle resmedemez, bu nedenle de istemeden söz edilemez. Öyle ki bu durum müziğin kendi bestecisi tarafından bile duyumsanamaz. “Besteci, dünyanın iç özünü göz önüne seren en derin bilgeliği dile getirir. O, dünyanın iç doğasını, kendi anlama yetisinin anlamadığı bir dilde dile getirir” (Schopenhauer, 2009, s. 200).
Schopenhauer’in iradenin doğrudan dışavurumu olarak gördüğü müzik anlayışı, 19. ve 20. yüzyılın başlarında pek çok besteciyi etkiledi, romantik ve geç-romantik dönem bestecileri üzerinde iz bırakarak müziğin felsefi bir derinlikle ele alınmasının örneklerini tesis etti. Richard Wagner (1813-1883), Schopenhauer’in metafizik anlayışından etkilenerek Tristan undIsolde ve Parsifal adlı iki eseri besteledi. Gustav Mahler, 2.ve 9. Senfonisinde, varoluşsal ve karamsar temalar işleyerek bestelerinde istemenin kendisinden kurtulmayı salık verir. Brahms’ın geç dönem eserlerindeki içe dönüklülük ve melankoli, kimilerince Schopenhauer’in etkisi şeklinde yorumlammıştır. Arnold Schönberg ise modernist atonaliteye geçişte müziği sadece estetik bir ifade değil, metafizik deneyim olarak görmesi bakımından Schopenhauer ile aynı perspektifi paylaşmaktadır. FerruccioBusoni, müziğin doğaüstü bir olgu olduğu anlayışıyla Schopenhauer’le aynı sayfadadır. Müzikte transandantal olanın peşine düştüğü eserler meydana getirmiştir.
Lassarre’nin ifadelerine göre, Schopenhauer için müzik diğer sanatlarından farklı olarak taklit sanatı değildir. Doğada herhangi bir modeli yoktur ve müziğin anlattığı şey fenomenler dünyasının ötesinde, zaman ve uzamın dışında sonsuzluğun alanındadır. Şu veya bu acıyı değil acının kendisini bir vasıta olmaksızın ve damıtılmış haliyle anlatır. Dolayısıyla aşkın bir istencin karşılığı Schopenhauer için müzikte bulunmaktadır. Lassarre, Schopenhauer’in ezgilerin müzik yoluyla anlattığı olguların karşısında kavramların bireysel nesne gibi davrandığını ifade edip eklemektedir: “Kavramlar, algının soyut biçimlerini, bir başka deyişle, şeylerin dış kabuklarını taşırlar; bu bakımdan soyutlamadır, soyutlamadan başka bir şey değildir; buna karşılık müzik bütün gerçekliğin geliştiği bir iç tohumdur, şeylerin içidir”.
3. Müzik ve Metafizik: İradenin Duyulur Hâli
Schopenhauer için müzikne bir nesneyi ne de bir duyguyu temsil eder; aksine, varoluşun temel gücünü, fenomenal dünyanın ardındaki gerçekliği sesle ifşa eder. Bu anlayış, müziği yalnızca sanatsal bir ifade değil, ontolojik bir açığa çıkarma biçimi hâline getirir.Diğer sanatlar bir “şey”in temsilini yapar: bir ağacı, bir savaşçıyı ya da bir manzaranın resmini. Ancak müzik bir şeye “benzemez”. Yine de insan, müzikle özdeşleşir, onunla duygulanır, sarsılır veya sakinleşir. Bu paradoksal durum Schopenhauer için bir anahtardır: çünkü müzik, zihnin temsiller alanının ötesine ulaşır ve öz varlığın iradenin doğrudan bir yankısı olur.İrade, varlığın sessiz özüdür; müzik ise onun işitilebilir hâlidir. Bu anlamda müzik, görünen dünyanın arkasındaki hakikatin yankısıdır.
Schopenhauer için müzik görüngüler dünyasının yanıltıcı imgesinden gizil olan hakikat bilgisini ifşa etme görevi üstlenirken, bir taraftan da açığa çıkarılan bu hakikati özünde olumsuzlamak için araç haline getirir. Her gün tecrübesine sahip olunan dünyanın kendisi ve varoluşun tümü, nihai gayeden uzak olan sonsuz çabanın yansımasıdır. Evrendeki her şey bilinçsiz ve kör bir iradenin farklı basamaklarda vuku bulan bir görünüşü olarak var olmaktadır. Dolayısıyla Schopenhauer’in hakikati bütün yaşamı, dünyayı ve varlığı özünde anlamsızlığa indirgemektedir. Bu hakikat anlayışı, rasyonelliğin hüküm sürdüğü değil bilakis irrasyonel bir itkinin ve hiçbir nihai amacı olmayan sonsuz bir çabanın tezahürüdür. Amaçsız ve irrasyonel olan bu varoluş, bir amacı varmış gibi görünen görüngüler dünyasında ilüzyonel kavrayış yaratır. Yaşam gözümüze nedensel ilkelerle öyle bir perde indirir ki, varoluşun esasında anlamsızlıktan ileri geldiği gerçeği bastırılır. İnsanın mutlak deterministik çabası, beraberinde mutlak ve nihai bir huzuru getirmeyecek, istemelerin devamı ancak ve ancak kişiyi trajik bir yazgıya götürecektir. O nedenle Schopenhauer, iradenin ve onun nesneleşmesi olan yaşamın olumsuzlanması, istemenin pasifize edilmesi ve yaşam illüzyonunun reddedilmesidir. Zira bu aldanıştan kurtulmanın yolu, reddedişin imkânı ile olasıdır. Müzik bu esaslı reddedişin yollarından biri ve sanatlar içinde en önemlisidir.
Schopenhauer’in, Kantçı terminolojiyi ödünç alarak “kendinde-şey” (Ding an sich) adını verdiği bu nihai gerçeklik, her ne kadar kör, amaçsız ve bilinçdışı bir isteme olarak tanımlansa da bu gerçekliğin, dünyada tezahür edebilmesi için geçtiği çeşitli nesneleşme katmanları ve bu katmanlara karşılık gelen bilme dereceleri vardır. İsteme, henüz duyulur dünyanın fenomenleri hâline bürünmeden önce, Platon’un idealar dünyasında ideal örüntüler olarak belirir. Yani isteme ile onun sayısız görünümleri arasında, aracı bir katman olarak idealar yer alır. Biricik olandan çoklu olana geçişin eşiğinde bulunan bu idealar, uzam, zaman ve nedenselliğin ötesinde, evrendeki çoğulluğun özsel formlarını barındırır. Cins ve türler, bu anlamda birer idea olarak varlık kazanır ve bu idealar, sanatın öznesi hâline gelir.
Müzik, diğer tüm sanat türlerinden ayrılarak, ideaların ve görünüşler dünyasının ötesine geçer. O, doğrudan doğruya kendinde-şey olarak istemenin yankısı, onun dolaysız bir temsili hâline gelir. Bu nedenle Schopenhauer, doğayı taklit eden, betimlemeci müzik türlerine mesafeli durur. Çünkü müzik, görüngüleri değil, görüngülerin kalbindeki o özsel devinimi dile getirir. Taklit etmeye değil, hakikatin derin yapısını sezdirme çabasına yönelmelidir. Schopenhauer’e göre müzik, varlığın katmanlarını yalnızca yansıtmakla kalmaz; onların özsel karşılıklarını, kendinde-şey olarak istemeyle ilişkilendirerek dile getirir. En pes sesler, tıpkı maddenin evrende en alt düzeyi oluşturması gibi, müziğin temel taşıdır ve inorganik doğanın ağırbaşlı hareketlerine karşılık gelir. Ses aralıkları yükseldikçe, yaşamın karmaşıklaşan boyutları belirir: Bitkisel ve hayvansal yaşam, orta ve yüksek seslerde yankılanır. Bu seslerin armonik birleşimi, bilincin devreye girdiği insan yaşamının melodik yapısına ulaşır. Melodi ise, insan istemesinin içkin devinimini, çabasını, arzusunu; kısacası varoluşun içsel dramatik akışını, kavramların kavrayamayacağı bir dille sunar. O nedenle kavramların dili aklın alanıyken, müzik duyguların dili olarak kalır zira müzik, varoluşun kelimelere sığmayan, doğrudan duyumsanan hakikatinin bir ifadesidir.
Müzik dinleme eylemi de ontolojik bir geçiş olarak görülür. Kişi müzik dinlerken arzular, korkular, hedefler gibi kendi bireysel istemelerinden geçici olarak uzaklaşır. Zihin, fenomenal dünyadan çekilir; benlik silikleşir. Bu anda birey, kendisini evrensel bir akışa iradeninbüyük ritmine bırakır.Bu durum, mistik bir bilinç hâline, hatta Schopenhauer’in ifadesiyle bir tür “irade susturma” durumuna benzer: insan artık istemez, sadece “duyar”.Schopenhauer felsefesinde insan hayatı, doyumsuz isteme gücünün yarattığı sürekli acı ile karakterize edilir. Müzik ise bu acıdan geçici bir kurtuluş sağlar. Çünkü müzikte arzu nesnesi yoktur; bir şeye ulaşmak gerekmez. Müzik, istemeyi dondurur ama bilinci canlı tutar. Bu yönüyle müzik, bir nevi metafizik “dinlenme” ya da arınma alanıdır.Ona göre, müzik dinlerken acının nedeni olan arzu, hedef, amaç ve eksiklik unutulur. İnsan varoluşunun nedenli ve nedensiz tüm çatışmalarından uzaklaşır. Bu, estetik tecrübenin en saf biçimidir: zaman askıya alınır, benlik çözülür ve sadece tını kalır.
Sonuç: Tınıda Saklı Olan Gerçeklik
Tüm yazılanlardan hareketle, Schopenhauer’in klasik felsefe ekolünden farklı, özgün ve derinlikli bir yerde konumlandığı söylenebilir. Müziğin yalnızca hoş bir duyum değil, varlığın özünün ve iradenin işitilebilir halinin temsil edildiği ontolojik olgu olduğu gerçeği, filozofu müzik felsefesi bakımından ayrıcalıklı noktaya yerleştirir. Bu anlayış, müziğe görünüşün perdesini aralayarak gerçeklikle buluşturucu bir nitelik kazandırmaktadır. Gerçekliğe ulaşmanın bu yolu, müziğin bilme tarzı olan misyonunu öne çıkarır. Fakat bu bilme biçimi ne akıl yürütmeyle ne de kavramsal çerçeveyle açıklanabilir: sezgiseldir ve doğrudan yaşantı yoluyla erişilebilir. Dinleme edimi, müzik aracılığıyla kendi bireysel arzu ve kaygılarını aşarak evrensel bir düzeyle temas kurar. Dolayısıyla müziğin sadece estetik değil, aynı zamanda varoluşsal bir deneyim olduğu sonucuna rahatlıkla ulaşılabilir.
Bugünün müziği, Schopenhauer’in işaret ettiği müziksel deneyimden; yoğun, içkin ve dönüştürücü ilişkilenme yapısından uzak bir şekilde sadece duygu düzenleyiciliğine indirgenmiş durumdadır. Bu anlamda bugünün perspektifinden Schopenhauer’in müzik düşüncesi, yüzeysel dinleme pratiklerine karşı radikal bir eleştiri sunar. Schopenhauer’in müziği “iradenin tınısı” olarak düşünmesi, muhtelif alanlarda yankı yaratabilecek bir metaforu gözler önüne sermektedir. Müziğin insanın öz benliğiyle kurduğu derin bağ, sadece sanatsal değil, aynı zamanda ruhsal ve ontolojik bir ihtiyaca karşılık gelir.Schopenhauer için sanatın ve özellikle müziğinen önemli işlevi, insanı isteme ve acı zincirinden geçici olarak kurtarmasıdır. Bu kurtuluş, estetik bir arınma, bir tür içsel sessizlik hâlidir. Müzik, bu sessizliğigörünür, bilinir ve duyulurkılar:İrade susar, dünya durur ve geriye yalnızca tını kalır.Belki de Schopenhauer’in müzikfelsefesinden bugüne kalan en güçlü argümanbudur:Müzik, bize kendimizi değil, kendimizden önce gelen şeyi, varoluşun ta kendisini duyurur.
Kaynaklar
Esenyel, A. (2020). Müzik Bir Tür Felsefe Olabilir Mi? Schopenhauer'de Müziğin Anlamı. Felsefi Düşün Akademik Felsefe Dergisi , 87.
Lassarre, P. (2010). Nietzsche'nin Müzik Üzerine Düşünceleri. (İ. Usmanbaş, Çev.) İstanbul: Pan Yayıncılık.
Schopenhauer, A. (1818). Die Welt alsWilleundVorstellung.Voltmedia Yayın.
Yorum
kaleminize sağlık Aylin…
kaleminize sağlık Aylin hocam. bir nefeste okuduk. devamını bekliyoruz.
Yeni yorum ekle