
Berna Güzey:
Roman evinizin bir yerinde sadece sizin görebildiğiniz bir kapıdan girmektir.
Söyleşi: Gamze Karaoğlan
Bu ayki söyleşimizde, Son Zeytinler gibi öykü kitaplarından hacimli romanı Abus’a uzanan edebi yolculuğunda Berna Güzey, hikâye ile roman yazımı arasındaki “balon şişirme” farkını ve kurmaca dünyasını inşa ederken sergilediği kapsamlı hazırlık sürecini bizlerle paylaşıyor. Bilgiye açık olmanın ve hayatı gözlemlemenin ilham arayışındaki vazgeçilmez yerini vurgulayan bu söyleşi; Abus romanındaki zengin sembolizm kullanımından İslam tasavvufunun manevi derinliklerine, distopik bir kurgunun ender rastlanan umutlu finaline dek birçok çarpıcı konuyu aydınlatıyor.
1)Define Adası’nın da yazarı R.L. Stevenson , “İyi yazılmış bir sayfada bütün sözcükler aynı yöne dönük olmalı” der. Bu sözü, yazının bütünlüğüne, anlatıdaki içsel uyuma dair bir vurgu olarak düşünebiliriz.
Sizin öykülerinizde ise zaman zaman bu “aynı yöne dönüklük” fikrine meydan okuyan anlatı yapılarına, bilinç akışına ya da çok katmanlı bakış açılarına rastlıyoruz.
Bu anlamda, siz yazarken “bütün sözcüklerin aynı yöne dönük olması” fikrine nasıl yaklaşıyorsunuz? Anlatıda parçalanmışlık ya da çoklu perspektif sizin için ne ifade ediyor?
Beyaz ışık cam prizmadan geçirildiğinde kendisini oluşturan renklere ayrılır. Belki yeşil ve kırmızı birbirinden hoşlanmıyordur ama geldikleri yer aynıdır. Ben yazarken tersini düşünürüm. Yani prizmanın renklerin çıktığı tarafındayımdır. Kullandığım boyalar birbirine karışır. Bazen birbirine zıt hisler, fikirler belki de bir kaos ortamında çarpışır. Okuyucu savaşın ortasında olduğunu da düşünebilir. Mühim olan bağlamdan kopmadan sağa sola savrulmamak, tabii… Elbette yazdığınız hikâye, roman, deneme “zırvalama” noktasına gelmemeli. İfadeler, cümleler, anlatılmak istenen; gereksiz kelime kullanımlarından da kaçarak okuyucuya iletilmeli. Bu noktada bütünlük lazım ama hayatta durduğunuz yere göre doğrular değişebiliyor ve herkes aynı yöne bakmıyor. Hakikati ararken farklı doğrulardan geçebiliyor insan. Bu sebeple de okuyucu üzerinde baskı kurmaktan çok hoşlanmıyorum. Raskolnikov da bir katil ama sayfaların bir yerlerinde kendinizi ona hak verir halde bulabiliyorsunuz. İnsanın bırakın başkalarını kendini anlayabilmesi bile yıllarını alıyor. Belki de mezarlıklar daha kim olduğunu anlayamadan giden insanlarla dolu. Başkalarını tahlilden ziyade önce kendi benliğimizi masaya yatırmak şart. Yazarken hedefim; bu ikilikleri, farklılıkları harmanlayıp nihayetinde beyaz ışığa ulaşmak.
Şu an elimde tuttuğum ve ikinci baskısını yapan Son Zeytinler adlı öykü kitabınız, okuyucular tarafından büyük beğeniyle karşılandı. Bir öyküyü kaleme almadan önce zihninizde ne kadarı şekillenmiş olur? Fikir, tema ya da karakterler yazma süreci ilerledikçe değişir mi, yoksa başta belirlenen çerçeveye sadık kalmayı mı tercih edersiniz?
Dokuz hikâye ve iki denemeden oluşan Son Zeytinler kitabındaki hikayelerin tümü kâğıda dökülmeden zihnimde yazılmıştı. Bir hikâyeyi aklımda sonlandırmadan yazmaya başlamam çok nadirdir. Neticeye bağlayamadığım çok hikâye aklımda yarım kalmış halde durur. Onları olgunlaştıklarında, vakitleri geldiğinde yazmak için beynimin tavan arasında saklı tutuyorum.
İkinci kitabım olan Balkabağı hacimce Son Zeytinler’in iki katı olmasına rağmen içerisinde üç uzun hikâye barındırır. Onlarda dahi hikayelerin ilk cümlesinde sonunu biliyordum. Fakat sonuç değişmese de yazarken daha önce aklımda olmayan yan karakterler hikayelere dahil oldu. Yazım aşamasında zaman zaman kahramanların karakterlerinin daha net ortaya çıkması için yeni oyuncular eklemek zorunda kalabiliyorsunuz. Bazen aylık dergilerde yayımlanan hikâye ve denemelerde tek bir cümleyle yola çıktığımda olmuyor, diyemem.
Öykü ile roman yazımı arasında sizin için nasıl bir yaratım farkı var? Abus romanınız gibi uzun soluklu metinlerde yazmadan önce bir yol haritası çizer misiniz? Yoksa karakterler ve olaylar zamanla sizi başka yönlere çekebilir mı?
Birbirinden farklı oldukları kesin. Şöyle diyebiliriz belki de; hikâyede elinize bir balon alıyorsunuz, nefesiniz yettiği sürece bazen bir solukta bazen ara ara dinlenerek tek bir renkte uçan bir balon şişiriyorsunuz. Gökyüzünde ne kadar yükselebilir, bilinmez. Romanda belki yüzlerce balonu şişirip bunları birbiriyle uyumlu halde birleştirmeniz gerekir.
Roman evinizin bir yerinde sadece sizin görebildiğiniz bir kapıdan girmektir. O kapıdan girince artık hayatınızda olan her şey ve herkes arkada kalır. Tamamen sizin kurguladığınız bir dünyadasınızdır. O dünyada öncelikle bir süre yaşamak gerekir ve tabii ki bir hazırlık aşaması şart.
Abus’u yazarken öncelikle bir sürü şema ve kroki hazırladım. Ben aynı zamanda istatistikçi olduğum için sanıyorum matematikle edebiyatı bir yerlerde en azından zihnimde kesiştirmeyi seviyorum. Matematikte kümeler diye bir konu vardır. Birçok elemanı birbiriyle iç içe geçmiş venn şemalarıyla bir arada tutarsınız. Kesişim alanlarında bir arada olan elemanların birbirleriyle yaşayacak olayları vardır. Ve mutlaka sebepleri de olmalı. Kişinin kıyafetini bile anlatırken bahsettiğiniz her ayrıntının ya o kişinin karakterini alttan alta yansıtması veya bir olaya sebebiyet vermesi lazım. Roman sahnesinde boşu boşuna bir oyuncu veya belki de bir eşyaya yer olmamalı.
Yazmak ve üretmek için ilhamı nerede buluyorsunuz? Kurmaca dünyalarınızın temelinde daha çok kişisel deneyimler mi yer alıyor, yoksa edebiyat, tarih, gözlem ya da hayal gücü gibi başka kaynaklardan da besleniyor musunuz? Bu bağlamda, son romanınız Abus’un ortaya çıkış süreci hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Tek bir kaynaktan beslenmek her gün aynı yemeği yemek gibidir. Bir süre sonra vücudun tek yönlü beslenmeden dolayı güçsüz düşmemesi imkânsız... Yazmaya yeltenmek aklınıza gelebilecek her disipline her konuya her alana mümkün olduğu kadar dikkat etmeyi, okumayı ve ilgilenmeyi gerektirir. Neyin aklınıza bir fikir getirebileceğini, neyi nerede ne zaman kullanacağınızı bilemezsiniz. Bilgiye burun kıvıran hele de ne işime yarar diye düşünen bir insanın yazabileceğini pek düşünemiyorum.
Meraklı olmak lazım. İnsan gözlemlemek, davranışlarını incelemek benim elimde olmadan sürekli yaptığım bir şey. Abus gözlemlerim neticesinde şekillendi. Yaşarken içimde duyduğum sıkıntıların ve gözlemlerimin sonucunda ufacık bir tohum olarak elime geldi. Hem de bir gün tek başıma yolda yürürken... Sonrası ise o tohumu büyütmekle başladı.
Abus romanınızda karakter isimlerinden renklere (yeşil, kırmızı, siyah) ve mekânlara (örneğin Baldıran Apartmanı) kadar belirgin bir sembolizm dikkat çekiyor. Direnişi temsil eden yeşil renk, şehir ve baskıyla ilişkilendirilen kırmızı ve siyah tonlar ya da Şırlı, Kâbus, Ahver Ateş gibi karakter isimleri bu sembolik yapının önemli parçaları. Bu kadar kapsamlı bir sembolizm kullanımı, romanınızın mesajını ve distopik yapısını nasıl güçlendirdi sizce? İsim ve sembol seçimlerinizde özel olarak dikkat ettiğiniz, özellikle altını çizmek istediğiniz unsurlar nelerdi?
Yıllar önce dinlediğiniz bir şarkının zihninizde yaptığı bir hatırayı düşünün. Birkaç mezürlük melodi sizi nerelere götürebilir. Çağrışımın insanın ruh dünyasında yaptığı sarsıntıları kullanmayı seviyorum. Bu sebeple de sembolleri kullanıyorum. İşin aslı bunu çok bilinçli olarak da yapmıyorum ama o atmosferi, olayı veya duyguyu sembollerin okuyucuya daha iyi hissettirdiğini düşünüyorum.
Abus’da karakterlerin adlarını verirken de isimleriyle müsemma olmalarına dikkat ettim.
Önce karakter tüm görüntüsüyle hatta saçlarının şekline kadar gözümün önüne geldi. Sonra davranışı ve kişiliği oluştu. En sonunda da bu karaktere yakışacak isim ne olmalı diye düşündüm. İsimleri içime sinmemiş hiçbir karakter yok. Başka türlüsü olmazdı. Bu şehrin insanlarının isimleri aynı zamanda şehrin sosyolojik yapısının da yansıması olmalıydı.
Romanınızda din ve inanç mefhumunun, Abus’ta köşeye itilmiş, banal ve sıkıcı bir kavram olarak ele alındığı; ancak İslam tasavvufunun bin yıllık birikiminin, özellikle Kadim Ağabey ve Somuncu Baba gibi karakterler aracılığıyla romanın derinliğinde etkili olduğunu görüyoruz. Bu bağlamda, romanınızda tasavvufi geleneğin sunduğu manevî imkânları ve karakterleri kullanırken temel motivasyonunuz neydi? Din mefhumunun, özellikle ölüm korkusuyla ilişkisini Abus evreninde kurgularken hangi noktaları özellikle vurgulamak istediniz?
İnsan varlığın özüyle temasa geçmek için sürekli uğraş halinde. Bunun için de kendini bildi bileli felsefe ve mistisizmle hemhâl. Arayış; aklın son basamağında bitmediği için yürünecek yollar hep araştırılmıştır. Benim için İslam tasavvufu uçsuz bucaksız bir derya. Her insanın karşısına dönüşümleri için olgun insanlar çıkar. Fark ederler ya da etmezler. Ama yerinde sayıp da aklen veya ruhen ilerleme kaydetmeyen birinin insan olma vasıflarından faydalanmadığını düşünüyorum.
Türk Edebiyatı İslam sonrası halk mutasavvıfların eserleriyle de çok güçlendi. Tarihimizde yer alan ve derin bir maneviyatın damarlarını besleyen bu şahsiyetlerin hayata bakışlarından her zaman etkilendim. Yıldırım Beyazıt döneminde yaşamış ve o zamanın müderrisi Hacı Bayram Velinin yetişmesinde büyük rolü olan mürşidi Somuncu Baba karakterinin, romanda başka bir kişi üzerinde sadece bir yönünün yansıması bile Abus insanlarına yol gösterici oldu.
Abus’da ölüm korkusundan ziyade ölüme bakış her insanda farklılık gösteren bir olgu. Günümüzde de olduğu gibi. Herkes hayata bakışı doğrultusunda ölümü algılar. Hayatın gerçeği olan ölüm de o farklılıkların ufak bir kesiti olarak romanın bir bölümünde işlendi. Burada okuyucu kendi düşüncesine göre durumu değerlendirecektir.
Abus romanınızda, anlatı kesintisiz bir bütün olarak ilerliyor ve bölümler şeklinde ayrılmamış. Okuyucular açısından düşünüldüğünde, bölümlere ayrılmış bir yapı, hem takibi kolaylaştırabilir hem de anlatının ritmini farklı biçimlerde kurabilir miydi sizce?
Abus’u bölümlere ayırmayıp akıp giden bir nehir gibi düşünmüştük ama bundan sonraki baskılar için birkaç bölüme bölmeyi düşünüyorum. Okuyucuları ara ara dinlendirmek sanırım daha iyi olacak.
-Abus romanınızın, toplumsal eleştiri yapma, güncel sistemlerin potansiyel tehlikelerine işaret etme ve okuru düşünmeye yöneltme gibi distopik romanların temel amaçlarına hizmet ettiği; özellikle Türk toplumunun manevi mirasının önemini vurguladığını görüyoruz. Romanın sonunda Abus şehrinin “Şırlı Şehir”e dönüşmesiyle iyiliğin ve vicdanın zaferini tasvir etmeniz, genellikle daha karamsar biten distopyalardan ayrışıyor. Bu umutlu sonu tercih etmenizin altında yatan nedenler nelerdir? Romanınız aracılığıyla okura vermek istediğiniz temel mesajda, bu “zafer” anlatısının nasıl bir yeri var?
Kültürünü, lisanındaki birçok kelimeyi, tarihini, edebiyatını, sanatını, özünü, ahlaki değerlerini, geleneklerini, inancını, atasını neredeyse kendini reddin nelere yol açabileceğini distopik bir kurguyla anlatıyor Abus ama sonu ütopyaya dönüşen bir distopya.
Neden mi “zafer”? Çünkü çaba var, birlik var, samimiyet var, gönüllerini hatta hayatlarını ortaya koymuş insanlar var. Doğru yapılan hiçbir hareketin karşılıksız kalmayacağını göstermek niyet. İyi olmanın elbet karşılık bulacağını…
Son olarak, kitaplığınıza dönsek… Bize sevdiğiniz üç yerli ve üç yabancı eseri önerir misiniz?
Böyle sorularda çok zorlanıyorum. Öyle zor ki seçmek… Kıyamıyor insan, okurken kendinden geçtiği kitapların üçle sınırlı kalmasından😊
Peki;
Ahmet Hamdi Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Peyami SAFA Yalnızız
Tarık Buğra Küçük Ağa
Refik Halit Karay’ı da çok severim.
Günümüz yazarlarından İhsan Oktay Anar’ı da ayrıca söylemek isterim.
Romain Roland Jean Cristophe
Roger Garaudy Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum
Benim için yeri ayrı bir kitap Henryk SienkiewichQuo Vadis? (Bu eski basım kitabımın babamla olan hatırasından dolayı benim için yeri ayrıdır.)
Yeni yorum ekle