
Röportaj: MURAT ÖZSOY - Aralık 1987
TÜRKAN ŞORAY (1945): Oyuncu, senarist, yönetmen, yazar
Rol aldığı 222 filmle dünyanın en çok film çevirmiş kadın oyuncusu
Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Kadın Oyuncu Ödülü: 1964,1968,1987,1994
Televizyon Dizileri: Başrollerini Şener Şen'le paylaştığı İkinci Bahar, Haluk Bilginer’le paylaştığı Tatlı Hayat.
“Ağla!” diyorlar, ağlıyordum
“Gül!” diyorlar, gülüyordum
- 1981’de “Yılanı Öldürseler” filminin çekimleri sırasında intihar etmeyi bile düşündüm. Bir gece sabaha kadar ağladım, ne yapacağım diye. Çok zor bir hikâyeydi. Zaten, Yaşar Kemal’in hikâyelerini filme almak gerçekten çok zor.
- Hem yönetmenlik yapıp hem oynamak aslında büyük bir çılgınlık. Bunu Yılmaz Güney başarıyordu. Ama o büyük sinema adamı.
- Film çalışmaları askerlik gibi. Bu koşullar altında, film çekmekle acı çekmek aynı oluyor.
- Orta sondan ayrıldım. Okumayı çok seviyordum aslında. Hâlâ, gıpta ederim okuyan çocuklara, kıskanırım yani.
- 15 yaşımda, bir anda kendimi sinemanın içinde buldum. Hemen bir kat aldık. Fakirlikten çıkıp, pat diye annem, kardeşim ve ben rahat bir hayata geçtik.
- Sinemaya nasıl başladınız?
- Sinema oyuncusu olmayı ben seçmedim. Ekonomik şartlar zorladı. Annemle babam ayrılmıştı. Annem iki çocuğuyla yalnızdı ve çalışıyordu. Ben okuyordum. Çok küçüktüm, 15 yaşındaydım. Yeni taşınmıştık. Kiracısı olduğumuz evin sahibi film çeviriyormuş. Benim de sinemayla hiç ilgim yoktu. Fatih’te belli bir süre dedemin yanında kalmıştım. Dedem, anneannem, böyle çok kapalı bir çevre. Hiç sokağa yollamıyorlar. Sadece okul, ev… O döneme kadar pek film de seyretmemiştim. Sinemaya gitmek falan yoktu. Okulda duyduklarımla merak ediyordum film dünyasını.
Bir gün, ev sahibinin film oyuncusu olan kızı, birlikte Beyoğlu’na gitmeyi önerdi. Benim için bir rüyaydı hiç gitmediğim Beyoğlu. Ve arkadaşım, üstümde okul önlüğü ile film setine götürdü beni. Benim doğal halim, gençliğim, boyasız yüzüm çok dikkatlerini çekmiş, beğenmiş olacaklar ki, ertesi gün eve sinemacılar geldi. Annem, ilk önce büyük şaşkınlıkla karşıladı ama teklif edilen para falan… Yapsak mı, yapmasak mı diye konuşmalar oldu. Ve sonunda annem “peki” dedi. Yani, sırf para için “evet” dedi.
Babam hiç bizimle ilgilenmiyordu. Biz annemle oturuyorduk, babamla ilgimiz yoktu. Ve ben başladım film çekimine. Hiç sinema bilgim yok, yaşam bilgim yok. 15 yaşımda, bir anda kendimi sinemanın içinde buldum. Bana ne derlerse onu yapıyordum. “Ağla!” diyorlar ağlıyordum, “Gül!” diyorlar gülüyordum. Ama her şeye rağmen, ilk gün yapılan çekimlerde bile, “Ne kadar başarılı!” falan gibi övgüler oluyordu. Herhalde, yeteneğim vardı da orada ortaya çıkmıştı. Sonra, devamsızlıktan okuldan ayrıldım.
- Hiç tanımadığınız bir dünyaya girdiniz.
- Orta sondan ayrıldım. Okumayı çok seviyordum aslında. Hâlâ, gıpta ederim okuyan çocuklara, kıskanırım yani. Çok istiyordum okumayı. Ancak birdenbire bambaşka bir dünyanın içinde bulmuştum kendimi. O zaman yarışmalar falan da yoktu. O yıllarda film oyuncusu olmak herhalde daha zordu.
Sinemada en çok ilgi çeken fiziksel özelliğiniz neydi? Örneğin, dudaklarınızın çok mübalâğalı olduğunu yazmışlardı bir dergide.
- Mübalâğalı diyebilirler, çünkü çok natürel ve güzel bir yüzüm vardı. Kalın kaşlarım falan… Çerkez’dir bizim baba tarafımız. Ben makyaj bilmediğim için saçma sapan makyajlar yaptım yüzüme. Bir kere 15 yaşın güzelliği var. Cahillik tabii… Acayip makyajlar yaptım.
- Bir de sizin ünlü “Şoray Kanunları” denilen prensipleriniz vardı. Son yıllarda, değişiklikler oldu galiba prensiplerinizde?
- “Kanun” gazetecilerin yakıştırması. Hep rahatsız oluyordum. İkinci filmimin galası için İnci Sineması’na gitmiştim. İlk kez seyirciyle kontağım orada başladı. Göksel Arsoy’la yaptığımız bir filmdi. Filmin sonunda benimle değil, başka bir kızla evlendi. Seyirci beni daha ilk kez görüyor, ismimi bilmiyor. Seyircilerden yüksek sesle itirazlar geldi, “Bu kara kızla evlen!” diye. Orada hissettim, seyircinin beni sevmeye başladığını. Ve giderek, seyirci benimle özdeşleşti. Özellikle kadın seyirci beni kendi yerine koydu, benimle acı çekti, benimle güldü. Erkek seyirci ise beni kardeşi gibi gördü. Dekolte bir kıyafetim olsa, itirazlar, mektuplar, telefonlar gelmeye başladı
- Ne tür itirazlar geldi?
- “Neden böyle yapıyorsun? Biz istemiyoruz!” diyorlardı. Aşırıya kaçan bir sahne olsa veya kötü bir rolde oynasam seyirci müthiş rahatsız oluyordu. Hatta o film iş yapmıyordu.
- Aşırıya kaçan sahne ya da kötü rolden kastınız ne?
- Hep dürüsttür bu kadın; hep ezilir, hep iftiraya uğrar, o yıllar önce yaptığımız filmlerde. Belli kalıplardı bunlar. O kalıpları ben mi yarattım, sinemanın şartları mı yarattı, seyircinin isteği ile mi oldu, onu bilemiyorum. Ama o yıllardaki oyuncular, hep bu kalıplar içinde film yaptık. Belli tipler vardı, hep bu tipleri canlandırıyorduk. Onun dışına çıktığımız zaman, filmlerin iş yapmama endişesi vardı içimizde. Çünkü seyirciyle aramızda müthiş bir bağ oluşmuştu.
- Sözünü ettiğiniz bu ilgi nereden kaynaklanıyor?
- Bu ilgi sadece bana değil, birçok sinema oyuncusuna gösteriliyor. Sinemanın özelliği, büyüsü demek ki bu. Belki tip de çok önemli. Ben hep şunu duymuşumdur: “Kızım size benziyor”, “Ablam size benziyor”. Bir de, herhalde başka bir şey geçiyor perdeden. Her oyuncuda yok bu. Mesela, benden çok güzel insanlar geldi sinemaya. Benim oynadığım filmlerde de oynadılar. Yok, olmadı. İkinci filmlerini çeviremediler. Seyirci ile benim aramda elektriklenme gibi bir şey var herhalde. Ne olduğunu bilemiyorum. Bugüne kadar da çözemedim. Bu sorunuzu belki en iyi Atıf Yılmaz yanıtlayabilir.
Bir sinema oyuncusu olarak, tipleri canlandırırken inisiyatif kullanabiliyor muydunuz başlangıçta?
- O giderek oluştu. Ben sinemanın ne olduğunu bilmeden girdim sinemaya. Ve bu çok uzun yıllar aldı. Sinemanın, oyunculuğun, yönetmenin, senaryonun önemini öğrenmem için çok yıllar gerekti. Ben uzun süre para kazanma olayı gibi gördüm sinemayı.
- Ne yaptınız ilk kazandığınız parayla?
- Hemen bir kat aldık. Fakirlikten çıkıp, pat diye annem, kardeşim ve ben rahat bir hayata geçtik. Fakat bu süre içinde ben bir ayda üç film birden çeviriyordum. Üç gün uykusuz çalışıyordum.
- Bir dönemin “zengin oğlan, fakir kız” senaryolarının, kol saatli, elektrik direkli, TV antenli tarihi filmlerin mucidi Yeşilçam, yavaş da olsa bir kimlik arayışı içinde. Siz nelerden etkilendiniz bu kabuk değiştirme süresince?
- Belli bir rahatlığa erdikten sonra sinemada yeni bir şeyler olduğunu fark etmeye başladım. Bir, iki filmin etkisinde kaldım. Mesela, Lütfi Akad’ın filmleri etkiledi beni. Sonra, Atıf Yılmaz’ın “Alageyik” filmi… “Acı Hayat” güzel filmlerdi.
- Sizin yaptığınız filmlerden farkı neydi bunların?
- Benimkiler hep aynı tiplerdi. Makyajlı, salon filmleri benzeri filmlerdi. Bir kere, her şeyden önce natürellik çok hoşuma gitti. Hiç makyajsız, köy kıyafeti falan... Lütfi Akad Bey’le “Ana” filmini yaptık. Abartısız mizansenler, dümdüz, sade bir oyun, sade kıyafetler. Çok değişikti benim için. Ve ondan sonra senaryo çalışmalarına katılmaya başladım. Kendim hikâyeler aramaya başladım. Yapımcılara hikâye önermeye, “Artık, bu tür roller istemiyorum!” diye itirazlara başladım.
- Yeşilçam’daki kimlik arayışı beraberinde yeni bir sinema seyircisi getirdi denebilir mi?
- Evet, sinema seyircisi değişti. Eskiden sinemaya aile gidiyordu. Televizyonun gelmesiyle insanlar eve çekildi. Ardından seks filmleri başladı. Aile iyice eve kapandı. Seks filmleri furyası sırasında ben hiç film yapmadım. Sinemanın kriz dönemiydi zaten. Şimdilerde daha aydın seyirci geliyor sinemaya. Önceleri küçümsüyorlardı Türk filmlerini. Evine çekilen aile de evinde video ile sinema ihtiyacını karşılıyor. Her şeye rağmen, seyirciyle olan sıcak bağ hiç kopmadı. Hâlâ sokağa çıktığımda sarılıp öpüyor seyircilerim. Örneğin, kızım Yağmur’a hamileyken, “Torunumuzu bekliyoruz!” diye hediye getirenler oldu. Hiç bitmesini istemediğim bir mutluluk bu benim için.
Yirmi altı yıldır sinema dünyasındasınız. Son yıllarda az film çevirdiniz. Size gösterilen ilgide azalma hissediyor musunuz?
- Sanmıyorum. Mesela, kocamla ayrılmamızın haberi gazetede çıktığı gün, bir bankada çalışan kadınların hepsi ağlıyormuş. O destek her zaman var ve hiç eksilmedi.
- Her iki tarafın da oyuncu olması evlilik yaşamını etkiliyor olsa gerek?
- Bizde magazin basın, filmlerdeki bazı sahneleri, bazı olayları çarpıtıyor, yozlaştırıyor, çirkinleştiriyor. Ve bu sahneler, sanki film değil, sanat değil de bizim özel yaşantımızmış gibi kullanılıyor. İşte mesela, “Filmde kendinden geçti!” diye başlık atıyorlar. Bütün bunlar evin içinde tatsız bir hava yaratıyor. En son yine, “Karı, koca seks yarışında!” diye başlık atmışlardı.
- Sizin “Şoray Kanunları”nı yıkmanız ilk hangi filminizle oldu?
- 1982’de, “Mine” filminde oldu ilk kez.
- Biraz da sizin yönetmenlik yönünüzden bahsedelim isterseniz. Kameranın önünde ya da ardında olmanın sorumlulukları konusuna değinir misiniz biraz?
- Yönetmenlik korkunç sorumluluk isteyen bir iş… En ağır yük yönetmenin omuzlarında… Ben dört film yönettim. Bunları amatörce çalışmalar olarak değerlendiriyorum.
- Basında çıkan bazı yazılardan anlaşıldığı kadar, çevrenizdeki yönetmen arkadaşlarınız size yeterli destek vermemişler.
- İlk başta gülenler oldu. Kimi, “Yapamaz!” dedi, kimi destekledi. Nasıl sinemayı kendim seçmemişsem, yönetmenliği de kendim seçmedim. Senaryo çalışmalarına katıldıkça, canlandıracağım karakteri daha iyi tanımaya başladım. “Selvi Boylum, Al Yazmalım”ı Atıf Yılmaz Bey’e ben önerdim. İyi bir yönetmenin her şeyden önce disiplini sağlaması lazım... Ben yönetmen olarak ilk gün ne yapacağımı bilmiyordum. Uzun yıllardır sinemada olmanın verdiği birikime güveniyordum.
Ben aslında çok yumuşak bir insanımdır, ama yönetmenlik sırasında bambaşka biri oldum, disiplini sağladım. Film çalışmaları askerlik gibi… Bu koşullar altında, film çekmekle acı çekmek aynı oluyor. Bir sahne için yirmi kişi istiyorsanız, “İki kişiyle idare et!” deniyor son anda. Donatılmış bir masa istiyorsunuz, iki tane leblebi konuyor masaya mesela. Ne olursa olsun, filmin belirlenen süre içinde çekilip bitirilmesi gerekiyor. Bütün bunlar yönetmenin omuzlarında.
Ben sette bu acıları yaşarken, bir oyuncu arkadaş başka şeylerle uğraşmaya başlayınca ona düşman oldum. Herkesin her saniye filmi düşünmesini istedim. Oysa oyuncu olarak ben de yıllarca onlar gibi hareket etmiştim. Ondan sonra, oyuncu olarak yaptığım filmlerde hep yönetmenin yanında oldum. Hem yönetmenlik yapıp hem oynamak aslında büyük bir çılgınlık... Bunu Yılmaz Güney başarıyordu. Ama o büyük sinema adamı. O başka bir insan, başka bir yetenek.
- Yılmaz Güney’in filmlerinin hâlâ yasaklı olmasını ya da “Yorgun Savaşçı” filminin yakılması haberlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Sanat eserlerinin yasaklanması ya da yakılması dehşet verici geliyor bana!
- Yaşar Kemal’in “Yılanı Öldürseler” filminin çekimleri de oldukça maceralı olmuş galiba?
Türkan Şoray, Güneş Karabuda
Yaşar Kemal sonsuz saygı ve hayranlık duyduğum bir yazarımız. Bu filmi çekmeyi ben önce istemedim. Çünkü korktum. Çok zor bir film... İlkin, Ali Özgentürk çekecekti filmi. Bazı nedenlerle çekmedi. Güneş Karabuda İsveç’ten gelecek, her şey hazır.
Sinemada da çok güzel bir âdet var. Bir yönetmen filmi bırakırsa, başka yönetmen kabul etmiyor. Birçok yönetmene teklif yapıldı, hiçbiri kabul etmedi. Adana’da çiçekler solmuş, ekinler sararmış, tam çekim zamanı. İsveç’ten ekipler gelecek. Bana teklif yapıldı. Benim, Esme rolünü oynama arzum ağır bastı ve yönetmenliği de kabul ettim. Ama hayatımın en zor günlerini yaşadım. Film sırasında intihar etmeyi bile düşündüm. Bir gece sabaha kadar ağladım, ne yapacağım diye. Çok zor bir hikâyeydi. Zaten, Yaşar Kemal’in hikâyelerini filme almak gerçekten çok zor…
Röportaj yazarı Murat Özsoy’un Yayımlanmış Kitapları: Hindistan’dan Pakistan’a Çin’den İran’a Turkuaz Günlüğü, İsveç ve Filmin İkinci Yarısı, Kentler ve Düşler, Yazarların Ankara’sı, Rusya Volga Nehir Turu, Yasemin Ülke Tunus, 32 Röportaj… Özsoy’un İsveççeden Türkçeye 17 kitap çevirisi bulunuyor.
Yorum
Kutlama
Başarılarından gurur duydum, devamını yürekten diliyorum dostum.
Türkan Şoray
Türkan Şoray hakkında bu kadar bilgiyi daha önce okumamıştım. Emeğinize sağlık çok güzel bir röportaj olmuş.
Türkan Şoray Türk Sinemasının Sultanı
Çok etkilendim. Türkan hanımın bu kadar içtenlikle kendini anlatmasına hayran kaldım. Önceden onu sadece 60'lardaki filmleri üzerinden değerlendirdim. Yazıyı okuyunca kendisine büyük saygı duydum. Röportaj soruları harikaydı. Murat Özsoy'u da ayrıca kutluyorum.
Türkan Şoray ile röportaj
Türkan Şoray, Türk sinemasının simgesel isimlerinden biri ve öyle kalacak . Özellikle 60'lı, 70'li ve 80'li yıllarda yüzlerce filmde sergilediği büyüleyici performansla nesillere damgasını vurdu.
80'li yıllarda Murat Özsoy dostumuzun onunla yaptığı röportaj 80'li yıllardan Türk sinemasının altın çağına gerçek bir dalıştı. Hem gücü hem de kırılganlığı yayan ekran varlığıyla tek başına bütün bir dönemi temsil eden bir sanatçıdan bahsediyoruz.
Beni etkileyen şey onun bir oyuncu olarak inanılmaz çok yönlülüğüydü. İster yoğun dramatik rollerde ister hafif romantik komedilerde olsun Şoray, karakterlerine her zaman benzersiz bir duygusal derinlik kazandırmayı başarmıştır. Yeteneği basit yorumlamayla sınırlı değildi; aynı zamanda etkileyici bir sinema ustalığı sergileyen çok sayıda film yönetti.
Röportajda onun sadece üretken kariyeri değil, aynı zamanda Türk kültürü üzerindeki etkisi ve film endüstrisinde kadınlar için oynadığı öncü rol de vurgulanıyor. Kadınların rollerinin sınırlı olduğu dönemlerde Şoray, normlara meydan okuyarak gelecek nesil oyuncu ve yönetmenlerin önünü açmıştı.
Bu geriye nostaljik dönüş bana Türkan Şoray'ın Türk sinemasındaki kalıcı etkisini hatırlattı. Onun zarafeti, karizması ve sanatına olan bağlılığı ilham vermeye devam ediyor ve onu beyazperdenin yaşayan bir efsanesi haline getiriyor.
Geçmiş Emeğine, yüreğine sağlık sevgili dostum Sağol,Varol.
Turkan Soray röportaji
Çok başarılı bir röportaj! Türkan Şoray gibi Türk sinemasının dev karakterlerinden birisinin bu kadar içten bir güzellikle yaşamından bilinmeyen kimi kesitleri bizlerle paylaşmasını sağlamak büyük başarı.. Tebrikler!
Yeni yorum ekle