Uzaklarda

Edebiyat

Uzaklarda

Gönüllü olarak çalıştığımız huzurevinden ayrıldığımızda saat onu çoktan geçmişti. Şehrin biraz dışındaki bir koruluğun içinde, asırlık ağaçlarla çevrili, sessiz ve gerçekten huzur verici bir yerdi burası. Donmuş kış manzarasının ortasında, bir eski zaman kartpostalı gibi ışıldıyordu. Akşam yemeğini, kimsesiz yaşlılarla yemiştik.

 

İnmeli gövdelerin, söz geçirilemez ellerin, lokmayı çeviremeyen dişsiz ağızların engellemesine karşın, yaşama tutunma çabaları bana güç veren yaşlılarla. Başlarındaki renkli kotyonların yarattığı komik çelişkiyle, tavandan sarkan parlak süslemelerin ışığında, figürleri  deforme edilmiş renkli bir resimden fırlamışa benziyorlardı.

Özel bir yemekti bu akşamki. Yılbaşı yemeği.

Yaşlılar erken otururlar sofraya. Başlamadan önce, bir görevlinin yardımı ile dua ederler. Ağırlaşmış devinimleri yüzünden uzadıkça uzar yemek, sonra da yorgun düşerler. Çoğunun, daha tatlıyı yerken, masa başında uyukladığına tanık olabilirsiniz.

Ama bu akşam direnmeye çalışıyorlar. Armağanlar açılırken, anlaşılmaz homurtulara benzeyen sevinç çığlıkları atıyorlar. Birlikte yılbaşı şarkıları söylüyorlar. Birazcık mutlu olabilmek için çabalıyorlar açıkçası. Ama, çabalarının bir sınırı var elbette ve sonunda çabucak yenik düşüyorlar uykuya.

Yatmalarına yardımcı oluyoruz.

Tekerlekli iskemlelerini yanıbaşlarına, renkli kotyonlarıyla, hediye paketlerini de komodinlerinin üstüne bırakıp çıkıyoruz. “İyi yıllar, iyi uykular.”

 

Nöbetçi personelle vedalaşıp kapalı park yerine doğru yürüken, “yeni bir yıla giriyoruz diye neden seviniriz ki?” diye soruyorum Anya’ya. “Oysa aynı anda, 365 günlük koca bir yılı da tüketmiş oluyoruz. Üstelik giderken, ömrümüzden pek çok şeyi alıp götürmüştür beraberinde. Bak şu yaşlılara, ne hale gelmişler. Bizim sonumuz da bu işte.”  

Yanıt vermiyor, boncuk mavisi gözlerini yüzüme dikmiş, şaşkın bakıyor Anya. Her zaman kıskandığım, sağlık fışkıran yanakları yine al al parlıyor. Saat on buçukta sevgilisi ile buluşacaktı, çok geç kaldık, acelesi var ve çene çalmak istemediği de kesin

“Yılbaşı geceleri çılgınca eğlenmek, yalnızca bir avuntudur belki. Yitirdiğimiz şeyleri unutmak için kısa bir mola. Oysa, yılların sayısı arttıkça, avunmak da zorlaşıyor...”

Anya, arabasının kapısını açarken sabırsızca, “gevezeliği bırak da atla” diyor.  İçi içine sığmıyor, biliyorum. Ama benim hiç acelem yok, yetişmem gereken bir randevum da... “Ben yürüyeceğim, sen git” diyorum. “Saçmalama, onca yol yürünmez bu soğukta, atla çabuk.” İsteksizce biniyorum arabaya.

Koruluk bitinceye kadar sessizce yol alıyoruz. Ben, sinemadan çıkmışız da, izlediğimiz filmi sindirmeye çalışıyormuşum gibi, geride bıraktığımız yaşlıları düşünüyorum. Buraya gelmeden önce, her birinin nasıl bir öyküsü vardı. Yaşam, ellerinden her şeylerini alıp götürmemiş gibi eğlenmeye çalışırlarken, içlerindeki kapalı kutularda neler saklıyorlar kim bilir.

 

Kar durmuş, toprak iyice sertleşmiş. Bu bembeyaz sessizlikte, tekerleklerin,  karın üzerindeki çıtırtılarını bile duyabiliyoruz. Ağaçlar, ağaç olmaktan çıkmış, yılbaşı gecesine yaraşır devasa kardan adamlara dönüşmüş. Arabanın farlarıyla aydınlanan kar, kırık cam parçacıkları gibi parlayarak gözümüzü alıyor. Koruluktan çıkıyoruz, anayola saptığımızda, birden aydınlanıyor ortalık. Pırıl pırıl aydınlanmış cadde, karanlık bir ormanda kaybolmuş masal kahramanının, birden gördüğü mucizevi ışık gibi çıkıveriyor karşımıza. Kente yaklaşırken, Noel Yortusu’ndan beri şehirde esen bayram havasını yansıtan evler, süslü pencereler, sokak süslemeleri, sabaha kadar açık kalacak ışıklı dükkânlar da çoğalıyor. Karın beyaza boyadığı sokaklar, şehrin merkezine doğru akın akın yürüyen insanlarla dolu. Saat on ikiden önce, Kilise Meydanı’nda olma telaşındalar.

“Ben burada ineceğim.”

 

Anya karşı çıkmadan durduruyor arabayı. Daha önce yaptığı daveti, kesin bir dille reddettiğim için üstelemiyor. İyi yıllar diliyorum, sevgilisi Hugo’ya da selam yolluyorum, iniyorum arabadan.  Beremi kulaklarıma kadar indiriyorum, mantomun yakasını da iyice kaldırıyorum. El örgüsü eldivenlerimi geçireyorum ellerime. Kalın tabanlı botlarımın altındaki karı  gıcırdata gıcırdata eve kadar yürümeye kararlıyım. Sonra da yatıp bir güzel uyku çekeceğim.

 

Çoktandır yılbaşlarını yalnız geçirmeye alıştım. Babam öldüğünden beri. Belki onun son yıllarında çektikleriydi beni, bir huzur evinde gönüllü çalışmaya yönelten. Kocama da bir  gerekçe yaratmıştı yaşananlar. Babama odaklanan ilgimi, bu kuzey ülkesinin alışamadığı iklimini, beyaz gecelerini, işindeki hoşnutsuzluğunu ve en önemlisi zorla sürüklediğimiz – o böyle düşünüyordu- yıpranmış evliliğimizi daha fazla taşıyamayacağını söyleyip, çekip gitmişti memlekete.

Saate bakıyorum. “Yeni yıla, otuz beş dakika önce girdiler. Kiminle ve nerede girdi acaba?”

 

Kalabalıkla birlikte, amaçsız sürükleniyorum.

Dam Meydanı’na yaklaştığımda, müzik sesi duyulmaya başlıyor. Işıklar içindeki meydan, çılgın, renkli bir kalabalıkla dolu. Ellerinde şampanya kadehleriyle müziğe eşlik ediyorlar. Leonard Cohen, “Dans with me, to the end of love” diye sesleniyor kalabalığa. Dans edenler, birbirine daha sıkı sarılıyorlar,  bunun bir ayrılık dansı olmadığını kanıtlarcasına.

“Şarkı bana sesleniyor aslında, siz üzerinize alınmayın.”

Kalabalığı yara yara meydanın ortasına yaklaştığımda başlıyor geri sayım. On, dokuz, sekiz...

Havai fişekler, bu tarihi kentin, eski ve görkemli yapıları üzerinden, yıldız yağmuru gibi dökülüyor üzerimize. Tüm kalabalık, hip hip hip hurraa naraları eşliğinde, birbirine sarılıp öpüşüyor. Ben de bu coşkudan payıma düşeni alıyorum elbette. Bir ara ayaklarım yerden bile kesiliyor. Sonra müzik daha canlı, daha hareketli tartımlarla coşturuyor insanları. Yeni yıla giriliyor.

Usul usul uzaklaşıyorum meydandan.

 

“Eve yaklaştığımda, pencerelerim ışıl ışıl. Evde beni bekleyen biri var. Koşmaya başlıyorum. Kapıya astığım küçük çelenk eğrilmiş, onu düzeltip giriyorum içeri. Ayaklarımdaki karları silkeliyorum, mantomu asıyorum. Tam o sırada müziğin sesini duyuyorum, çok yakından geliyor, yemek odasından. Sevdiğim ve güzel anılar çağrıştıran bir ezgi bu. Oda kapısını usulca aralayıp bakıyorum. Üzerinde mumlar yanan bir masa hazırlanmış. Buz kovasında bir şişe şampanya. Şöminede çıtır çıtır, büyüleyici bir ateş yanıyor.”

 

Işıkları yakıp yemek odasına giriyorum. “Ev çok soğuk, şömineyi yakmalı. Sonra da sıcak bir şey içip yatmalı.” Mutfağa geçip su ısıtıcısını çalıştırıyorum. Yatak odasına pijamalarımı giymeye gittiğimde gözüm aynaya ilişiyor. Boynuma dolanmış kırmızı parlak şerit ve kazağımın omuzlarında kalmış bir kaç konfetiyle, acı izleri iyice belirginleşmiş yüzümün çelişkisi hüzün veriyor. Sanki bir oyundan sonra kulisteyim. Tüm gülücüklerini ve makyajını sahnede bırakmış, yapayalnız bir oyuncu gibi.

Yalnızlığımın tarihi, tüm ayrıntılarıyla yazılı bu yüzde.

Şeridi boynumdan alıp aynanın önünde duran davetiyenin üzerine koyuyorum. Huzur Evi’nin yeni yıl partisi davetiyesi. Anya’nın, iki kişilik özel partisine, kabul etmeyeceğimi bile bile, yaptığı sözlü daveti saymazsak, bu yılbaşı aldığım tek davet.

“Yeni yılın kutlu olsun” diyorum kendim

Ülkü Yalım Günay

 

                                                                                                                                                            

 

                                                                              

 

 

 

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.