Meliha Yıldırım’ın Ankaralı Yazarları

Edebiyat

Meliha Yıldırım’ın Ankaralı Yazarları

Şair-Yazar-Felsefeci A. Galip Kabasakaloğlu Söyleşisi

.

Meliha Yıldırım: Galip Hocam merhaba. Uzun zamandır yazdığınızı biliyorum. Ne hissediyorsunuz yazarken? Korku mu, mutluluk mu ya da kendinizi o ana mı bırakıyorsunuz?

A. Galip Kabasakaloğlu: Yazmak yüksek bir yoğunlaşma gerektiriyor. Kendinizi o ana kaptırıyorsunuz. Bende de böyle oluyor. Yazıya oturmadan önce uzun bir hazırlık, kurgu ve düşünme süreci geçiriyorum. Temel tezleri, argümanları oluşturduktan sonra ya da belirli iddialar, görüşler geliştirmişsem eğer ondan sonra yazmaya başlıyorum. Tabi bunların bir kısmı yazma sürecinde değişebiliyor. Bazen yeni fikirler o anda doğuyor. Yazı bittikten sonrada eğer içimde iyi bir iş çıkardığıma dair bir his varsa işte o zaman mutluluk duygusu da sarıyor. Bu bir sezgi galiba insan hissediyor. “Aferin, iyi bir iş çıkardın." diye kendimi övdüğüm oluyor. Okuyucudan aynı tepkiyi görmeyince duygular değişiyor. Nerede eksikliğim var, doğru bağlantılar kuramadım, diye düşünüyorum. Kimi zamanda “Eleştirmenler ya da okuyucular zekâdan çatlamıyorlar ki,” diye teselli ediyorum kendimi. Hem de “Böyle Buyurdu Zerdüşt” kitabından “Ben bu kulaklara göre ağız değilim,” sözünü alıntılayıp. Şaka bir yana insan gerçekten yazarken öğrenmiş oluyor.  Yanlışı da doğruyu da.

Korku meselesine gelince. Kâbus gibi bir hayat yaşıyoruz, korkuyu da aştık.

Meliha Yıldırım: Günlük olayları kolaylıkla kurguya çevirebiliyor musunuz? Yoksa sizin konularınız, yazmayı düşündükleriniz hayatın akışından başka şeyler mi?

A. Galip Kabasakaloğlu: Günlük olayların akışına kapılmak yazıyı daraltıyor. Onun dışına çıkmak gerekiyor. Eskiden takip ettiğim gazetelerin köşe yazarları vardı. Şimdi var mı bilmiyorum. Sahi gazete kaldı mı, onu da bilmiyorum! Her gün yazarlardı. Güya okuyucularına fikir verirlerdi. Sonra farkına vardım ki, bunlar belli değer yargılarının, belli dünya görüşlerinin yılmaz birer savunucularıymış. Okuyucuları da zaten yeni bir şey öğrenmek değil, inançlarını pekiştirmek istiyorlar. Bu yüzden yazarların gündelik olayların dışına çıkmaları gereğine inanırım. Evet, mümkünse biraz fildişi kulelerine çekilmelerini isterim. Bir yazarın esas olarak felsefi bilgi ile tanışmaları, değer yargılarının ötesine geçmeleri gerekiyor. Diğer türlü dar bir siyasi alana mahkûm oluyorlar. Bu durumlarına “çağının tanığı, çağının çocuğu” olmak gibi fiyakalı sıfatlar takanları çok görürüz. Oysa yazmaya kalkışmak, geleceğe kalmak isteğidir. Diğer türlüsü vaka nüvislikten öteye geçememektir.Yazmak, bağlantı kurabilmek ve kendine has kavram haritası oluşturabilmektir.

Meliha Yıldırım: İlk yazmanız gerektiğine nasıl ve ne zaman karar verdiniz, sizi tetikleyen ne oldu? Bu hem şiir hem de yazdığınız diğer edebiyat eserleriniz için de geçerli Galip Hocam?  Bu arada felsefe öğretmeni olduğunuzu da söylemek istiyorum.

A. Galip Kabasakaloğlu: Açıkçası artık benim yazmam gerekiyor dediğim bir an olmadı. Çocukluğum ve ilk gençliğim yalnızlıkla geçti. Bu boşluğu kitaplar doldurdu. Giderek okumayı ve kitapları çok sevdim. Üniversitede felsefe okudum, yüksek lisans yaptım. Lise yıllarımdan beri şiirle ilgileniyordum. Artık yazmak da bu faaliyetlerin doğal bir sonucuydu. Dergiler takip ediyordum. Sonra sonra o dergilerde, gazetelerde benim yazılarımda çıkmaya başladı. Peşi sıra kitaplar geldi.

Meliha Yıldırım: Yazmayı günlük hayatın içinde düzenli bir şekilde yapabiliyor musunuz? 

A. Galip Kabasakaloğlu: Eğer gazete ve dergilerde sürekli yazıyorsam yani yazı yetiştirmem gerekiyorsa her günün belli bir saatini yazıya ayırıyorum. Bir dönem Milliyet Sanat, Radikal2, Evrensel gibi dergilere yazıyordum. Düzenli yazmak durumundaydım. Ama bu günlerde o düzenliliği kaybettim. Akşama yazarım, yarın yazarım diyerek tembelliğin tadını çıkarıyorum.

Meliha Yıldırım: Ankara’da olmak sizin için özel bir anlam ifade ediyor mu? 

A. Galip Kabasakaloğlu:Liseyi okumak için geldim Ankara’ya. Geliş o geliş. Memuriyette doğu görevi için dört yıl kadar ayıldım. Sonra tekrar Ankara. Alışkanlıklardan kurtulamama mı, tembellik mi bilemiyorum. Ankara şansız bir kent. Hani diyorlar ya, “Bir bozkır kasabasından bir başkent yarattık.” tam bir palavra. Yüzden fazla nehir, çay ve dereleriyle, onlarca tür meyve ağaçlarıyla, verimli ovalarıyla bilinen bir bölge bugün adeta beton bloklarıyla çevrilmiş durumda. Bütün dereleri doldurulup kapatılıp üzerine binalar yapılmış bir kent. O derelerin bugün sadece adları yaşıyor. Bütün bunlara rağmen Ankara’da yaşamaktan memnunum. Gençlik yıllarım burada geçti, ilk aşklarımı bu kentte yaşadım. Bir kenti sevmek için bunlar yetmez mi?

Meliha Yıldırım: Okuduğunuz romanları diğer okurlardan çok farklı yorumluyorsunuz. Bakış açınız çok özel. Bunun nedenini neye bağlıyorsunuz, benim ilk aklıma felsefeci olmanız geliyor.

A. Galip Kabasakaloğlu: Elbette felsefenin büyük etkisi var.  Bir edebi türü eleştirirken -ki eleştiri bir değerlendirme biçimidir, o yapıtın değerini, benzerleri içerisindeki yerini gösterebilmektir-  o türün tarihsel gelişimini de izlemek gerekiyor. Örneğin roman sanatının tarihini ve günümüzde aldığı biçimi ortaya koymak lazım. Biz de eleştiri deyince eleştirmenin duygularını yazması bekleniyor. Keyifle okudum, hızla okudum gibi cümleler görüyoruz. Ya da hayranı olduğumuz bir akımın, bir kuramın özelliklerini yansıtsın istiyoruz. Oysa eleştirmek için öncelikle o yapıtı anlamalıyız, tanımalıyız. Yazarın o yapıtla ne yapmak istediğini ve ne yapmış olduğunu ortaya koyabilmeliyiz. Sonrada o yapıtın bütün unsurlarını görebilmeli ve varsa değerini açıklayabilmeliyiz. Velhasıl eleştiri de ayrı bir edebi türdür. Oda yaratıcılık ve bağlantı kurabilmeyi gerektirir.

Meliha Yıldırım: Aklınızda yazmayı düşündüğünüz ama beklettiğiniz meseleleriniz var mı? Bunu bir yazımda, şiirlerimde, romanımda ya da öykümde anlatmalıyım dediğiniz. Ya da onu hemen kayda geçirir misiniz?

A. Galip Kabasakaloğlu: Evet, şiir için söyleyebilirim. Dizeler, imgeler yavaş yavaş oluşur. Hatta şiirin ana gövdesi de zihinde belirir. Ondan sonra masa başına geçerim.  Düşünce yazılarında işler farklı oluyor. Kafada onlarca problem var zaten. Bunları daha netleştirmek, araştırmak, kaynakça taramak gerekiyor. Yazının türüne göre yazma süreci uzuyor. Epeyce bir dönem 13. Yüzyıl çalışmıştım. Anadolu’nun Türkleşmesi, Türklerin Müslümanlaşma sürecini inceliyordum. Bu konularda epeyce makale yazdım. Sonradan kitaplaştı bunlar. Türk Tarih Kurumunun neredeyse bütün yayınlarını kütüphaneme eklemiştim. 

Meliha Yıldırım: Yıllardır edebiyat dünyası içindesiniz. Bu zaman içinde değişen ne oldu? Ya da her şey aynı mı devam ediyor?

A. Galip Kabasakaloğlu: Yaş ilerledikçe insan geçmişe övgüler düzmeye başlıyor. Bilinçaltından “Ah ne güzel günlerdi,” nidası geçmiyor değil. Elbette birçok değişim, yenilik oldu. Ama en önemli değişim insanın duygularında oluyor. O yıllarda yazarlara ulaşmak daha zordu. Yazar olabilmek de zordu, kitap yayınlatmak da daha zordu. Belki bu yüzden daha kıymet görürdü. Birkaç ciddi yayınevi ve onların ince eleyip sık dokuyan editörleri vardı. Yine birkaç ciddi edebiyat dergisi ve ağır yayın yönetmenleri olurdu. Şimdi neredeyse herkes yazar, herkes yayınevi sahibi. Bu kez de okuyucu kıymetli ve gerçekten az bulunur hale geldi.

Meliha Yıldırım: Orhan Pamuk’a olan hayranlık düzeyindeki beğeninizi yakın çevrenizde bilmeyen yoktur sanırım. Neden Orhan Pamuk?

A. Galip Kabasakaloğlu: Orhan Pamuk derken günümüzde yaşayan dünyanın en büyük romancılarından birinden bahsetmiş oluyoruz. Roman sanatına katkılar sunmuş, romanın olanaklarını genişletmiş bir yazardır. Nobel edebiyat ödülünü de bu yüzden verdiler zaten. Doğulu biri çıkıp bir sanatı olan romana yeni olanaklar katıyor. Onun roman sanatına yaptığı katkıların bir-iki tanesini sıralayayım.

Pamuk’un anlatım tarzı geleneksel romanın ötesine geçer. Kurmaca ile gerçek, anlatıcı ile karakter arasında sınırlar bulanıktır. Özellikle Kara Kitap ve Yeni Hayat gibi romanlarında postmodern tekniklere sıkça başvurur. Metin içinde metin, karakterin yazdığı kitap ile okuduğu kitap arasında geçişler gibi oyunlar, okuru sadece olay örgüsünün değil, anlatının yapısının da farkında olmaya zorlar.

Orhan Pamuk’un romancılığı hem Türk hem de dünya edebiyatı açısından derin etkiler yaratmış, özgün ve dönüştürücü bir yere sahiptir. Romanlarında özellikle Türkiye'nin modernleşme sürecindeki Doğu-Batı ikilemini derinlemesine işler. Bu gerilim sadece kültürel düzeyde değil, bireyin iç dünyasında da izlenir. Örneğin Benim Adım Kırmızı ya da Kar gibi eserlerde bu ikilik; din, sanat, siyaset ve gündelik hayat üzerinden çok katmanlı biçimde yansıtılır. Eserlerinde edebi ve felsefi yoğunluk belirgindir. Romanlar sadece bir hikâye anlatmakla kalmaz, aynı zamanda sanatın doğası, temsil biçimleri, tarihin yorumu ve bireyin hakikati algılayışı gibi konuları da masaya yatırır. Benim Adım Kırmızı bu yönüyle hem bir tarih romanı hem de görsel kültür kuramı üzerine yazılmış edebi bir inceleme gibidir. Romanlarındaki karakterler ve anlatılar çoğu zaman kimlik, hafıza ve benlik kavramları etrafında örülür. Masumiyet Müzesi gibi eserlerde, bireyin geçmişle ilişkisi, sevgiyle takıntı arasındaki sınırlar ve hatıraların nesneler aracılığıyla somutlaşması, romancılığın psikolojik derinliğini ortaya koyar.

Meliha Yıldırım:Teşekkürler, A. Galip Kabasakaloğlu.

 

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.