
Derinlerde
Ülkü Yalım Günay
Yüzü çilli, aynı annesi gibi. Çayını içerken, bardağı tutan elinin duruşu, küçük parmağını kıvırışı, burnunun belli belirsiz kemeri, her şeyi her şeyi tıpkı annesi. Kızıla çalan saçlarının kesimi, gözlerinin içine giren kâkülü bile tamam. Tek farkı annesi gibi atkuyruğu yapmamış, omuzlarına bırakmışsaçlarını. Aradaki yirmi yıl silinmiş, Liseli Nilüferkarşımda oturuyor işte.
“Nili, ah sevgili Nili, ne çok sevmiştim seni”
Heyecanlanıyorum.İlkgençliğimin fokurdayan kanı yürüyor damarlarıma.O dal gibi incecik delikanlıyım yeniden. Bisikletli karayağız oğlan. ***
Ben Nilüfer’e sevdalandığımda, şimdi karşımda oturan kızından daha küçüktü yaşı. İlk aşkımdı benim.Onu tanıdığım yıl, liseyi bitirmiş, üniversiteye girememiş aylak aylak dolaşıyordum. Bir yandan da, beni başıboş bırakmaya hiç niyeti olmayan babamın ayak işlerine bakıyordum. Kahvehanesi vardı babamın ve getir götür işleri hiç bitmezdi.
İşte o günlerden birinde gördüm Nilüfer’i. Ders kitaplarını bağrına basmış, atkuyruğunu sallaya sallaya yürüyordu. Kırmızı saçlı, çilli bu kıza birden içim ısınıverdi. Aynı okulda okuduğumuz halde, daha önceleri neden hiç dikkatimi çekmemiş olduğuna kafa yorarak peşinde dolaşmaya başladım.Nilüfer lise ikideydi. Okul çıkışlarında bisikletle çevresinde dört döndüm, izleyip evini öğrendim. Bir oğlanla gördüm bir gün, konuşup gülüşüyorlardı. Moralim çok bozuldu. Kara yaslara battım. Sonradan öğrendimki, çocuk kardeşiymiş. “Salak” dedim kendime. “Kör müsün? Oğlan da aynı Nilüfer gibi kırmızı, hıh demiş burnundan düşmüş.” O zaman anlamıştım; İnsan kıskanınca gözleri kör oluyormuş.
Çevresinde öyle çok dolandım ki, sanırım o da bana ilgi duymaya başladı.Belki de, kendisinin tam aksine, benim karayağız oluşum hoşuna gitti. Cesaretimi toplayıp arkadaşlık teklif ettiğimde hiç nazlanmadı. Güldü bana. Gülünce sağ yanağında bir gamze beliriyordu büyülendim. Çıkmaya başladık. Irmak kenarındaki çay bahçelerine, sinemaya, en çok da, arkadaşım, sırdaşım Ahmet’lerin, kentin biraz dışında, ırmağın yukarısındaki bostanlara yakın,elma bahçesine gider olduk. Sabahları ve çıkış saatlerine yakın, hiç sektirmeden, şıp diye okulun önünde bitiyordum. Kahvehaneyepuaça almak için fırına büyük bir hevesle gitmelerimden, kestirme yerine okulun sokağını yeğlemelerimden ve akşamüzerleri ortadan kaybolmalarımdan sanırım babam biraz huylanıyordu ama, açık açık bir şey söylemedi,sormadı.
Nilüfer neşeli bir kızdı. Onunla konuşmak içimi açıyordu. Beni hayran hayran dinlemesi de gururuma iyi geliyordu ayrıca. Bir gün, Ahmet’lerin elma bahçesinde, bir ceviz ağacının altında oturmuş birbirimize baygın baygınbakarken, birden cebimden şimdiye dek hiç kimselere göstermediğim, köşe bucak sakladığım şiir defterimi çıkarıp ona şiirlerimi okumaya başladım. Biraz tedirgindim, kızı ürkütürüm diye korkmuştum. Ama o, şiirleri büyük bir ilgiyle dinledikten sonra, hayranlığını anlatacak söz bulamadığını söyledi. Beğendiği dizeleri yinelerken heyecanlanıyordu. Bu kadar çabuk ezberlemesine şaşıp kaldım. O günden sonra, iki edebiyatsever olarak da kenetlendik birbirimize.
Annesinin, ders kitabı dışında bir şeyler okumasını yasak ettiğini anlattı bana. O da çareyi, okuduğu kitapları, ders kitaplarının arasına saklamakta bulmuş. En çok Sait Faik öykülerini seviyormuş. “Sait Faik, içimde öykü yazma isteği uyandırıyor” demişti bana bir gün. Sonraki günler, kitap takasına başladık, okuyup tartışıyorduk. Her buluşmada, yeni şiirim olup olmadığını soruyordu. Şiirleri ciddi ciddi eleştirmek ve üzerinde kafa yormak, buluşmalarımızın ana konusu olup çıktı. Bu kız bana Tanrının bir armağanı mıydı? Çok mutluydum, havalarda uçuyordum. Dünyada, beni anlayan tek kişinin o olduğuna inanmıştım. ***
Sonra, benim için sevinsem mi, üzülsem mi bilemediğim günler gelip çattı. Üniversite sınavını kazandım. İstanbul; en büyük düşüm ve Nili; sevdiğim kız. İkisinden de vazgeçemezdim. Aslında o da çok üzgündü. Ayrılmayı hiç mi hiç istemiyorduk. Nilüfer günlerce ağladı, benim ağzımı bıçak açmadı. Islak kırmızı kirpiklerini öpüp durdum.
İlk günlerin şokunu atlatınca oturup uzun uzun konuştuk. Ben gittikten sonra, her gün mektup yazmaya karar verdik. Böylece hiç ayrılmamış gibi olacaktık. Ne yaptığımızı, neler okuduğumuzu, derslerin nasıl gittiğini günü gününe anlatacaktık birbirimize. Nilüfer liseyi bitirince de İstanbul’a gelecek, aynı fakültede okuyacaktık. Plan güzeldi de bir sorun vardı. Nilüfer’in ailesi, benimle mektuplaşmasına asla izin vermezdi.Bir çare bulmalıydık.
Aklıma Ahmet geldi. Bir ikindi vakti, babasının tatlıcı dükkânına gittim. Ahmet, patron havalarında oturuyordu kasada. Üniversite okumayı hiç düşünmemişti zaten. “Kurulu işim var oğlum, ne diye dirsek çürütecem dört sene daha” deyip dururdu. Dediğini de yaptı.
Sevindi Ahmet beni görünce, bülbül yuvası ikrâm etti. Üstü mermerli masalardan birine oturduk. Tatlımı yerken, derdimi anlattım. Mektupları onun adresine yollayacaktım. Nilüfer de her gün dükkâna uğrayıp oradan alacaktı.“Olur” dedi Ahmet. Bu planı kabul etmesi beni kuşlar gibi hafifletti.Binlerce teşekkür edip, dükkânın boncuklu kapısından sevinçle fırladım dışarı. Bisiklete atlayıp doğru okulun kapısında aldım soluğu.
Planı Nilüfer de beğendi. Ahmet zaten sırrımızı bilen tek kişiydi. Mektupların ona gelmesinde hiç sakınca yoktu. Artık içim rahat gidebilirdim İstanbul’a.
***
İlk aylar plan tıkır tıkır işledi. Her gün bir mektup yazıyor, bir tane de alıyordum. Çok mutluydum, çünkü Nilüfer’in ne yaptığından günü gününe haberim oluyordu. Okuduğumuz kitaplardan, ona yolladığım yeni şiirlerimden söz ediyorduk. “Bu kız mutlaka edebiyat okumalı” diyordum kendi kendime. Çok iyi bir okurdu. Dahası, küçük küçük öyküler de yazmaya başlamıştı. Mektuplarıysa, başlıbaşına birer öyküydü zaten, okumaya doyamıyordum.
Altı ay sonra, mektuplar seyrekleşmeye başladı. “Dersler çok yoğun, sık yazamıyorum kusura bakma” diye yazdı sonra. Haklıydı, anlayış gösterdim elbette. Bir gün, kalınca bir zarf aldım. Heyecanla açtım. İçinde bir öyküsü vardı. Çok sevindim, hemen okumaya başladım, ama öykünün adından biraz ikirciklenmiştim: “TATLICI DÜKKÂNI”
Tatlıcı dükkânında çay içip tatlı yiyen bir müşterinin gözlemlerini içeren kısa bir öyküydü. Çok güzeldi. “Bu kızın gözlem yeteneği çok güçlü gerçekten” diye düşündüm. Ama öykünün geçtiği yer Ahmetlerin dükkânıydı. Öykülerini, mektuplarını orada mı yazıyordu bu kız? Bu biraz kafamı karıştırdı.
Her gün yazmayı sürdürüyordum. Bazı günler iki kez yazıyordum. “Ben sık sık yazarsam o da kendini yazmaya mecbur hisseder nasıl olsa” diye düşünüyordum sanırım.
Nilüfer bazı sorularıma yanıt vermez oldu sonraları. Mektuplar da eski içtenliğini yitirmeye başladı. Bu iş böyledir; Bir şeyleri saklamaya başlarsa insan, büyü bozulur, işin içine hile girer, yalanlar girer. Sorgulamalarımdan ürkmüş olacak ki, artık bana öykü de yollamıyordu.
Bir süre sonra mektuplar büsbütün kesildi.
*** Başımı kaldırıp karşımda oturan genç kıza bakıyorum yeniden. Fakülte kantininin uğultusuna karışan bir şeyler anlatıyor. Bu yıl birinci sınıfta öğrencim olacak. Annesiyle babasının selamlarını getirmiş bana. Ahmet’le Nilüfer’in kızları Suna.
Gözleri, kızıl saçları, çay bardağını tutarken hafifçe kıvırdığı küçük parmağı, burnunun belli belirsiz kemeri, neşeli konuşması, her şeyi her şeyi tıpkı annesi.
Yeni yorum ekle