Çıkışsız Şehir

Edebiyat

 

 

Çıkışsız Şehir

 

               Sezdim

          Suyun dibindeki

          Camgöbeği çekimi

          O çekimden yayılan

          Ölümcül ürpertiyi       

 Bir hüzünlü bakıştı

                                                      Bıraktığı ipucu

                                                      Sezdim

                                                     Giden terk edilendi

          Kalana bıraktı

          Gözden çıkarılmış şeyleri

          Sırça bir yürekte gizli

          Söylenmemiş sözleri.

Dörde katlanmış bir kâğıtta yazılı şiir. Onu hırkamın cebine koyuyorum.

Dizeler damarlarımda dolaşıyor.                                                               

Gitmenin zorunlu olduğu anlar vardır.

Geride, koskoca bir ömrü bırakabilirsiniz ve gözden çıkarılmış bir geleceği. Hele, gecikerek kendi düşlerinize karşı suç işlediğinizin çoktan farkına varmışsanız, kalmak büsbütün olanaksızlaşır.

İşte bu telaşla, bir çanta bile almadan terk ediyorum yanılgılar evini. Söylenememiş sözlerin, omuzlarımı çökerten ağırlığı altında yürüyorum. Onlar yüreğimde saklı. Ara sıra cebimi yoklayıp şiirden güç alıyorum.

Geride kalan, “gitme kal” dese, iki çift şey söylese belki, belli belirsiz bir kararsızlık anı yaşayabilirdim. Ama hiç ses yok.  Bu daha iyi.

Öfkeden kaçıyorum.

Nereye gittiğim hiç önemli değil.

Bana suyun sırrını sezdiren camgöbeği şiir, nehre doğru çekiyor kurak gövdemi. Onun peşindeyim. Şiir yaşamı güzelleştirir, anlamlandırır en çok. Bazen de böyle sürükler işte insanı burgaçlı sulara.

“Bir bahar sabahı, kar suları ile coşmuş bir nehrin üzerindeki köprüdeyim. Atlamak için cesaret topluyorum. Hayır çığlık atmıyorum. Yalnızca gözlerimi aşağıda, burgaçlarla akan coşkun suya dikmiş bakıyorum. Su, camgöbeği değil. Daha çok, koyu kıvamlı ve kaynar bir eriyik gibi tehditkâr. Aldığını geri vermeyeceği kesin. Ama biliyorum, derinlere indikçe, ciğerlerimdeki hava yerini usul usul suya terk ederken, camgöbeği bir aydınlığa ulaşacağım.”

Benim şehrimde böyle bir nehir yok. Zaten mevsim de bahar değil. Denizsiz ve nehirsiz bir şehir burası. Bir zamanlar bozkırda açmış eşi benzeri bulunmayan bir çiçekti. Gençliğimdi benim. Şimdilerde, kaba ve ilkel egemenlerin ellerinde, onların beğeni yozluğunu yansıtan kişiliksiz bir yer.  Hasta, solgun... Dahası üzgün.

Benim gibi.

Birbirini hiç tanıyamamış ama, yıllarca aynı yastığı paylaşmak gibi saçma ve sıkıcı bir hayata katlanmış iki kişiden biriyim ben. Bu katlanışın sebebi, keşke tutku olsaydı ama, hayır iki taraf için de değil.

İkilinin, istese de ruhunu açamamış, öfkenin kurallarıyla kilitlenip kalmış tarafıyım.

Öteki ise, öfkenin arkasına sığınarak, hep haklı olduğunu kabul ettirmek ve hep gerçek yüzünü saklamak çabasında olanı.

 “Yoksa öfke, gücün o bildik refakatçi cinlerinden biri miydi?”

Vırgınıa Woolf’dan edinilmiş ve bir daha hiç unutulmamış bu soruyu çok sordum kendime. Hayır, öfke gerçek güç sahibinin değil, güçlü görünmek isteyenin sığınağıydı.

Onu silah edineni, kendine güveni azaldıkça daha çok kuşatıyordu. Usul usul batağına çekiyor, giderek daha çok sarıyor, tutsak ediyordu. Uyuşturucu gibiydi. Dozu her gün artırılmalıydı.

Tüm bunlar geride kalmalı artık.

Yürüyorum, yürüyorum.

Bir parkta oturmak, beni amacıma ulaştırmaz biliyorum ama, belki bir karara varmamı sağlar. Bunu ancak, kendimi bir parkta, bankta oturur  bulduğumda düşünüyorum.

Yapraklarını döküp çıplak kalmış ağaçlardan gölge filân beklediğim yok. Dallarındaki göçmen olmayan kuşlarla da ilgilenmiyorum. Yaşama ilişkin her şeyden yüreğimi çekiyorum usulca. Yalnızca ayaklarımın altındaki, dalından kopup düşmüş ölü yapraklara bakıyorum.

Ben de bu yaşamdan hoyratça koparılıyorum.

Toprağım, yıllar içinde usul usul aşındırıldı.

Durdurulamaz heyelan başladı işte”.

“Zaman, hiç bir şeyi unutturamıyor. Gerçek olan yalnızca bu...”

Unutamayacaksam, geriye tek bir seçenek kalıyor. On seçeneği arıyorum.

Ufku dar biriyle yaşamak ne üzücü.

O, piyaza yeşil soğan doğramak da nerden çıktı, diye, öfke saçarken susmak ne üzücü.

Seni hiç yorulmaz, üzülmez, düşünmez, arızalanmaz bir robot sanması, daha da üzücü.

Sırf üzülesin diye yaptığı şeylere katlanmak da üzücü.

Suyun dibindeki camgöbeği şiiri göremiyorsa hele…”

Derinlerimde bir yerde, bitmiş bir şeylerden birikmiş süprüntüler var. Atamıyorum. Şiire dört elle sarılmam bundan. Kederime eşlik ederek benimle her yere geliyor. O ölümcül ürpertiyi içimde taşıyorum. Eskiden, umutla mutluluk beklerken de ürpertiler yaşardım. Şimdi bitişin ürpertilerindeyim. Şiir, elimi tutuyor.

“Evet, giden terk edilendi” diyor, pekiştiriyor acımı. Olsun, yeni değil, pek çok mutsuz anın uç uca eklenmesiyle büyüyüp yoğunlaşmış kült bir acı bu. İçimin ışıklarını bir bir söndüren o.

Şiirin bunda bir suçu yok.

Peki bu parktan çıkınca ne olacak?

Gidip köprüsünde durulup korkuluklarından aşağı bakılacak bir nehir olmadığına göre. Yazık, çevrede ceplerime doldurabileceğim bunca taş varken.

Birden geliyor aklıma.

“Bir trenin altına atabilirsin kendini. Bak bu olabilir. Çünkü bu kentte kocaman bir tren garı var.”

Garlar, kavuşmalara ev sahipliği yaptığı kadar, ayrılıkları da kucaklar. Dahası ölümü bile...

Çekici geliyor bu fikir.

O koca garda bir kavuşma gününü anımsıyorum sonra.

Kavuşma dediysem, sözün gelişi. Görüntüye öyle yansıyordu sanırım.

“Bindiğim trenin penceresinden, annemle babama el salladıktan bir kaç saat sonra, bir istasyonda durdurulmuştuk. Trenden inmemize izin verilmedi. İlerde bir yerde, bir yük katarı raydan çıkıp devrilmiş, yolu kapatmış diye duyduk. Tüm yolcular endişeliydi. Bekletildiğimiz istasyonda, trenin pencerelerinden sarkıp görevlilerden haber almaya çalışıyorduk. Ne geride bıraktıklarımıza, ne de bizi karşılamak için bekleyenlere haber ulaştırabiliyorduk. Geceyi, bekletildiğimiz istasyonda, trende geçirdik. Ancak ertesi sabah yola çıkabildik. Gara girdiğimizde, uykusuz, yorgun ve tedirgindik. Karşılamaya gelenleri görebilmek için, tüm yolcular pencerelere doluşmuştuk.

Yirmi dört saat içinde mahsur kaldığım trenden indiğimde bana sorulan ilk soru; Kimdi, o pencereden birlikte sarktığınız adam? olmuştu.”

Bu aptalca soruyu soranın suratına yüzüğünü o an fırlatamamak ne üzücüydü.

Suçlu gibi kendini savunmak zorunda kalmak.

Hep susmayı öğütleyen nasihatlara bunca saflıkla uymak.

Bir kadınla bir erkeğin, birbirlerini hiç anlayamayacakları bir yaşama, yanlış adımlar atarak başlamaları hele ne üzücüydü.

Fırlayıp kalkıyorum banktan.

Çok uzaklarda kaldığını, unuttuğumu sandığım görüntüler, nasıl da içimdeler hâlâ.

“Gar olmaz, tren olmaz” diyorum. 

Parktan çıkıp  hızlı hızlı yürüyorum.

Mağazaların sıra sıra dizildiği bir caddedeyim şimdi. Buraya nasıl geldim, hatırlamıyorum.

Yaz sonu ucuzluğu. o/o70’e varan indirimler. Her yeri kaplamış reklâm afişleri. Giyim kuşamla, çantayla ayakkabıyla, takıyla, mücevherle haşır neşir kadınların, ana–baba gününe çevirdiği mağazalar. Kapı önlerinde, askılarda salkım saçak yazlık giysi döküntüleri. Elinde yarım bir simitle, alış-veriş sıtmasına yakalanmış annelerinin peşinde sürüklenen çocuklar. Vitrinlere umutsuzca bakan parasız genç kızlar.

Bir elinde alış veriş torbaları, öbür eli karısının elinde, gülerek bir şeyler anlatan genç adamı görünce, gözlerim yaşarıyor. Bir süre bakıyorum onlara. Mutlu çiftler beni oldum olası ağlatır.

O görüntüden, “dolaptaki giysilerin suyu mu çıktı” diyen öfkenin sesiyle kopuyorum. Bir gece, bir ziyaret çıkışı, ayakkabı vitrini önünde duran karısına, “bak bak, istediğin kadar bak. Nasıl olsa gece, dükkânlar kapalı” nüktesini, bir sırıtış eşliğinde, böbürlenerek yapan ses bu. Aynı sırıtışla sorulan; “Sen şimdi buna bir sürü para mı verdin?” sorusu yüzünden nefret edilmiş, bir kez bile giyilmemiş, beyaz bluzun görüntüsü ile yan yana asılı duruyor dolapta.

Yüzünde, karşısındakini çaresiz kılan o sırıtış belirdiğinde, tapınak girişlerinde, kapının iki yanını tutmuş, geniş gövdeli taş aslan heykellerine benzer. Tıpkı onlar gibi, diş gösterir bana.

Yıllarım, bu taştan aslanı parlatmakla geçti.

Mangal başında eli açıktır bak. Bir av dönüşü ayinindeymiş gibi, ciddiye alınarak yakılır mangal. Ateşin üzerine konmayı bekleyen, kasaptan alınmış kalın bonfileler, pirzolalar, sucuklar sanki avcının karlı ve ıssız tepelerde, saatlerce bata çıka taban teperek avladığı, sonra düze indirip taşıdığı, derisini yüzerek parçaladığı hayvanın etiymiş gibi, kutsanarak,  kekiklenip dizilir ızgaraya. Ellerinde içki kadehleriyle diğer avcılar, ateşin çevresine toplanarak ayine katılırlar. Dumanların arasında, bir mağaranın loş aydınlığında devinen, henüz tekerleği keşfetmemiş taş devri adamları gibidirler.

Ateşten uzak tutulan ve salata ile pilavdan sorumlu biz kadınlar, onların mangal başında, yalnızca futbol konuşmadıklarını çok iyi biliriz. Birbirinden ilginç av(!) öyküleri vardır hepsinin. Sayı çokluğu ile övündükleri.

“Kadınla erkeği, bu ayrılmaz ikiliyi, neden hep birbirinden uzak tutup koparmaya çalıştığımızın yanıtını bilen var mı?”

Bu bölünmeyi, kural koyucu, öfkeli, kadın aklından ürken erkeklerin yarattığına eminim ben.

Ruhlarındaki vahşi hayvanı hep uyanık tutan az pişmiş kırmızı eti çok sevmeleri bundan. Öfkeyi besleyen her şeye bağımlılıkları var.

Aşkın, bir tek gizini bile çözme çabası göstermedikleri halde, buna tek engel kadınlarmış gibi, öfkelerini bize yöneltmeleri başka nasıl açıklanır? Sarhoşlukla harcadıkları, geri getirilemez, değerli  zamanların yitiminden bile kadınlar sorumludur onlara göre.

Caddeden uzaklaşıyorum.

Biraz daha yürüyorum.

Yorgunum.

Sanırım kendimi pencereden atmalıydım. Bunu, evden çıkmadan önce düşünememiş olduğuma hayıflanıyorum şimdi. Her şey bir anda bitmiş olurdu. Öyle ya, bir nehri bile yok ama, bu şehir kendini atabileceğin pencerelerle dolu.

Ama, ölmeyip sakat kalmak da var.

Tüm bu yaşadıklarıma, bir tekerlekli iskemlede devam etmek, ne büyük bir ceza olurdu. Öfkenin koyu gölgesinde hem de.

Üstelik, işlevini yitirmiş olarak.

“Hayır, bu da bir çözüm değil.”

Cebimdeki dörde katlı kağıdı avucumda sıkıyorum.

Yeni ve kesin sonuç alabileceğim bir yöntem bulmalıyım. Acele etmeliyim. İçim kupkuru.

Aklım sulara takılı, burgaçlara. Şiirin içine gömüldüğü, o camgöbeği ışığa.

Acı bir fren sesi, ardından tok bir gümbürtü. Dönüp baktığımda, kaldırımın kenarına savrulmuş, kanlar içindeki kadını görüyorum. Vuran araba yolun ortasında duruyor, trafik kilitlenmiş.

Herkes yaralının çevresine doluşuyor.

“Gördünüz mü, nasıl uçtu havada?”

“Ölmüş mü, ölmüş mü?”

“Ben doktorum açılın, açılın nefes alsın”

“Ambulans çağırın”

“Başını kaldırıma vurmuş.”

Sürücü, gençten biri, ağlıyor. Trafik polisine, “vallahi birden önüme atladı memur bey. Benim bir suçum yok” diyor. “Bana yeşil yanıyordu. İşte görenler söylesin.”

Kalabalığı aralayıp sokuluyorum yaralının yanına. Nabzını tutan doktor,  “öldü” diyor. Herkes başının altına göllenen kana büyülenmiş gibi bakarken, biri açık kalmış gözlerini kapatıyor.

Kadının ölü dudaklarında donup kalmış mutlu gülümsemeyi benden başka gören oldu mu bilmiyorum.

“ O başardı” diyorum.

(*) Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, AFA Kadın. 4. baskı.1988

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                                                                

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.