
Portakal Suyu Sadece C Vitamini Değildir.
Şenol Zümrüt
Gülün Kırmızısı aşkı, Rolls Royce’un zenginliği, trafik ışığındaki yeşil rengin geçilmesi gerektiğini, terazinin adaleti, makas ve mezuranın terziliği, karganın, kara kedinin, baykuşun, köpek ulumasının, uğursuzluk, dört yapraklı yoncanın şans getirdiği, çarığın, orağın köylülüğü, dolma kalemin yazarlığı, edebiyatı, pergelin mühendisliği, sivri topuklu Stilettotarzı ayakkabı ise dişiliği ve şehveti sembolize ettiği hemen hemen herkesçe bilinen göstergelerdir
Mezarlıklarda ve mezar taşlarında motif şeklinde işlenmiş olarak gördüğümüz Servi Ağacı ölüm ve faniliği, vahdeti yani Allah’ı birlemeyi, ince, uzun ve narin görüntüsüyle zarafet ve dürüstlüğü, dik ve doğru duruşu ile doğruluğu ve dürüstlüğü üst dallarının eğri durması Yaradan’ ın karşısında boynu bükük kalmayı acziyeti sembolize ederken aynı zamanda Kur’an alfabesinin ilk harfi elife de benzetilir.
Bu sembollerin metafor, arketip olarak sinemada, tiyatroda ya da edebiyatta sık sık kullanıldığını görürüz, bunların birer sembol olduğunu biliriz ama bunların göstergebilimin birer konusu olduğunu pek bilmeyiz, anca bu konularla ilgilenenler ve meraklıları hangi nesnenin ve canlı varlığın neyi, nasıl simgelediğini bizlere göre daha iyi bildiği bir gerçektir.
Bazen temsil edilen figür yıllar içerisinde nedense yer değiştirir ve tam karşıt anlamı temsil etmeye başlar. Misal, günümüzde dişiliğin bir sembolü olan topuklu ayakkabı, ilk önceleri taa 10 yy.da Safevi Devleti ordusundaki Türkmen süvarilerinin hareket halindeki atın üzerinde ayakta oklarıyla rahatça ‘’Türk Vuruşu’’ yapabilmek için kullandıkları topuklu çizme, sonraları Avrupa’da da yayılması üzerine o dönemlerde ve uzunca bir süre daha, yalnızca erkekler tarafından giyilirken geçen uzun yıllar içerisinde topuklu ayakkabı kadınlara mal olmuş, dişiliğin ve fetişin bir göstergesi olmuştur.
Topuklu ayakkabı örneğinde olduğu gibi, renk konusunda da bazı renkler yıllar içerisinde anlam değiştirmiş ve karşıt görüşü temsil eder olmuş. Misal; pembe rengin kız çocuklarını, mavinin ise erkek çocuklarını temsil ettiğini biliriz ama bu renklerin yakın geçmişte,tam tersi yani pembenin erkekleri, mavinin de kız çocuklarını temsil ettiğini çoğu kez gözden kaçırırız.
Zannederiz ki, kız ve erkek ikiliğini temsil eden bu iki renk, sadece bir gram boyar madde elde etmek için 8000 kadar Pulpopurpura adlı iki kabuklu deniz hayvanına ihtiyaç duyulan, Antik çağda en çok tercih edilen ve on binlerce deniz salyangozunun ezilmesiyle elde edilen ve sadece yarım kilosu o dönem için 1,5 kilo altına tekabül eden ve tercihen Sur ve Fenike Antik Kentinin sahillerinde yaşayan deniz salyangozlarından üretilmesi arzulanan, Roma, Bizans, Pers İmparatorluklarının kutsal, simgesel rengi, özellikle İngiltere’de kraliyet ailesini simgeler hale gelen ve hatta 1533-1603 yılları arasında İngiltere Kraliçesi olan I. Elizabeth, kendisi ve kraliyet ailesi dışında kalanların bu renkte giysiler giymelerinin bile yasaklanmasına neden olan asalet, ihtişam ve çekiciliğin, toplumlarda güç ve yüksek mevkii belirten bir renk olarak kabul edilen mor rengin tarihi kadar eskilere dayanıyor.
Çok ilginçtir bu iki rengin temsil ettiği kavram 1950 li yıllar kadar yakın aslında.
Ortaya çıkışı 20. yy’i bulan pembe-mavi ikiliği, neredeyse tarih boyunca hep biliniyormuş ve iki farklı cinsiyeti işaret ediyormuş gibi zannedilse de, Sanayi Devrimi sonrası gelişen yoğun kapitalizmin etkisi ve kültürel emperyalizmin yayılımı ile geniş kitlelere ulaşmıştır.
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) öncesi kız çocukları için de erkek çocukları için de beyaz, cinsiyetsiz bir renk olarak tercih edilmekteydi. Pembe ve mavi cinsiyet belirleyici, toplum tarafından genellikle kabul edilen bir renk ayrımı, stereotipleri olarak topluma sunulmamış, bu renklerin toplumda herhangi bir karşılığı henüz kabul görmemişti..
Genel olarak kabul edilen kural, erkek için pembe, kız için semaviydi. Bunun nedeni, pembenin daha kararlı ve daha güçlü bir renk olması erkek için daha uygunken, daha narin ve zarif olan mavinin kız için daha güzel olmasıydı.
Erkek çocukları için, şiddetli cesur, dramatik bir renk olan kırmızının seyreltilerek elde edilen pembe renk uygun görülürken, Kız çocukları içinse mavi renk daha fazla kabul görüyordu. Muhtemelen bu seçim mavinin, özellikle koyu mavinin, Hıristiyan Avrupa'daki Bakire Meryem ile ilişkilendirilmesi gerçeğinden etkilenmiştir. Aslındaressamlar, en kutsal kadınsı simge olarak kabul edilen şeyi tasvir etmek için genellikle çok eski çağlardan beri mücevher olarak kullanılan özellikle Antik Mısır'da firavunlar tarafından çok önem verilmiş koyu mavi renkte kıymetli bir taş türü olan ve Eski Yunan'da "Sapphirus" Latince’ye de Arapça’dan, ona da Farsça’dan lacivertin bozularak Lazulum olarak geçen ‘’Lazul’’, mavinin taşı ya da gökyüzü taşı manasına gelen lapislazuli'yi boyalara karıştırıp mavi rengi oluşturup kullanırlarmış..
İkinci Dünya Savaşına(1939-1945) kadar bu anlayış devam etmiş ve genç erkekler için tercih edilen renk pembeyken, kızlar için düşünülen renk ise Maviydi. Çünkü mavi renk daha soluk, daha zarif görülürken pembenin daha güçlü (kırmızıya benzer) olduğu düşünülüyordu.
İkinci Dünya Savaşından sonra renkler tersine çevrilmiş ve pembe kızlar için, mavi erkekler için kullanılır olmuş. Bu değişikliğe sebep olarak da Nazi Almanya’sının pembenin kadınlıkla ilişkilendirilmesiyle bir ilgisi varmış gibi görünmektedir. Almanya ve komşu ülkelerdeki Katolik gelenekler, mavinin Meryem Ana ile güçlü ilişkisi nedeniyle mevcut renk kodlamasını tersine çevirir. Bakire Meryem’i sembolize eden kutsal renk, kız çocukları ve kadınlardan alınarak erkek çocukları ve yetişkin erkeklere mal edilmiştir. Naziler toplama kamplarındaki eşcinselleri tanımlamak için pembe bir üçgen kullanır. Nazilerin bu noktadaki pembe seçimi, 1930'larda bunun Almanya'da kızlarla ilişkilendirilen bir renk olduğunu göstermektedir
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra mavi renk genellikle erkek üniformalarında kullanılmaya başlanmış ve bu nedenle, mavi daha çok erkeksilikle ilişkilendirilmiş ve 1940'lardan itibaren pembe, kadın rengi olarak öne çıkmaya başlamıştır.
Kraliyet ailesinde prens, prenses, marki, leydi, lord olarak da doğsanız, eğer ki 1950 den önce bir tarihte doğduysanız ne yazık ki, o doğum sonrası rengârenk bebek odalarında mavi ya da pembe rengi görmek pek olası değil gibiymiş, ne pembe kalpli, ne de mavi ayıcıklı baloncuklar hastane odasında çocuğun cinsiyetini belirleyecek şekilde bir mesaj veremezdi
.
Yaşamın her alanında çevremizde var olan bu semboller, işaretler, renkler vb. bizlere birçok anlam yüklenmiş olarak mesaj vermek ya da bir şeyler anlatmak ister. İşte bu mesajların, anlam yüklenmiş sembollerin nasıl üretildiğini, iletildiğini ve yorumlandığını inceleyen bir bilim dalı vardır. Bu bilim dalı; gösterge bilim ya da Semiyoloji olarak adlandırılır. Semiyolojinin temel birimi göstergedir. Göstergeler, bir anlam ifade eden her türlü işaret, sembol veya imgedir. Örneğin, trafik işaretleri, sözcükler, resimler, sesler birer göstergedir.
Göstergebilim(Semiyoloji), XX. yüzyılın başında Amerikalı Charles Sanders Peirce ve İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure tarafından atılmıştır. Göstergebilim, göstergelerin toplum yaşamı içindeki durumunu inceleyen bir bilim dalı olarak tanımlanmıştır.
Saussure ve Peirce’ün temelini attığı ve öncülüğünü yaptığı göstergebilim, 1960’lardan sonra bağımsız bir bilim dalı haline gelmiştir. Louis Hjelmslev, Roland Barthes, ClaudeLevi-Strauss, Julia Kristeva, Christian Metz, Algirdas J.Greimas ve Jean Baudrillard gibi araştırmacılar Saussure’e dayanan Avrupa geleneğini; Charles W. Morris, Ivor A. Richards, Charles K. Ogden, Umberto Eco ve Thomas Sebeok gibi araştırmacılar ise Peirce’e dayanan Amerika geleneğini benimsemiştir.
Ülkemizde de bir hayli bilinen Fransız felsefeci, göstergebilimci, edebiyat eleştirmeni, edebiyat ve toplum teorisyeni. Roland Barthes göstergebilimin sayılı duayenlerinden biri olmuştur. Göstergebilim konusuna ilgi duyanlar dışında ülkemizde fotoğrafçılık alanında da bilinen bir yazar olmuştur. ‘’Camera Lucida Fotoğraf Üzerine Düşünceler’’ kitabı bir hayli popüler olmuştur.
Göstergebilim üzerine bir hayli çalışmaları olan Barthes, iki şey arasında bir ilişki benzerliğinin kurulması anlamına gelen ‘’metafor’’ kavramına da el atar. İki şey arasında herhangi bir bağ yokken zihinsel olarak metafor oluşturur, metafor bilinmeyen bir şeyi bilinen bir şey açısından ifade etmektir. Dolayısıyla burada bilinmeyenlerin anlamı bilinenlerin araçları vasıtasıyla kendisini ortaya koyar.
Giysilerin, moda anlayışında yalnızca örtünme aracı olmadığı, giysilere toplum tarafından sayısız anlamların yüklenmesiyle giysilerin, gösterge olma özelliği ile belli bir kültürün unsuru olduğunu ifade eder.
Daha güncel ve anlaşılır bir başka örnek ise, gül canlı bir nesnedir, fakat onu sevilen birine hediye edilmesi gülü bir gösterilen ile yani romantik aşk gösterileniyle bezenmiş olur. Hediye edilen gül ise bir gösterge olur. Gül tek başına ele alındığında o sadece bir çiçektir, fakat kültürel anlamda kırmızı gül tutkulu bir aşkın simgesidir. Kültür dünyasındaki gül doğa dünyasından ayrıdır, gül göstereni boş iken göstergesi doludur. Kültür dünyasında gülün bir anlamı vardır.
Göstergebilim de “Bir nesne, uzlaşım ve kullanım aracılığıyla başka bir şeyin yerine geçmesini mümkün kılan bir anlam kazandığında simge haline gelir. Misal, birçok model araba vardır ancak çok daha pahalı araçlar olmasına rağmen zenginliğin, şatafatın simgesi Rolls-Royce’tur. Herhangi bir oyun ya da sahnede Rolls’unu satmak zorunda kalan bir adamı sergileyen sahne, o kişinin işindeki başarısızlığının ve servetini yitirmesinin bir simgesi olabilir.
Göstergebilimde anladığımız kadar, bir nesnenin taşıdığı gerçek anlam ile bazen yansıttığı, algılattığı, temsil ettiği anlamlar farklı olabiliyor, salt olarak yalnızca bir çiçek olan kırmızı gülün bir romantik aşk göstergesi olması ya da araçtan çok daha fazla anlamlar yüklenen bir Rolls-Royce otomobili gibi.
Belçikalı gerçeküstücü (sürrealist) ressam René François Ghislain Magritte’in (1898 - 1967) bu kapsamda alışılmadık çalışmaları görülmektedir. Magritte gerçeküstücülük akımının en önemli temsilcilerin sayılır. Düş ürünü temaları işlediği resimleri, komedi, korku, tuhaflık ya da ilginçlik kavramlarının bir karışımıdır
.
1926'da Magritte bir sözcük ile bu sözcüğün temsil ettiği kavram arasındaki bağlantı hakkında düşüncelerini bir kara kalem eskiz resim halinde hazırlamıştır.
Çalışmalarını çoğunlukla bilinen şeylere yeni manalar kazandırmaya ve sıradan nesneleri alışılmadık bir içerikle göstermeye dayandırmış, İmgelerin İhaneti (La trahisondesImages) isimli çalışması ile objelerin göründüklerinin dışındaki anlatımsal kullanımına örnek oluşturmuştu.
"Bu bir ...değildir" çalışmalarında Magritte'in göstermeye çalıştığı gerçekçi sanata ne kadar yaklaşılırsa yaklaşılsın, öğenin kendisine yaklaşılamayacağıdır Sanatçı aynı yaklaşımı bir elma resminde de kullanmış, meyveyi son derece gerçekçi çizdikten sonra onun bir elma olduğunu reddetmiş, yapmış olduğu gerçekçi bir pipo resmi içinse bu pipo resmiyle tütün içemeyiz söylemini dile getirmişti.
Magritte’in bilinen en önemli çalışması ve yaptığı çalışması kendisinin bir alamet-i farikası olan bir pipo resmidir. İmgelerin İhaneti (Fransızca: La trahisondesimages) Belçikalı ressam René Magritte tarafından hazırlanan bir seri tablodan biri olup 1928-1929'de hazırlanmıştır. Bu tabloda bir pipo imgesi vardır ve bu imgenin altında Fransızca Cecin’est pas unepipe (Türkçesi "Bu bir pipo değildir") bir altyazı bulunmaktadır
.
Magritte'in bu tabloda ele alıp incelemek ve seyirciyi üzerinde düşünmeye zorlamak istediği ana fikir bir pipo imgesi gösteren resmin, her ne kadar gerçekçi olarak çizilip renklendirilmiş olursa olsun, gerçekten bir pipo olmadığıdır. İmge sadece bir gerçek temsilcisi olup bir gerçek değildir; yani gerçekten içi tütünle doldurup; yakılıp; tütün dumanı çekilebilecek bir pipo olmadığıdır. ) .)( Bizde ki deyişle de Her gördüğün sakallı deden değildir’i hatırlattı birden nedense
Bu resimde tütün dükkânı reklamının modeli gibi görünen bir pipo çizen Magritte, söz konusu piponun hemen altına "Bu bir pipo değildir" (Cecin'est pas unepipe) yazdı. Bu cümle ilk başta bir çelişki gibi görünse de esasında doğrudur; resim bir pipo değil, piponun bir görüntüsüdür. (Fransız filozof ve eleştirmen Michel Foucault, kitabı Bu bir pipo değildir 'de bu resmi ve onun yarattığı paradoksu anlatır
Bir resmin çağrıştırdığı nesnenin aslına ne kadar çok benzediğinin ve gerçek olup olamayacağının, temsil edilen nesnenin gerçek hayatta kullanılıp kullanılmayacağının bu kadar uzun ve felsefi tartışmalar içerisinde anlatılmaya çalışılmasını şahsen kendi adıma konuşayım, anlaşılır gibi değil.
Tabloda resmedilen bir piponun tütün doldurularak içilemeyeceğini belirtmenin, ikaz etmenin ne anlamı var ki? Acaba duvarda aslı resimle gerçek arasında bir bağ kuramayacağımızı mı düşünüyorlar, koca koca felsefeciler resimdeki piponun gerçek bir pipo olmadığını uzun uzun ve anlaşılmaz cümlelerle bizi adeta uyarıyorlar ve sakın haa bu gerçek bir pipo değil, onun resmidir, bununla tütün içemezsiniz bu sadece gerçekçi bir resimdir diye afili afili cümlelerle, açıklamalarla, uzun uzadıya makale ve kitaplarla anlatırlar.
Nasıl anlatsam bilemedim, yurdumun normal bir vatandaşına bu resimdekinin ne olduğu hakkında fikirlerini sorsak eminim ki çoğunluk bunun bir pipo olduğunu ve gayet de anlaşılır, yalın bir biçimde çok gerçekçi bir çizim olduğunu ama bununla da tütün içilemeyeceğini, ne gösterge bilime nede başka bir felsefi birikime ihtiyaçları olmaksızın çok da rahat bir biçimde ifade edebilir hani.
Neyse, göstergebilimin öncülerinden Roland Barthes, Fransız filozof ve eleştirmen Michel Foucault gibi bu konunun uzmanları, sanatçı Magritte’ in sanat eserlerinde dile getirdiği ‘’bu bir pipo değildir’’ söylemi gibi anlatılmaya çalışılan göstergeler, semboller, simgeler ile paralel, benzer bir anlayışla bende diyorum ki ‘’her portakal suyu C vitamini değildir.’’
Mükellef kahvaltı sofralarında, söz konusu kahramanın herkesten geç gelerek kahvaltıya icabet etmeksizin yalnızca masadaki portakal suyundan oda sadece bir iki yudum içerek aceleyle evden çıkma sahnesi ile ilgili kendimizce yaptığımız bir durum tespiti.
Mükellef olarak hazırlanmış zengin sofralarında içile gelen portakal suyunun temsil ettiği şey onun sadece bir içecek olduğu değil, bir zenginliğin alamet-i farikası olduğudur ki tüm dizi ve filmlerde gösterilmeye çalışılan olayda budur. Masadaki bir yumurta temsil ettiği yiyecek gibi yalnızca yumurtadır, ya da diğer yiyeceklerden salam, jambon, hindi füme veya unlu mamuller sırf üretildiği şekilde amaca hizmet ederler ama o basit olarak gördüğümüz bir bardak portakal suyu öyle sofralardaki yiyecek ve içeceklerden ayrı bir simgesel değeri vardır, öyle alelade bir portakaldan sıkılmış bir içecek değildir adeta sofranın Şah’ıdır.
Sosyal medyanın gelişip aşırı bir şekilde herkesin rahatlıkla ulaşacağı bir mecra olup, her türlü konuda fikri olan insanların özgürce yayınlar yapmasına olanak sağlayınca yine ünlü bir dijital medya platformunda bir ‘’fakir’’, ben demiyorum kendi tanımlaması o şekil, diyor ki, ‘’ben de bir gün, zenginler gibi sabah kahvaltısında sadece bir iki yudum portakal suyu içip güne öyle başlayayım’’ ve dediği şekilde sadece bir iki yudum portakal suyu içip aceleyle evden çıkar ve daha öğle olmadan açlıktan eli ayağı dolanır ve açlıktan düşen şekeri nedeniyle kendini bilmez halde şehrin dışında kendini yarı baygın halde bulur
Evet bizim fakir Tik Tok fenomeni bu şekil bir paylaşım yapmış ve kahvaltıda zenginler gibi sadece portakal suyu ile kahvaltı yapıp günü tamamlayamayacağını belirtmiş. Bizim fenomen kendini maddi yönden fakir olarak tanıtmış ama biraz da eksik tanıtmış kendini. Çünkü malum şahıs hem maddi yönden fakir olduğu gibi yaşam, sosyal ve kültürel yönden de fakir ki o portakal suyunu sadece kahvaltıda içilen bir besin değeri olarak görüyor. O’nun bir zenginlik göstergesi olduğunun farkında bile değil zaar.
Dizi ve filmlerde gördüğümüz zenginliği ile nam yapmış özellikle kalabalık ailelerin sabah kahvaltısı, normal sıradan ailelerin kahvaltısından bir hayli farklıydı ya da bizlere öyle yansıtılıyordu.
Dizilerde yahut filmlerdeki bu sahne büyük ihtimal hayatımıza, benim hatırladığım kadarıyla bir zamanların 80’li yılların fenomen, efsane dizisi olmuş ve yayınlandığı saatlerde Türkiye’ye yaşamın durmasına, sokakların boşalmasına neden olan, yerli filimler de mizahi olarak kötü adam nitelendirilmesin de JR (Ceyar) olarak, birçok markete ve birahaneye de isim babalığı yapmış ünlü ‘’Dallas’’ dizisiyle girdiğini düşünüyorum. Dallas dizisi, dilimizde yer alan deyimlere girecek kadar ülkemizde öylesine benimsenmişti ki, ‘’kimin eli kimin cebinde, kim kimle gibi, çivisi çıkmış, yozlaşmış ilişkileri ve entrikacı ortamları tanımlamak için “Dallas gibi olmak’’, ‘’Dallas’a dönmüş ortam” deyimlerini dilimize yerleştirmişti.
Bir döneme damgasını vuran ve dünyada olduğu kadar ülkemizde de bir hayli ilgi çeken izlenme rekorlarını alt üst eden Dallas dizisi, Amerika’nın Teksas Eyaleti Dallas şehrinde Southfork Çiftliğinde yaşayan petrol zengini Ewing ailesinin yaşantısını konu edinirdi.
Çiftlikte gün çoktan başlamış ve ailenin bireyleri mükemmel hazırlanmış bir sabah kahvaltı sofrasında yerlerini almış ufaktan ufaktan kahvaltılarına başlamışlar. Müthiş zengin bir kahvaltı masası, masada yok yok, hizmetçi kadın gelenlerin tabağını hazırlar ve sıcak içeceklerini, nedense çay değil ama kahve, yıllardır da hep merak ederdim, neden kahvaltıda bizim gibi çay içmiyorlar diye, neyse sıcak kahvelerini gümüş ya da seramik çaydanlıkla itinayla bardaklarına koyardı. Masada, başköşede aile büyükleri, evin en yaşlı üyesi, dizide konuşurlarken Yuing diye telaffuz edilir ama yazarken neden Ewing diye yazıldığını o yıllarda çok merak ettiğim, anlayamadığım Ewing petrol şirketinin kurucusu Jock, tabii biz bu yaşlı kurdu Cak diye tanıdık, evin hanım efendisi, annesi hepimizin sevgisini ve saygısını kazanmış, sakinliği ve ağırbaşlılığı, çocuklarına olan sevgisi bizdeki hanım ağa rollerindekinin tersine gelinlerine müşfik davranışları ile gönüllerde taht kurmuş olan Bayan Ellie erkenden masada yerlerini almış aheste, aheste kahvaltılarını yaparken, sırasıyla evin çocukları masaya gelir ve herkes birbirine isimleriyle hitap ederek güne başlama ritüeli devam ederdi.
Masaya ailenin tüm çocukları, eşleri gelir kahvaltıya başlarlardı ancak en son, psikopat eğilimleri olan, aç gözlü, bencil, manipülatif ve ahlaksız, rakiplerinin servetini yağmalamak için sürekli entrikalar çeviren ve sık sık rüşvet, şantaj ve diğer sinsi taktiklere başvuran ve dizideki bu rolü ile 2001'de İngiltere'de Channel 4 tarafından yapılan bir ankette 100 En İyi TV Karakteri listesinde 38. sırada yer alan, TV Guid tarafından 2013 yılında, tüm zamanların ‘’En Kötü 60 Adamı’’, listesinde bir numaraya yerleşen ve 2016'da Rolling Stone’un "Tüm Zamanların En İyi 40 TV Kötü Adamı" olarak seçtiği JR, yani nam-ı diğer bizdeki söylendiği şekilde CEYAR masaya teşrif eder ve o müthiş, sinirleri bozan kendine has gevrek gevrek gülüşüyle, ‘’baba, anne, Babi, Pemıla, Geri,’’ ve en sonunda Lusi’ ye tek tek günaydın diye hitap eder ancak, Ceyar’ın bunalıma soktuğu ve yurdumuzun ortak derdi, üzüntüsü, toplumca ’’ vah vah yazık bu güzel kadına, Ceyar’dan çekmediği kalmadı ‘’ dediğimiz, Ceyar’ın sıkıntısından akşam aldığı aşırı alkolden dolayı uyanamayıp kahvaltıya inemeyen ve masada olamayan her daim alkollü ve bunalımda olan Sue Ellen’a yani karısına günaydın diyemez.
Ceyar kahvaltı masasında herkesle selamlaştıktan sonra, hizmetlinin hazırlamış olduğu kahvaltı tabağını ret eder ve yalnızca bir bardak portakal suyu alır, o mükellef kahvaltı masasına dokunmaz bile, aceleyle portakal suyundan bir iki yudum içer ve yarım kalmış bardağı masaya bırakırdı. Biz de diziyi izlerken neden o sofradaki yiyeceklere dokunmadı diye hayrete düşer, üzülürdük. Ceyar’ın her daim acelesi vardı ve ünlü kowboy şapkasını takar Texsas EWING 3 plakalı 1975 model çağla yeşili Mercedes-Benz 280 SE’ne atlar ve hemen işe giderdi. İşi de hani öyle basitinden bir şey değildi hani, petrolleri, doğal gazlarıyla ünlü Teksas’ın en ünlü petrol üreticisiydi. Teksas’da olduğu kadar Güney Amerika ve Asya’daki ülkelerde de petrol işleriyle meşgul olur ve kafasını kaşıyacak bir boşluk zamanı olmazdı. Geçen her saniye para olduğundan işinin devamlı başında bulunmak durumundaydı.
George Hellmuth, Gyo Obata, George Kassabaum adlı mimarların kurmuş olduğu HOK Mimarlık firmasının 1974 yılında inşaa ettiği Dallas’taki 1201 Elm Sokağında yer alan ‘’Rönesans’’ adlı o zamanlar için bizim göremediğimiz ama şimdi en küçük taşra illerinde dahi görebileceğimiz yüksek katlı camekânlı gökdelendeki çalışma ofisine giderdi.
Evettt dizideki bu akış üç aşağı beş yukarı bizim dizilerinde akış şemasına ithal olmuş ve çoğunlukla varlıklı, aşırı zengin kalabalık aile dizilerinde bu kahvaltı sahnesi yaşanır olmuş.
Yerli televizyon dizilerinde birbirinin benzeri, sıradan, artık hikâyesinin tüm toplumca ezberlenmiş, bilinmiş olmasına rağmen nedense bu tip dizilerden vazgeçilmiyor ve birbirinin benzeri diziler çeşitli mecralarda boy gösteriyor.
Bu diziler genellikle hep zengin bir aile yaşantısını içerir, varlıklı, kodaman en iyi niyetlisinden evin babası eğer ki olay İstanbul’da geçiyor ve kentsoylu bir aile ise mutlaka bir holding sahibi, yok eğer kırsalda geçiyorsa nedense bu yaşam alanı mutlaka Kapadokya’da ya da yaşanan konakların mimarisine baktığımızda çoğunlukla Mardin ve civarında geçtiğini anladığımız yerse, evin büyüğü mutlaka aşiret lideri, toprak zengini bir ağa figürdür. Tabii ki çok doğal olarak da yaşadıkları mekânlar hiç de öyle basit bir villa şeklinde değildir. Bu Zenginliğin tahayyül edilmesi bile zordur, ikametgâhları bir senede sığmayacak kadar büyük bir alanı işgal eden şatafatlı bir yaşam alanlarıdır. Yani diyeceğim mahalle muhtarı bunlara ikametgâh senedi verecek bilgi, birikim ve kültürüne sahip değilken o büyüklükteki, genişlikteki ikametgâhın senedini basacak bir yazıcısı da herhalde yoktur.
Eski Yeşilçam filmlerinin tipik zengin aile sahnelerini şimdi izlesek, deriz ki yaaa bu Hulusi Kentmen’de normal sıradan bir adammış, zenginliğini abarttığımız kadar yokmuş. En fazla, merdivenlerinde kuş, martı, göçmen kuş kabartmaları olan, yerlerin boydan boya kırmızı halıyla döşendiği, ahşap merdivenleri olan Türkiye’nin ilk kadın mimarı Perran Doğancı’nın elinden çıkmış, 1960'lardan 1970'li yılların sonuna kadar Yeşilçam filmlerinin bir çoğun da kullanılan ünlü tiyatrocu Muammer Karaca’nın sahibi olduğu, eski Türkiye’de olsa karı koca çalışan bir ailenin kolaylıkla sahip olabileceği mütevazı dubleks bir ev. Evin hanım efendisi günlük kıyafetleriyle Adile Naşit, aşçısı Mürvet Sim, evin bahçıvanı Nubar Terziyan ve uşağı da Cevat Kurtuluş ya da Sami Hazinses. O zamanlar sigorta neyin falanda olmadığından bu evdeki hizmetlilerin masrafı da çok olmaz, evin bir bireyi gibi hep beraber yaşar giderlerdi, zaten evin yadigarlarıdır, çapkın ele avuca sığmaz, baba parası yiyen, adam olması için ya Filiz Akın ya da Türkan Şoray ile tanışması gereken evin haşarı çocuğu Kartal Tibet falan da ellerinde doğmuştur, evin önünde sarı renkli, dikdörtgen farlı,1974 model bir Mercedes 200 ve küçük atölyeden hallice bir fabrika. İşte o yıllarda filmlerde tahayyül edilen zenginlik anlayışı hepi topu, hepsi bu kadar.
Günümüz yerli filmlerinde ve daha çok TV dizilerinde gördüğümüz zenginliğin hattı hududu yok gibi, tahayyül sınırlarını zorlayan, hayal dünyamızın dar kalıplarına sığmayan bir zenginlik, bir ihtişam görmekteyiz. İkametgâh senetlerine sığmayan bu muhteşem ötesi yaşam alanlarını ya Güney Amerika’da narkotik baronlarının ya da dünyaca ünlü Hollywood zenginlerinin yaşadığı Beverly Hills’te görebileceğimizi düşünüyorum.
Bu muhteşem yaşam alanları, ya Boğaza sıfır ultra lüks bir yalı, ya da ormanlık alan içerisinde dron (yani minik helikoptere monte edilmiş kamera ile havadan çekim yapan kamere) ile anca görüntülenebilen muhteşem büyük bir çiftlik içerisinde havuzlu mavuzlu, kaç katlı olduğu bile anlaşılamayan, bina önünde sayısı belli olmayan çeşitli türde arabalar olan konaklar.
Bizim yerli dizilerin yaşandığı bu konaklarda sabahları yapılan kahvaltı sahneleri ise Dallas’a falan rahmet okutacak şekilde çok daha zengin bir sofra ile karşımıza çıkarken, kahvaltıya iştirak edenlerin hangi motivasyonla bu şekilde davrandıklarına akıl sır erdiremediğimiz bir kılık kıyafet sorunsalı önümüze çıkar.
Kahvaltı masasında sabah erkenden yerlerini almış olan kalabalık konağın hanımları sanki kına gecesine hazırlanmış gibi omuzları açıkta bırakan derin göğüs dekolteli Straplez bir elbise ile sofistike bir görünüm sağlayan topuklu ayakkabılar veya sandaletler giymiş olarak masada endamlarını yarıştırırken görürüz. Derin göğüs dekoltesini çok şık ve pahalı bir inci kolye ile bütünleştirmiş, saçlar ve makyaj ise her şey yerli yerinde göz alıcı bir biçimde yapılmış. Zannedersiniz ki sabah gün doğmadan günün habercisi Zühre yıldızından önce uyanıp bu hazırlıkları yapmışlar.
Aynen Dallas dizisinde olduğu gibi bütün aile fertleri kahvaltı masasında yerleri almışken en son aynı Ceyar gibi dizinin başkahramanı olan, babasının kurmuş olduğu holdingi bu genç yaşına rağmen başarıyla yöneten kirli sakallı, dar gömleğine sığmayan, fiziksel güç ve kas kütlesi artışı sağlayan performans arttırıcı anabolik steroidler ile kısa sürede yapılmış kaslı vücudu ile adeta bir aksiyon ya da tarihi bir dizi kahraman gibi kaslı yapısıyla adeta bir KAS-MAN görüntüsüyle sakin ama uykusuz biraz da huysuz bir edayla kahvaltı yapılan salona gelir,
Masa, gerçi biz masa diyoruz. Masanın ebatlarını görenler rahatlıkla onun üzerinde masa tenis oynanacağını iddia edebilecek kadar geniş bir masa yani, neyse bu kadar geniş bir masanın üzerinde olanları görünce de niçin bu kadar geniş bir masaya ihtiyaç olduğunu hemen anlıyorsunuz. Yani o masanın alanında rahatlıkla bir deprem çadırı ya da konteyner yerleşebilir, millet neredeyse 6 Şubat’tan beri iki yıldır o kadarcık alanda hayatını idame ettirmeye çalışıyor.
Masanın o geniş yüzeyinde neredeyse bir santimlik boşluk kalmamacasına tıklım tıkış doldurulduğunu görünce kendinizi bir an için Van’daki ünlü Yusuf ustanın ‘’Bak Hele Bak’’ serpme kahvaltı salonunda hissediyorsunuz
Masada yok yok. Akla hayale gelmeyecek peynir çeşitlerinden tutunda, çeşitleri sayılamayacak kadar et ve et ürünlerine, çok farklı şarküteri yiyeceklerine, unlu mamullerin haddi hesabı olmayan türlerine kadar her türlü yiyecek ve içeceği görebiliyorsunuz. Masanın üzerine bu kadar çok malzemenin konduğunu görünce insan ister istemez ‘’Masa da masaymış ha, Bana mısın demedi bu kadar yüke, Bir iki sallandı durdu, Adam ha babam koyuyordu.’’ müthiş dizeleri yazan Edip Cansever’i de anmadan geçemiyor hani.
Bizim kirli sakallı, dar gömlekli, kaslı ve her daim uykusuz Kasman’mız masaya en son teşrif ettiklerinde masadaki ahali sanki bir kahvaltı da değil de büyük şehir belediye meclisinde bir birine laf sokuşturan üyeler gibi habire birbirlerine laf sokuştururken görürsünüz ve kargaların dahi mütevazı bir şey yemediği sabahın o erken vaktinde o kadar enerjiyi nereden bulduklarını düşünürsünüz ancak o saatte, o şekilde abiye kıyafetlerle, aşırı saç ve yüz makyajıyla dolaşan kadınları görünce tüm şimşekleri üzerinize çekmemek için o enerjinin nereden geldiğini pek de merak etmezsiniz daha doğrusu edemezsiniz.
Kasman masaya yanaşır ve gayet cool bir biçimde ahali ile selamlaşır, evin kadınları kadar havalı olan hizmetçinin kahvaltı tabağı servis etmesini kibarca ret eder ve o güzelim masadan yalnızca, cidarı su damlacıklarıyla harelenmiş koca bir cam bardaki buz gibi portakal suyundan sadece bir iki yudum içer ve o koca bardağı sakince masa üzerine bırakır.
Bazı yabancı filmlerde görürüz ya, iki kişi evde sohbet ederler;
- ‘’içecek bir şey arzu eder misiniz? Viski?’’
diğeri de sakince
- ‘’ Neden olmasın? Lütfen’’,
- ‘’Buz?’’
- ‘’mutlaka’’,
ve iki koca, kalın dipli cam viski bardağında buzlu viskiler servis edilir ve o an beklenmedik bir şey olur ve iki kişi daha viskilerinden bir yudum dahi içemeden bardakları masaya bırakırlar ve evden ayrılırlar. Bizde filmi izlerken içilemeyen viskilere üzülür ve tüh yazık oldu viskilere diye hayıflanırız ya, aynı şekilde Kasman’nın da bir iki yudum içip bıraktığı buz gibi portakal suyuna üzülürüz,
Biz üzülürüz çünkü en sıradan tel maşa VAT 69 gibi viskilerin bile binlerce lira olması karşısında dizide içmeden bırakıp gittikleri nefis viskilerin bir yudumunu bile ziyan etmek istemeyiz. Nimettir, lokma bırakma, arkamızdan ağlar türü söylemlerle büyüdüğümüz ve almış olduğumuz aile terbiyesi nedeniyle bırakılan yiyecek ve içeceklere üzülürüz, ama bahsedilen kişiler nedense üzülmezler çünkü onların üzülmek için çok daha farklı nedenleri vardır. Mutlaka o yaşadıkları konakların en alt katında mahzenlerinde onlarca yıllık, meşe fıçılarda dinlendirilmiş, Bourbon Wiskey, Skocht Whisky ‘lerden tutunda envaiçeşit cins, cins şarapları vardır. Masada kalmış iki yudum viskinin ya da bir bardak sıkılmış portakal suyunun hesabını yapmayacak kadar anlayışlıdırlar.
Kahvaltı masasındaki, hayalimizde bile göremeyeceğimiz yiyecek ve içeceklere dokunmadan, sadece bir iki yudum portakal suyu içerek evden, evden diyorum işte ağız alışkanlığı yani malikâneden büyük bir aceleyle çıkar ve zannedersiniz ki, Tuzla’da işçi olarak çalıştığı tersaneye kart basmak için zamanında yetişip Zeytinburnu’ndan Tuzla ya kadar Türkiye’nin en uzun belediye otobüs hattı olan 500 T otobüsüne elinde sefer tasıyla sanki yetişemeye çalışıyor.
Kahramanımız, moda ve reklam dünyasının, geleceği gibi şimdiki anıda çok parlak olan holding patronumuz genç iş adamımız Kasman, bir telaş bir aceleyle malikâneden ayrılınca, içimizden de deriz ki, ya kardeşim tamam acelen var, tamam anladık da bari o masadaki su böreğinden, kıymalı sigara böreklerinden, haşlanmış yumurtalardan, o yuvarlatılmış hindi fümelerden, jambonlardan o güzelim keklerden birkaç parçayı havlu kağıda sarıp hiç olmazsa arabada yersin, ise bari aç karnına gitme diye düşünür ve kahvaltıda hiçbir şey yemediğine nedense üzülürüz, ama nereden bileceğiz ki o yüksek, camekanlı plazadaki çalışma ofisinde birbirinden nefis, leziz ve hala dumanı üzerinde tüten onlarca tabakta, en iyi, kaliteli pastaneden getirtilmiş yiyeceklerle dolu, mini bir Van kahvaltı masası tadında, kuşluk vakti atıştırmalığı olan bir düzeneğin olacağını,…vizyonsuzluk işte…
Kahvaltıda, o da ayakta sadece bir iki yudum portakal suyu içip kahvaltı yapamayacak kadar acelesi olan abimiz nedense, babası her daim özel şoförlü aracında sağ arka koltukta oturup günceli takip edip gelişmeleri yönlendirirken, bizim Kasman şoför kullanmaz ve kendi kullandığı koca devasa cip’e ya da son derece lüks, üstü açık spor aracına biner ve o aceleci telaşlı halinden eser kalmaz ve gevşek gevşek arabada telefonla konuşmaya başlar, zannetmeyin ki telefonda Dolar-TL paritesi, daralan iç-dış ticaret hacmi, tekstil dünyasındaki kriz ve işletmelerin neden yurt dışına kaçtığı gibi önemsiz konulardan bahsediyor, çok daha ölümcül, mutlaka çözülmesi gereken daha ciddi konular üzerinde konuşur, neler mi konuşur? İşte sakarlığı ile hemen nam salmış yeni gelen stajyer kız, moda direktörü olan kızın kaprisleri vb.
Neyse Kasman, hem araç sürüp hem de telefonda gevşek gevşek konuşup o İstanbul trafiğinde nasıl öyle 10 dakika gibi kısa bir sürede plazaların olduğu bölgeye ulaştığı pek anlaşılmaz ama kimsenin de bu ayrıntıya dikkat edeceği düşünülmez. Holdingin bulunduğu plazaya yaklaştığında arabayı gelişi güzel park ettiği daha doğrusu arabayı terk ettiği yerden bu sefer özel şoför alır ve arabayı özel park yerine götürür, çünkü Kasman’nın arabayı park edecek kadar vakti yoktur, çünkü vakit nakittir, o kadar çok iş varken park gibi basit bir şeyle vakit kaybedemez, biran önce çalışma odasına çıkmalıdır, çünkü birikmiş tüm problemlerin onsuz çözülemeyeceğini kendisi gibi tüm çalışanları da bilmektedir.
Gerçek hayatta göremediğimiz hatta özel sağlık sigortamız olsa bile sıra beklediğimiz özel hastanelerin olduğu bir ortamda hani dizilerde görürüz ya, hastanede, acil girişi önünde elinde, havası dahi alınmış enjektörle bekleyen doktorundan, kelebeği hazırlanmış serum şişesini elinde hazır olarak tutan hemşiresine, sedyeyi hazır bekleyen hasta bakıcısına kadar, Formula 1 yarışlarında yarışan arabanın tüm bakımlarını yarış anında ‘’Pit Stop’’ da hazır bekleyen ve anında müdahale eden ekip gibi hazır bekleyen hastane ekibi benzeri bir manzarayı da Kasman plazaya geldiğinde görürüz.
Varlığı ile onur duyduğumuz genç iş insanımız Kasman, Holdingin kapısından girer girmez, onu bir hastanenin acil kapısında hayali dizi kahramanı sağlık ekipleri, ya da Pit Stop’taki bakım heyeti gibi büyük bir heyecanla şirketin asistanları ve diğer elemanları karşılar. Kasman önde, pastel renkli, ince yüksek topuklu, kışkırtıcı Stiletto ayakkabılı, derin dekolteli, saçlar başlar her daim yapılı, bakımlı güzel kokulu kadın asistan ve diğer elemanlar peşi sıra ardında, ellerinde tabletler, dosyalar ayaküstü bir şirket brifingi verirler adeta.
Kasman öyle bir halet-i ruhiye ye girer ki onu bu şekilde havalı havalı görünce zannedersiniz ki, Amerika tarihinde yalnızca 5 generale nasip olan ‘’Beş Yıldızlı’’ Orgeneral rütbesindeki generallerden, 2. Dünya Savaşında Kuzey Afrika’da ki Meşale Harekâtını ve Avrupa batı sahillerindeki ünlü Normandiya Çıkartma planlarını hazırlayan general Dwight D. Eisenhower ya da yine 2. Dünya Savaşında Pasifikte Filipinler, Japonya harekatlarını yöneten, Kore Harbinde ise başkomutan olan ve mısır koçanından yapılmış piposu ile yürüyen karizma olan beş yıldızlı orgeneral Douglas Mac Arthur sanki cephede kurmaylarıyla yürüyerek müttefik kuvvet komutanlarına harekat planlarını, direktiflerini veriyor. (
Kasman hem yürür hem asistanlarıyla konuşurken öyle bir ortam oluşur ki, moda dünyasının kalbi o an o plaza önünde atıyor zannedilir. Asistanı toplantının hazır olduğu tüm şirket bileşenlerinin toplantı odasında onu heyecanla beklediklerini falan anlatır, Kasman gayet cool bir halde ‘’tamam birazdan geliyorum’’ der ve çok yorgun bir halde muhteşem bir İstanbul manzarasına sahip gökdelenin bilmem kaçıncı katından manzarayı izler ve sıcak bir sert kahve içmeden kendisine gelemeyeceğini düşünen ve onu gayet yakından tanıyan seksi asistanı ona hemen sıcak bir kahveyi kendi elleriyle servis eder. Kahvesini yudumlarken, İstanbul’un en nadide kaliteli pastanelerinden getirilmiş olan kıymalı böreğinden, dere otlu kurabiyesine kadar envaiçeşit yiyecekle donanmış masadan minik bir tabağa çeşitleme yapar, birkaç yudum kahve içip kendine geldikten sonra birden toplantıda beklenildiğini hatırlar ve gevşek gevşek toplantıya gider,
Eski Yeşilçam filmlerinde zengin patron, yani o zamanlar için zenginliğin bir rütbesi gibiydi patron kelimesi şimdi ise ya CEO olacak yada Holding Başkanı, neyse patron Hulusi Kentmen’ iş yerinde, fabrikasında mütevazı bir şekilde döşenmiş mazbut bir çalışma ortamında görürdük, zenginliğin göstergesi belki de en fazla çalışma masasının ya arkasında ya da hemen yanında konumlanmış bir çelik kasa olurdu. Bu kasa figürünü bazen de kızının peşini bırakması için fakir ama gururlu gence deste, deste para vermek için o kasanın yarıya kadar açılmış kapısı önünde kızına, damat adayı olarak layık görmediği genci asla istemeyen sert anne Aliye Rona’nın tavizsiz kocası Atıf Kaptan’ı görürdük.
Şimdiki dizi ve filmlerde zenginliğin göstergesi olan çalışma ofisleri birçok sahnede karşımıza çıkar. Çalışma ofisleri ya camekânlı çok yüksek katlı, mümkünse boğaz manzaralı gökdelenler ya da Karaköy’deki bankalar sokağındaki tarihi, mimari kıymeti ölçülemeyecek kadar kıymetli koskoca, içinde çok büyük hacimli boşlukların olduğu, sütunlu, çifte çapraz merdivenli gösterişli, ihtişamlı saraydan bozma etkileyici, içine gireni adeta sarsan binalardır. Daha Perşembe pazarında yada Çemberlitaş’ın oralarda eski bir apartman dairesinde bir işyerine sahip bir Kasman’a rast gelmedi bu gözler.
Kasman sert bir kahve içip kendine geldikten sonra toplantı odasına en nihayetinde ulaşır. Muhteşem bir İstanbul Boğazı ve panoramasına sahip toplantı odasında, birbirinden çekici, güzel ve kışkırtıcı kıyafetler giyilmiş olduğu halde birçok güzel kadın ile yakışıklı, tabii ki kirli sakallı ve dar gömlekli birçok manken vari eleman bizim Kasman ’heyecanla beklemektedir, toplantıda konuşulan konu tabii ki moda, reklam dünyasının dertleri yada şirketin uzak doğudaki ithalat dengesizliği değil, yine amiyane tabirle kim, kimle ne yapmış, şirketteki kaprisli elemanların birbirlerine acımasızca laf sokması vb. gibi muhabbetleri ile devam eder ve bu dayanılmaz ciddiyetli, ağır olan toplantıya Kasman daha fazla dayanamaz ve kendini odasına, dış etkilerden oldukça korunaklı, izole bir yer olan fanusuna atar ve içtiği sert bir içkiyle kendine gelir, yüksek performanslı bir iş gününün yorgunluğunu güzel bir öğle yemeği ile gidereceğini düşünür ve nerede, ne yiyeceğini tabii ki seksi asistanına sorar.
Kasman büyük bir sabır ve metanetle öğle yemeği vaktini bekler ve beklerken de inceden inceye hafiften demlenir, sonra plazagiller familyasının teveccüh ettiği hafif bir şeyler yenen restoranlara yanındaki iş arkadaşlarıyla gider. Kasman çok ağır olmayan bir hamburger söyler, tabii ki biz ona hamburger diyoruz da onun yediğine ne diyorlar biz bilmiyoruz. Biraz daha zorlansa birer Trabzon ekmeğine dönüşecek ebatta bir hamburger ekmeği arasına artık köfte mi, döner mi, yada koca bir biftek parçası mı konduğunu anlayamadığımız ve Anadolu’da ender görülen yurdumuzun sevimli bir canlısı olan Karakulak vaşağının dahi bir oturuşta yiyemeyeceği kadar bir et kombininden oluşmuş güzel bir karışım, bol patates, soğan, mantar vb. ile zenginleştirilmiş bir menüyü bizim Kasman hiç zorlanmadan sohbet arasında, kaşla göz arasında mideye gömer.
Keyifli bir öğle yemeği yiyen Kasman günün yorgunluğu ve yediği öğle yemeğinin etkisiyle biraz rehavet içerisine girer bu dayanılmaz durumdan kurtulabilmek için mecburen çalışma odasında ki dinlenme yerinde birazcık uzanır ve bir kaç saatlik kısa bir uyku ile hiç olmazsa bünyesindeki nedense yükselmiş olan insülin direncinin normale gelmesini sağlar.
Kasman biraz uyuyup kendine geldikten, birkaç önemli telefon görüşmesi yapıp yoğun geçen tempolu bir iş gününden sonra, her daim yanında olan asistanı ve yakın çalışma arkadaşlarıyla bir şeyler yemek için küçük bir beyin fırtınası yaparlar. Öğle kırmızı et ağırlıklı yediklerini düşündükten sonra güzel bir balık lokantasına gitmeye karar verirler. Bilinen en ünlü ve rezervasyonsuz gidilemeyen en revaçtaki boğazdaki bir balık lokantasına giderler ve en kallavisinden mercan ailesinden olan ve İspanya'da 'Pargo' diye bilinen deniz balığının fırında tuza batırılarak pişirilmiş halini sipariş verirler. Balığıydı, kalamarıydı, tereyağında karidesiydi, soğuk, sıcak, ara sıcak, meze ne varsa tadımlıkta olsa masayı donatırlar. İsteğe bağlı olarak kimi en nadide şaraplardan giderken, balığı rakıyla tercih edenler gecenin ilerleyen saatlerine kadar keyfin dibine vururlar. En son gümüş gondol tabakta servis edilen bol kremalı sufleyle bu lezzet seremonisi nihayete erer.
Mükellef bir akşam yemeğinden sonra şöyle bir Boğaza nazır bir mekânda bir şeyler içmeyelim mi? Teklifinden sonra kendileri gibi ortamın, mekânın kıymetini bilen eşdeğer insanların müdavimi olduğu boğaza sıfır nezih bir mekanda, balık lokantasında yedikleri doyumsuz bir yemek resitalinden sonra yorgun düşen bedenlerini rahatlatmak için bir iki duble bir şeyler içmek isterler. Günün yorgun ve yıpratıcı geçen mesai saatlerinden sonra böyle bir ortamda hem bedenlerini hem de iş stresinden dolayı bunalan ruhlarını dinlendirmenin en pratik yolu diye düşündüklerinden ilk müracaat ettikleri, sığındıkları yer burası olur.
Akşam yemeğinde biraz abartmış olacaklarını düşündüklerinden yemek neyin almayıp hafif buzlu bir Bourbon Wiskey ile ısınma turlarına başlayıp her biri başparmaktan hallice en kalitelisinden sıcak ve taptaze kuruyemiş, o nasıl bir kuruyemiştir kardeşim, nasıl lezzettir, o kuruyemişleri koy yarım ekmek arasına katık yap ye, yani o derece de kuruyemişlerle o karanlık boğazın sularından geçen gemilere bakarak sohbetin tadını çıkarırlar. Sonra muhabbetin en tatlı yerinde şef garson tepside bir tabak meyve ile yanlarına kibarca gelir ve siz muhterem müdavimlerimiz için müessesimizin bir ikramıdır diyerek masaya o zengin karışım nadide meyveleri itinayla servis eder. Tabii bu minik ama etkili jest karşısında bizim Kasman arkadaşlarının yanında bir hayli gururu okşanır ve o geniş, derin, insanı içine saran, kucaklayan koskoca deri koltukta nasıl oturacağını bilemez ve koltuğa sığamaz olur. Tabii ki oradan da ayrılırken o servisi yapan kibar şef garsona yüklüce bir bahşişi, hem de dolar, Avro cinsinden verir ve verirken de arkadaşlarına ‘’ ama hak etti dimii yaaa’’ diyerek hareketinin de onanmasını ister.
Aslında bu Kasman’a has bir davranış değil doğrusu söylemek gerekirse, insanın doğasında olan çok doğal bir davranış, insanın kendisini değerli hissetmesinden daha güzel ne olabilir ki? Misal, en basitinden bizim orada devamlı alışveriş yaptığım bir kuruyemiş/bakliyatçıdan ne aldığın önemli değil, 200 gr. tuzlu fıstık bile alsan ‘’dur abime arkadaki kutudan vereyim ‘’ deyip tezgâhtaki kuruyemişten değilde arkadaki depodan verir ve kendince sizi değerli hissettirecek bir davranış yapar. İnsan doğası olarak da bu basit davranış sizi mutlu eder. Aslında orada biraz beklesek belki de tüm gelenlere bu şekil yapıyor ama olsun, sen yine bu davranıştan mutlu oluyorsun. Ancak bazı uygulamalar da var ki gerçekten insanı özel, değerli hissettiriyor ve öyle kuruyemişçinin herkese davrandığı gibi küçük esnaf tilkiliğinden değil, harbi harbi özel müşteriye özel davranış, ihtimam gösteriliyor.
Yıllar önce İzmir’de, bizden 3 dönem önce mezun olmuş ama sonra ayrılıp meslek değiştirip bayaaa zenginleşmiş bir abimizle karşılaşmıştık. O da, çocuğu İzmir’de okuyor diye gelmiş ve bir vesileyle haberleşip Alsancak’ta buluşmuştuk. Aynı zamanda İzmir’de de şirket toplantısı olduğundan bir arkadaşı daha vardı. Beraberce Konak Pier’deki adını vermeyeyim ünlü bir giyim mağazasına gittik. En az 10 yıl önceydi ve yaptıkları alış verişi görünce vayyy be demiştim. O zaman için bile bir pantolon fiyatı bin liranın çok üstündeydi ve o fiyatlarla bile ikişer üçer ayrı, ayrı renklerde pantolon, tişört ve çok pahalı olan ayakkabılardan yine birer ikişer tane kaygısızca alıyordu. Tabii daha önceleri de buradan alış veriş yaptıklarını ve bir hayli özel müşterileri olduğunu masaya gelen sımsıcak on numara kuruyemiş tabağından ve gelen viskilerden anlamamız çok zaman almamıştı. Tabii ki bu özel davranış, abimizi aynı bizim Kasman gibi mutlu etmişti. Nasıl mutlu olmasın ki, bizim yanımızda adamı nasılda özel ve değerli hissettirmişlerdi.
Balık lokantasından sonra biraz demlenmek, birazda keyif çatmak için gittikleri mekândan sonra içtikleri Bourbon Wiskey’lerden dolayı hafiften dumanlanan kafaları rahatlatmak ve biraz olsun boğazın iyotlu esen rüzgârında temiz hava almak için sahilde biraz turlarlar. Efil, efil esen boğazın o tatlı rüzgârına karşı içilen sigaranın doyumsuz keyfine varırlar. Biraz ileride sahile sıfır bir noktada lüks lambanın ışığı altında, el arabasında satılan, kimisi elinde kimisi taburelerde oturup büyük bir iştahla nohut pilav yiyenleri gören arkadaşları Kasman’ya. ‘’Aa abi bak sahilde nohut pilav var, eskiden ne de çok yerdik değil mi, yiyelim mi bir tabak?’’ deyince bunu duyan Kasman biraz durgunlaşır biraz iç dünyasına döner ve babasının sık sık mutlaka her kış sezonunda, yurt dışına gitmedikleri zamanlarda Uludağ’da ya da yanmadan önce ki zamanlarda Kartalkaya’da ki otelde yapmış oldukları kış tatillerinde akşamları günün yorgunluklarını giderebilmek için şömine başında içtikleri ve n’olurn’ olmaz diye yanında da bir iki şişe getirdiği 1926 Macallan Fine&Rare 60-Year-Old ve 30 yıllık EmeraldIsle viskisinin tesiriyle de olsa gerek, biraz demlenince eski günlerini andığını biraz nostalji ile gençlik, fakirlik günlerinden, biraz da hüzünlenerek ilk İstanbul’a geldiklerinde bayramlarda neyin annesiyle en büyük zevklerinin boğazda nohutlu pilav yemek olduğu hatırasını anlatmasını hatırlar ve Kasman’nın da canı birazda o günlerin hatırına nohutlu pilav çeker ve hep beraber birer tabak nohutlu pilav yerler.
Boğazda balık lokantasında yedikleri envaiçeşit şeyden mutlu olmadıkları kadar birer tabak nohutlu pilav yemekten arkadaşları kadar Kasman da mutlu olur. Arkadaşları ‘’ yaaa ne iyi ettik de eski günlerde ki, fakirlik zamanlarımızdaki gibi nohutlu pilav yedik, ne özlemişiz değil mi? Valla o kadar et, balık yememize rağmen, nohut pilav için midemizde birkaç kaplık yer kalmış valla, ne iyi ettik de yidikdi mi ama? Ara sıra gelip yiyek mi? ‘’ diye söyleyince Kasman’da ‘’He valla gardaş, ara sıra gelip yiyekkk’’ der ve birden şivesinin bozulduğunu, beyninin geçmişte de olsa fakirlik günlerinde yenen lezzetleri tekrardan hatırlayınca, istediğin kadar farklı davran, değişik bir şeymiş gibi yap, istediğin kadar uzun süre kendini ve başkalarını inandır, ama en sonunda muhakkak aslına ve kendine döneceğinden hiç şüphe duyulmayan aslına rücu olayının yaşandığını anlar ve aniden geçmişe dönüş krizi yaşar. Kasman hemen bir ağacın dibine yere çöker nefes alamaz, sırtına sol koluna doğru bir ağrı yükselir, soğuk soğuk terlemeye ve titremeye başlar. Arkadaşları daha henüz üst sınıfa geçiş yapamadıklarından nohutlu pilav bünyelerinde ve hatıralarında bir etki yapmadığından Kasman’nın bu haline anlam vermezler ve hemen yardım etmeye çabalarlar.
Kasman bu tip durumlar için önlem ve kriz anında dilaltı ilacı niyetine arabanın bagajında, soğuk zincir bozulmasın diye buzdolabında bir iki küçük kutu ‘’RoyalBeluga Mersin Havyarı’ ’bulundurur. Arkadaşına hemen arabadan getirmesini söyler ve aceleyle gelen kutuyu açar ve sedef kaşıkla bütün kutuyu dilaltına atar ve yavaş yavaş damaktan ezilerek o emsalsiz lezzetin beynine ulaşması beklerken bir iki yudumda. Bollinger Special CuvéeBrut şampanyasından içer ki havyarın lezzeti kana daha çabuk karışsın ve etkisi daha hızlı olsun. Tabii ki havyar ve o emsalsiz soğuk şampanya eşleşmesiyle oluşan o dayanılmaz haz, lezzet hemen kana karışır ve beynin o hatıralar, kısmına ulaşır. Beyin bu lezzet sinyallerini alınca çok doğal olarak hemen kendini resetleyip günceller ve eski günlere dönen kişiyi hemen o günlerden geri alır ve zengin olduğunu hatırlatır.
Bu kısa süreçten sonra Kasman düzelir ve günümüze zenginlik anına geri döner. Kendine gelince de ‘’dilaltı hapı gibi her daim yanımda taşırım, aslıma rücu krizi,soya çekim olarak genetiğimizdeki şiveye geri dönüş yaşadığım anlarda bir kutu yiyorum ve hemen zenginlik zamanıma geri dönüyorum ‘’ deyince arkadaşı da ‘’abi bu ne ya minnacık bir şey ‘’ şeklinde bir şey demesi üzerine Kasman’da ‘’olummm bu ananın köyden gönderdiği biber salçası, lahana turşusu değil ki 5 kiloluk bidonda olsun, bu dünyanın en kıymetli,Hazar Gölünde yaşayan mersin balığından elde edilmiş Royal Beluga Mersin Havyarı’’ diye cevap verir. Bunun üzerine arkadaşı ‘’Abi bende bi kaşık alam mı bak şivem geri geldi Allah’ını seversen bi kutuda ben yiyem mi?’’ demesi üzerine Kasman ‘’ olummm anca bana kadar var vallahi, 50 gr.’mı 16 bin lira, kilosu ise dinime imanıma vallahi bak 35 bin dolar, valla zaten zar zor bulabiliyorum, 3,5 kutu anca bize kadar bulabildik de sipariş verebildik, yoksa dükkân senin, ama arabada normal havyar da var ye ondan 6,7 kaşık, oda Beluga Havyarı kadar hızlı olmasada yavaş yavaş seni dönüştürür zengin haline ‘’ diyerek arkadaşına yardımcı olmaya çalışır…
Şampanya ve dünyanın en iyi siyah havyarı Beluga Havyarının birlikteliğinden oluşan muhteşem, damak çatlatan lezzeti bir yemek tutkunu olan ve kendini her daim gusto sahibi olarak gören Kasman’ı her zaman heyecanlandırmıştır. Havyarın hakkını verebilmek Kasman için her zaman bir öncelik olmuştur. Zinhar o ipeksi dokusuna zarar, rafine lezzetine helal gelmemesi için hep doğru malzeme kullanır ve devamlı yanında İsviçre çakısı gibi sedef kaşık taşır ve hiçbir zaman beklemiş havyarı yemek istemez taze ve neredeyse günlük yemeği tercih eder.
Havyarla şampanyadan daha iyi eşleşen hiçbir şey olmadığı, bir minik kaşık havyar, ardından da en kuru şampanyadan bir yudum ve birkaç saniyelik dil ve damak arasında geçen ve genellikle eşsiz bir lezzet patlamasıyla sonuçlan bu muhteşem karışımın tadını, lezzetini tecrübe etmiş olan ve bu lezzete doyamayan Kasman, havyarın tadını çıkarmanın en iyi yolunun, en saf haliyle şampanyalardan geçtiğini, bulunduğu ve yaşadığı habitat da, ayran ve bulgur ile beslenmekten anatomilerinde sonradan oluşmuş kursakları olan atalarından değil de bir kuşaktır İstanbul’un zenginliğini yaşayan ebeveynlerinden öğrenmiştir.
Eğer ki bir mağduriyet yaşayıp da müşkül durumda kalıp isteği türde şampanya bulamazsa bu dayanılmaz durumdan Sauvignon Blanc, California şarabı ile kısmen de olsa çıkabileceğini ve bu şarapla hiç olmazsa en pahalı beyaz mersin balığının iri ve sert yumurtasının kışkırtıcı tadının damağındaki lezzeti artıracağını geçmiş zamanlardaki yokluk zamanlarında tecrübe etmiştir.
Kasman havyar ve şampanya eşleştirilmesinde en çekindiği şey ise, havyarın tuzluluğu ve zenginliği ile Şampanyanın asiditesi ve köpürmesi arasındaki zinhar oluşabilecek olan bir dengesizlikti. Yaşanası bir durum değildi hani, yaşayanlar bilir insanın nasıl bir acziyet, çaresizlik içerisine düştüğünü. Öyle bir şampanya tercih edilmelidir ki zarafeti ve dengesiyle seçilen şampanya, havyarın lezzetini baskılamasın. Havyar ve şampanya hassas bir lezzet dengesinde kalsın ki birbirine baskın gelmesin.
Uygun bir şampanyanın tercihiyle havyarın sahip olduğu o ipeksi, zarif mücevherimsi dokusunun korunduğunu çok iyi bilen Kasman, havyar ile beslenmenin sadece damak zevkine hitap eden bir deneyim olmadığını bunun yanında oldukça yararlı bir besin olduğunu bilecek kadar da idrak sahibidir. Bu nedenle, havyara, şaraba ve şampanyaya para harcamanın, yalnızca özel günlere özgü olmaktan ziyade hayatın düzenli bir keyfi olduğunun da son derecede farkındadır.
Neyse Kasman geçirmiş olduğu aslına rücu krizini atlattıktan sonra bir hayli rahatlamış olarak boğazdaki banklara oturmuş ve nabzının normalleşmesiyle hiç alışkanlığı olmadığı halde açık ve rüzgârlı bir havada canı bir puro içmek ister. Kasman için puro içmek sadece vakit geçirmenin bir aracı değil; tüm duyuları harekete geçiren ve unutulmaz bir deneyim yaratan zarif bir ritüel olduğunu bilmek tabii ki çok önemli.
Kasman edindiği rafine zevkler doğrultusunda puro içeceği zaman, daha çok puro salonları ve özel puro kulüplerine teveccüh gösterir. Ortam onun için son derecede hayatidir. İçilen puroların zengin kokularını ve tatlarını tamamlayan o zarif mekânlarda, sıcak aydınlatma, lüks deri koltuklar ve yumuşak sohbet seslerinden oluşan atmosfer, Kasman’ı zamanın yavaşladığı bir yere götürür ve puro içmenin ritüelini ve inceliğini yaşatır.
Kasman genellikle bu ortamda adeta ibadet veçhi ile son derece dingin, sessiz bir ruh haliyle kaliteli bir konyak eşliğinde Nikaragua’da üretilmiş ve tutku derecesinde bağımlısı olduğu uygun şartlarda yurt dışına neyin gittiğinde tanesini 54 Bin dolara hiç çekinmeden aldığı Regius Double Corona Purosu içer ancak ortamın müsait olmaması, dinginlikten uzak, rüzgârlı bir yerde olmasından dolayı hem kendine hem de arkadaşlarına birer tane, tütün bitkisinin en üst kısmındaki iki yapraktan biri olan ve puroya eşsiz bir lezzet ve aroma katan Medio Tiempo yaprağının kullanılmasıyla aynı zamanda üretimi de oldukça zorlaştıran el emeği ile yapılan, görece Regius Double Corona Purosu’ndan daha ucuz olan ve bedava kargo fırsatından istifade edilerek 10’lu bir kutuyu 130 bin liraya alabileceğiniz .Cohiba Behike BHK 56 purosu ikram eder
Boğazın teskin edici iyotla yüklü rüzgârını vücudunun her yerinde hissedip, güzelce ve keyiflice içilen bir purodan sonra geceyi bira ile cilalamayalım mı? Şeklindeki tahrik edici sualden sonra, uygun bir yerde muhtemelen Asmalı Mescit ’de ikişer üçer bira yuvarladıktan sonra ‘’abiii acıktık mı ne? Eve dönmeden önce bir kokoreç gömmeyelim mi?’’ diye bide nefs uyandıran tekliften sonra adam başı üç çeyrek kokoreç, bir çeyrek uykuluk, biraz da midye tava, kalamar ve onar, on beşertane midye dolması da yuvarladıktan sonra en nihayetinde Kasman ve arkadaşları birer birer evlerine doğru yol alırlar…
Veee Kasman yoğun geçen bir iş günü sonrası gecenin ilerleyen saatlerinde evine gelir ve duş alacak kadar dermanı ve mecali kalmaz ve hemen kendini yatağa atar. Sabah uyandığında ise uzun geçen gecede nedense içinin yandığını, reflüsünün azması nedeniyle rahat bir gece, huzurlu bir uyku uyuyamadığını ve ılık bir duş ile kendine geleceğini düşünür.
Kasman önce duşa girer biraz olsun rahatladığını hisseder ve sonra her zamanki cool’luğu ile yavaş yavaş merdivenlerden iner ve tenis masası büyüklüğündeki hazırlanmış kahvaltı masasının olduğu geniş salona gelir. Kendisi hariç tüm ev ahalisi kadınlar yine abiye kıyafetleriyle, erkekleri ise tam takım kıyafetleriyle masada yerlerini almışlar yeni güne heyecanla başlamışlar Kasman’nın gelmesini bekliyorlar Evin hizmetlisinin kahvaltı eder misin teklifine gayet rahat ve geniş bir edayla hayır der, çünkü değil bir şeyler yemek daha nedense acıkmamıştır bile. Sadece içinin yanan ateşini söndürecek kadar yeterli, buz gibi bir portakal suyuna ihtiyaç duyar.
Neden acıkmamış ki?
Sabahları kim ve neden acıkır ya da sabahları neden acıkırız.
Sabahları kim acıkır ki? Ya aşırı diyet yapan insanlar ya da kendini fakir olarak tanıtan o sosyal medya elemanı gibi gerçekten alım gücü çok zayıflamış ve yetersiz beslenenler, akşamları yarı aç, yarı tok yatan insanlarımız acıkmaz mı?
Şimdi Kasman neden acıkmıyor? Kısa bir tahlil yapmadan önce bizim Tiktok fenomeni neden acıkır ve neden bir iki yudum portakal suyu ile yaptığı kahvaltıdan sonra gün boyu kendini kaybedecek kadar bitap düşer onu araştıralım.
Kendini fakir olarak tanıtan biri, sosyal medyada zenginler gibi kahvaltıda bir yudum portakal suyu içip güne nasıl başladığını ve daha öğlen olmadan açlıktan eli ayağı dolandığını kendini bilmez bir halde mecnun gibi sokaklarda yerlerde yatarken bulduğunu anlatmıştı. Tabii kendini bir fakir olarak tanıtmasına gerek yok, zaten o portakal suyunu zenginlerin kahvaltı masasında yalnızca bir kahvaltı unsuru olarak görmesi onun gerçek bir fakir olduğunu gösteriyor, ne bilsin göstergebilim nedir neyi temsil ediyor. O fakir kişi tabii ki, hem maddi yönden hem de yaşam kültürü açısından fakir olduğundan o portakal suyunu çok da haklı olarak kahvaltının bir bileşeni, ana besin değeri olarak görmesi ve sadece kahvaltıda içilen bir şey olduğunu zannetmesi çok doğaldır, bu fakirliğin doğasında olan bir şeydir. Onun portakal suyundan farklı bir şeyi olduğunu, farklı algılandığını, başka bir şeyi temsil ettiğinden bi haber olduğundan yalnızca besin değeri olan bir içecek zannediyor. Ne bilsin garip. Zengin sofralarında içilen bir iki yudum portakal suyunun kahvaltı yerine geçmediğini, o içilen bir iki yudum portakal suyunun da niçin içildiğini, nerden bilecekti ki, gerçi büyük bir ihtimal hiçbir zaman da öğrenemeyecekti zaar.
Şimdi Kendini fakir olarak tanıtan fenomenin neden TV de gördüğü dizilerdeki gibi davranıp sabah güne biraz portakal suyu ile başlayıp ama günü açlıktan dolayı tamamlayamamasının ana nedenlerine, temeline yani mide ve bağırsaklarına inmek gerekir diye düşünüyorum.
Müsaadenizle kısaca anlatayım.
Klasik, fakir bir yurdum insanının sabah güncesi;
Fenomenin midesine saatlerdir bir lokma yiyecek girmemiş, mide ve bağırsaklar açlıktan ne yapacaklarını bilemez halde, besin olmadığından yapacak bir iş de olmadığından avare avare gelecek olan bir lokmanın hayalini kurmaktadırlar.
Bağırsakların, sindirim elemanları sabahtan beri bir şey yememişler, hem acıkmışlar hem de açlıktan şekerleri düşmüş olduğundan bir haylide gergin ve sinirlidirler de, geceden de boş mideye yiyecek bir şeyde gelmeyince bu işsiz geçen saatler de, gelecek olan yemeğin stresiyle bekleşirlerken mahallenin arka sokaklarında derme çatma bir kahvehanede, sigaradan duman altı olmuş, fersiz lambanın ışığı altında kahvede okey oynarlar, kıdemli eleman, ustabaşı, elinde sallandırdığı tespih ile sol kolunu sandalyenin yaslanma yerine geriye doğru sallandırmış, bacak, bacak üstüne atmış, sağ ayağında ise sıkıntıdan sallandırdığı siyah çorapla giydiği, askerde istihkak olarak dağıtılmış dayanıklı lastik terlik olduğu halde, okey masasında sıkıntılı bir halde, zaten okeye dönmek için, iki üç eldir gelmeyen kırmızı 13 ‘e ayar olmuş ve okey atamamaktan da bir hayli gergin olarak sıranın kendisine gelmesini beklemektedir
,
Uzun süre bir şeyler yemeyip aç karnına ılık demli çay ve Maltepe içmekten midesi bulanmış bir halde ‘’akşama ne yemek yiyeceğiz’’ diye elemanlara haber saldırır. Gelen haber ne yazık ki ‘’Pırasa’’ olunca bizim sabahtan beri açlıktan şekeri düşmüş, heyheyleri tutmuş sinirleri başına üşüşmüş sindirim elemanı ustabaşısı, birde yanındakine attığı taş ile oyun bitip okey elinde patlayınca da iyiden iyiye çıldırır ve ‘’ne yaaaa yine mi Pırasa, dinime imanıma kafamı şu okey ıstaka tahtasıyla kıracam artık, daha dün akşam karnı bahar yedik, hem de kıymasız, bak elim ayağım titriyor sinirden yaaa, ben elimi bile sürmem, hemen çömezlere haber verin mideden aşağıya iner inmez hemen o pırasayı paketleyip kalın bağırsağa göndersinler, gözüm görmesin onu, aç kalırım daha iyi ‘’ diyerek gelecek olan pırasanın akıbetini belirlerken aynı zamanda okey elinde patlayıp tüm masanın hesabı da ona kalacağından pırasanın acısını okey masasından çıkarır ve masaya bir yumruk atarak masayı dağıtır ki pırasaya ayar olmuş, sinirlenmiş tiripleriyle, ayaklarıyla hesap ona kalmasın.
İşte bilinenin aksine pırasanın bağırsakları hızla çalıştırması, hareketlendirmesi, sindirimi çabuklaştırması ve hemen insanı tuvalete çıkartması hakkındaki halk arasında dolaşan şayianın esası, esbab-ı mucibe ’sinin asli sebebi budur aslında. Pırasayı sevmeyen bağırsak personelinin pırasayı biran önce kalınbağırsağa göndermesidir.
Fakir fenomenin bahtsız mide ve bağırsak hücrelerinin yaşadığı bu travmatik, insanı yaşamaktan soğutan yaşanılması bile düşünülemeyen beslenme tarzı hep fakir fonemen ve onun gibilerin başına gelmez. Böylede bir gerçeklik yaşanıyor ne yazık ki. Kimin başına gelir diye düşünmeyelim, hemen cevabını verelim.
Uzun sonbahar ve kış mevsimlerinde daha yaza çok var olummm, ye gitsin, n’olucak ki, başlarız bir gün, deyip mayo, bikini giyme mevsimi yaklaştığında her canlının içine düştüğü o heyecan dalgasıyla her pazartesi başlanıp perşembe günü sona eren ve bir sonraki pazartesiye ertelenen o diyetli günler. Gerçi bu işkenceye maruz kalan iç organların bilemediği tek şey bu beslenme rejimi bazıları için hayatın gerçeği iken bazılarının ise keyfiyeti.
Keyfiyetten otçul beslenip yaza hazırlanan pırasa ve saz arkadaşlarıyla beslen zat-ı muhteremin iç organları, bağırsakları muhtemelen ‘’ yav kardeşim nedir bu sağlıklı beslenme, her gün pırasa, brokoli, ıspanak, maydonoz sapı, tamam anladık sağlıklı beslenmedir ancak ara sıra bizi de düşünün yaa, biz de insan evladıyız, şöyle bi lavaş arasına ızgaradan gelirken yağları damlayan, acılı iki porsiyon bol kuyruk yağlı adana, arasına sumaklı soğan bide üstüne acılı şalgam suyu, üstüne de bi kaymaklı ekmek kadayıfı yesek fena mı olur? Nedir bu zulüm kardeşim, vallahi bu sağlıklı beslenme yurdum erkeğini zürriyetsiz bırakmak için dış güçlerin bir oyunu değilse bende bir şey bilmiyorum ‘’ diye kendi aralarında dertleştiklerini duyar gibiyim.
Tiktok fenomeni fakir arkadaş sabahları acıkıyor ve iki yudum portakal suyu ile gününü tamamlayamıyor da, bizim Kasman ve benzerleri nasıl oluyor da sabahları acıkmıyor ve iki yudum portakal suyu ile sabahları işe gidiyor, dizilerde merak edilen sual bu gibi.
Pırasa ve benzerlerinin insanın mide ve bağırsaklarındaki kısa kalış süresinin bilinmeyen, gerçek nedenlerini birazcık olsun anlatmaya çalıştık.
Et ve et ürünleri dışındaki diğer otçul zerzevat kısa sürede insan iç organlarını derhal terk ederken, terk edilmeye zorlanırken et ve türevleri en az 4,5 saat mide ve bağırsaklarımızda misafir ediliyorlar.
Kasman ve eşiti insanların bağırsak hücreleri, eş değer hizmeti veren fakir fenomenin bağırsakları gibi aynı işi yapmalarına rağmen pozitif ayrıcalıklarını görürüz. Fenomenin bağırsakları mahallenin metruk kahvesinde duman altı olmuş masalarında okey oynarken Kasman’ın bağırsak hücreleri çoğunlukla şehir kulübünde, rahat deri koltuklarında oturup briç oynayıp konyaklarını puro eşliğinde içerken öğle yemeğinde ne yiyeceğiz diye çok da merak etmezler. Ancak yine de gelen haber et ve et ürünleri olursa ortamın, zarifliğine, dinginliğine pek aldırış etmeden genel, ortak bir davranış tarzı olarak ‘’ as bayrakları assss, vur davulcu davula, çal zurnacı zurnayı ‘’ deyip elde o lüks masadaki ipek örtüyü alıp başlarlar çok eski günlerde ki gibi halay çekmeye. Bağırsaktaki hücreler gelen et ve benzeri ürünlerle saatlerce vakit geçirip nefasetin, lezzetin dibini sıyırırlar. Artık o kadar çok meşgul olurlar ki en sonunda yorgunluktan bitap düşüp etleri un ufak edilmiş halde 12 parmağa oradan da kalın bağırsağa gönderip kendilerini çekyatta bir elde TV kumandası, diğer elde yemek sonrası keyifle içilen kırmızı marlbora olduğu halde uzanmış bulurlar.
Aşırı çalışmaktan bitap düşmüş bağırsak hücreleri içerideki yatağa dahi gidecek mecalleri kalmadığından salonda çekyatta uyuyakalırlar. Tam biraz uyuyup kendilerine gelecek, biraz hazım sonrası rahatlayacaklar hooop Kasman uyanır ve kahvaltıya iner. Çok doğaldır ki Kasman’nın bağırsakları hala gecenin rehaveti ve çok ağır yenen yemeklerin yaratmış olduğu hararetin, sıcaklığın etkisi altında içleri yanarak bir yudum portakal suyunun yaratacağı serinliği, ferahlığı hayal etmektedirler. Tabii kii ikinci beyin olarak bilinen bağırsaklarımızdaki bulunan hücreler, beynimizle benzer şekilde çeşitli bilgileri kaydediyor ve gerektiğinde kullanıyor. Beslenme ile vücudumuza giren zararlı maddeleri, beyinden önce bağırsak algılıyor ve yüksek bir savunma ile tehlikeyi hızlıca vücuttan uzaklaştırıyor. İşte bu şekil çalışma prensibi olan ikinci beyin dediğimiz bağırsakların geceden kalma durumlarında, sabahları içinin yanmasıyla soğuk portakal suyu içme hayali, Kasman’nın beynine o muhteşem kahvaltı masasında sadece ve sadece soğuk portakal suyu içme emri olarak gönderiliyor ve Kasman, o hiçbir şeyin eksik olmadığı kahvaltı masasında bağırsaklarının direktiflerine karşı gelemiyor, zaten karşı gelecek dermanı da kalmadığından geceden hararet basmış içini sadece ve sadece birkaç yudum portakal suyuyla söndürüp sonra acelesi varmış gibi evden ayrılıyor.
Haa birde denebilir ki, ‘’kardeşim biz Antalya’da, Akdeniz bölgesinde yaşıyoruz, her yer portakal bizim oralar, hiç de öyle dediğiniz gibi abartılacak bir şey değil bu portakal suyu,’’evett çok haklısınız, Kuzey Kıbrıs T.C’de görev yaptığım zamanlarda da her yer portakal bahçeleriyle doluydu, aynı Antalya ve civarındaki yerler gibi, evde hiçbir kıymeti harbiyesi yoktu o portakal suyunun, ammaaa ve lâkinnn, Lefkoşe’de Dereboyu caddesinde ya da Girne’de bir lokanta ya da pastanede eğer cesaretiniz varsa bir portakal suyu isteyin, o evde pek kıymeti harbiyesi olmayan, yüzüne dahi bakılmayan portakal suyu nedense birden hak ettiği mevkie ulaşır ve sizden o hakkedilen meblağı cebinizden mutlaka çıkarttırırdı.
Evettt hepsi bu kadar. Akşam pırasayla günü bitirip sabah da Kasman gibi değil de fakirlikten, doğal sıkma portakal suyu yerine sarı koladan bir iki yudumla güne başlayıp ama açlıktan devamını getiremeyen tiktok fenomeni fakirin anlayamadığı konu da bu maalesef.
Portakal suyu sadece C vitamini değildir.
Yorum
Tebrikler
Muhteşem detaylar, harika bir yazı, bir çırpıda okudum, meğerse bilmediğim ne çok şey varmış, tebrik ediyorum.
Sayın abim, teşekkür ederim,
In reply to Tebrikler by Mustafa ERTAN (doğrulanmamış)
Sayın abim, teşekkür ederim,
Portakal suyu
Aga ne yaptın öyle. Bir solukta okutturdun ya bana. Kalemine sağlık super olmuş
Sevgili kardeşim Osman,…
In reply to Portakal suyu by Osman (doğrulanmamış)
Sevgili kardeşim Osman, teşekkür ederim, Bulgaristan'a selam ve sevgiler...
Herşey
Ortaçağdan başka günümüze gel, Amerika'dan İstanbul'a, renklerden resimlere el atılmış, biraz da nostalji dolu güzel bir yazı.
Selamlar kardeşim.
sevgili kardeşim teşekkür…
In reply to Herşey by Fikret Aydın (doğrulanmamış)
sevgili kardeşim teşekkür ederim, sevgilerrr
Göstergebilim
Tebrikler Şenol Roland Barthesden bahsetmen çok iyi olmuş
Sayın hocam teşekkürler,…
In reply to Göstergebilim by Muzaffer Aydemir (doğrulanmamış)
Sayın hocam teşekkürler, göstergebilim Ronalt Barhtes'iz olmazdı :)
Tebrikler
1926 MacallanFine&Rare 60-Year-Old ve 30 yıllık EmeraldIsle viskisi
Kalite ayrıntıda gizlidir. Tebrikler.
Bu ayrıntıyı fark etmek de…
In reply to Tebrikler by Atilla (doğrulanmamış)
Bu ayrıntıyı fark etmek de size yakışır :),Teşekkürler abi, saygılar
Portakal suyu
Kardeşim Harika bir yazı kaleme almışsın, emeğine sağlık. Yenilerini bekliyorum
Sevgili kardeşim teşekkürler…
In reply to Portakal suyu by Yavuz AYNACI (doğrulanmamış)
Sevgili kardeşim teşekkürler, sevgiler....
Her portakal suyu C Vitamini değildir
Eline emeğine sağlık canım kardeşim, müthiş ayrıntılar yaratıcı esprilerle bezenmiş bir yolculuğa çıkarıyorsun bizi
Sevgili kardeşim teşekkür…
In reply to Her portakal suyu C Vitamini değildir by Özcan Kara (doğrulanmamış)
Sevgili kardeşim teşekkür ederim, sevgiler...
Tebrikler
Değerli kardeşim, eline emeğine sağlık, betimlemeler harika, bir sonraki yazını merakla bekliyorum
Sevgilili kardeşim, sevgiler…
In reply to Tebrikler by Ümit (doğrulanmamış)
Sevgilili kardeşim, sevgiler, teşekkürler...
Güzelyurt Portakal Bahçeleri
Son zamanlarda okuduğum en keyifli yazıydı. Kaleminize sağlık.
Teşekkürler sevgili kardeşim…
In reply to Güzelyurt Portakal Bahçeleri by Mehmet (doğrulanmamış)
Teşekkürler sevgili kardeşim, sevgiler...
Sarısoy
Bir kaşık suda fırtınalar koparmak misali bir yudum portakal suyundan zaman tüneline girip girip çıktık sayende. Bir anda fırtınadan perişan olurken birden dingin denizin yüzeyinde hafifce salınırken güneşin yaktığı teninizi serinletiverdik. Bu nasıl gerceküstü bir anlatım ...
Sevgili kardeşim, bu güzel…
Sevgili kardeşim, bu güzel yorumunla mahçup ediyorsunuz vallahi, teşekkürler , sevgiler...
Portakal Suyu Deyip Geçmemek Lazımmış.
Sıkma portakal suyunu hafta sonları kahvaltı mekanlarında (paraya kıyabilirsem) ya da yazları tatil beldelerinde (gidebilirsem) ancak deneme şansı bulan biri olarak portakal suyunun C vitaminiden farklı birşey olduğunu biliyordum ama bu anlatımı gayet hoş olmuş.
Son zamanlarda okuduğum, entellektüel alt yapısı da epeyce kuvvetli keyifli yazılardan biri oldu.
Kaleminize sağlık.
Bu cesaretlendirici…
In reply to Portakal Suyu Deyip Geçmemek Lazımmış. by Mehmet (doğrulanmamış)
Bu cesaretlendirici yorumunuz için teşekkür ederim, sağolun,
Semiyoloji
Aydınlatıcı, farkındalık yaratan ve keyifli yazılarınızı okumak keyiflendiriyor. Teşekkür ederiz kıymetli kardeşim!
Sevgili kardeşim, sizin bu…
In reply to Semiyoloji by Halil KORKMAZ (doğrulanmamış)
Sevgili kardeşim, sizin bu güzel yorumlarınızdan bende keyif alıyorum, teşekkür ederim...
Yeni yorum ekle