İnsanları Tanımak,Tanıyamamak,Tanıdığını sanmak

Sanat

İnsanları Tanımak/Tanıyamamak/Tanıdığını sanmak

Prof. Hasan Pekmezci

 

Tanımak-tanıdığını sanmak-tanıyamamak bir insanın bir başka insanı değerlendirirken kullandığı sıradan sözcükler sayılır. Hoşa giren, onurlandıran, sevindiren özelliği var; ama sadece burada kalmayan çeşitli alınmaları, kırılmaları, sitemleri,  çatışmaları da beraberinde taşıyan saatli bomba gibi yanları da. Çok duyduğumuz sızlanmalardandır, ‘’Yazıklar olsun, beni en iyi tanıyanlardan sayardım seni’’ ya da ‘’Seni tanıdığımı sanıyordum, tanıyamamışım, meğer’’  bu gibi pek çok sözcüklerle, tamlamalarla hemen herkesin az ya da çok tanışıklığı, içlerine yer etmiş ukteleri vardır. Çünkü bir toplum içinde başkalarıyla yaşamak, paylaşmak zorunda olduğumuz bir ilişkiler zinciri demek.  Bu zinciri yok saymak, hatta koparmak  da kolay değildir. Sosyal olmak ya da asosyal sıfatları ökse gibi yapışır insana.

Bu nedenle yanılma, hayal kırıklığı, içsel-dışsal sıkıntılar bu konunun her zaman içinde. Değerlendirmelerimizde, değer ölçütlerimizde elbette eczacı terazisiyle dolaşacak*yaşayacak değiliz. Yanılma payı her koşulda oluşabilir, bu kadar hızlı, çetrefilli, çoğu zaman kaotik yaşam ilişkileri içinde, olması da olmaması kadar doğaldır.

Bunu somut bir iki örnekle dile getirelim.

Bir iki arkadaş sohbet ederken birinin telefonu çalar; hemen açar, ‘’AaaaAynur’cuğum, ben de seni arayacaktım, kaç gündür aklımdaydı ne iyi oldu, özlemiştim. Seni çok sevdiğimi, ailemizde özel bir yerin olduğunu bilirsin; sesini duydum ya, nasılsın...’’ Biraz uzar konuşma, öyle ya birbirini çok seven, özleyen, aile içinde özel yeri olan iki insan bir dakika konuşacak değil ya. Telefonu kapatır. ‘’Kusura bakmayın, çok uzadı, çenesi bir düştü mü susturmak ne mümkün, her defasında böyle olduğu için telefonunu açmaya korkuyorum’’ der arkadaşlarına. Ama bir arıza yaşanmaktadır  bu arada, telefonu kapatmamıştır, farkında bile değildir ve bütün konuşmaları karşıda  Aynur Hanımın kulağında yankılanmakta.

Ne çok açık unutulur bu meret. Çevrenizde bu durumları olumlu-olumsuz yaşayanlar mutlaka vardır. Başta telefon özürlü biri olarak beni arayanlar için eşim Şükran’ın uzattığı telefonu konuştuktan sonra kapatmayı hep unuturum. Elimi boşltmak için uzandığı bir yerlere koyuveririm. Üst katta mıydı, alt katta mı derken saatlerce. Kimsenin arkasından konuşmadığımız için bir sıkıntımız yok ama çocuklarımız panik olup komşuları arıyorlar. Sonra arayıp duran dostların sitemleri ile zararı telefon fırçalarına.

Bir başka örnek, iki arkadaş sohbet ederken ikisinin de çok iyi tanıdığı ya da tanıdığını sandığı bir üçüncü kişi telefonla aramaktadır. Açar telefonu, mikrofonu da açıktır, öyle ya üçü de biribirlerini yıllardır tanıyor, üstelik telefonla arayan kişi açan kişinin yanındaki üçüncü kişiye her zaman  ‘’abi’’ demektedir ve  her  an saygılıdır. ‘’Bak ben nerdeyim, filanca ile birlikteyiz; Telefonun karşısındaki kişi bu sefer birden ‘’Yav, sen bu adamla nasıl anlaşıyorsun. Bu adamı ben hiçbir zaman tutmadım, ta tanıştığımız günden beri’’. Daha ilk cümlede panikleyen arkadaşına telefonun sesini kapatma diye işaret eder, ‘’Necidir, neyin, kimin nesidir ki her taşın altından çıkmaktadır. Yarışmalarda bu, jürilerde bu, konuşmalarda bu. Başka adam mı yok memlekette kardeşim, her yerde bu adam. Arkasında kim var bu adamın, merak ediyorum’’ hakkında konuşulan kişinin hiç beklemediği bir konuşmadır ama bozuntuya vermez. Bütün konuşmalar şaşkınlıkla dinlenir. Sahibi, telefonu elinde ne diyeceğini bilemez, özür üstüne özür. Nereden, neden çıktı bu sözler anlam veremez.

Hakkında konuşulan kişi de ‘’aldırma, hiç üzülme, ne iyi oldu, her zaman ‘’övgü’’ ile söz edenleri duyuyoruz. Bir de ‘’sövgü’’ ile söz edenleri duymalı. Ayrıca arka yüzünü gördük insanların düşüncelerinin. Paranın, iki yüzü gibi. Bazı insanlar, yazı mı tura mı? Bunlar çok olağandır, bizim insan yapımız içinde. Seksen yaşına kadar yaşayıp da böyle pozitif-negatif değerlendirmeleri duymamak, bilmemek, olacağını sanmamak safdillik olur. Bunları çok gördüm, çok daha beterlerini de. Bu nedenle sen kendine dert etme. Bana göre çok gençsin, bunları yaşayabileceğini, bil. Bilmelisin ki sen, sen ol ve kimseye yaşatmamak için olanca kimliğinle açık ve net tavırlar geliştir’’ ‘’Bana gelince, ummadığım sözlerdi bunlar, ama iyi de oldu ki tanıdığımızı sandığımız birinde böyle duygu uyandırmada benim ne gibi hatalarım, açmazlarım oldu, ne yaptım; ikimizin arasında ne geçti acaba; sorgusunu yaşamam gerekmiş. Şimdi onu düşünüyorum bir yandan da. Öyle ya önce kendimi sorgulamalıyım. Neden böyle bir duygu-düşünce oluşturdum bir başka kişide. Ya da  benden mi, ondan mı?’’

*

Bunca yaşamımda bir ilkeyi kural edindim, elbette çeşitli sınama-yanılmalarla ve hatalarla. Nerede olursa olsun, biri hakkında yüzüne söyleyemeyeceğim şeyi arkalarından, ister ikili sohbetlerde, ister telefonda  söylememek. Böylesi sözler-konuşmalar eninde sonunda bumerang gibi geri döner. Hele hele onu başkalarına taşıyanların, taşıyacakların niyetlerine göre eklemelerle, çıkarmalarla, allanıp pullanarak değişeceğini bilen biri olarak.

Örneğin, benim söylediğim denilen, bana atfedilen öyle  sözler, işler,  hatta projeler  yanında öyle  eylemler var ki kıyısından köşesinden dahil olmadığım, hatta o alavere ve dalavereleri çevirecek kadar cingöz ve zeki de olmadığım. Hayatımda kullanmadığım, görmediğim, bilmediği konular üstelik. Haberim yok, bilgim yok ama ben yapmışım, söylemişim. ‘’Ben bunları ne zaman yaptım ve söyledim ki’’ diye kendi kendimden kuşkulandığım.

Böylesi örnekleri çeşitli boyutlarda yaşamayan var mı merak ediyorum.

*

Bu gibi sözler beni ta 1958 yılına götürür. Kısa boylu, küçümen tipli, hiç gülmeyen bir müzik öğretmenimiz ilk derslerden birinde ‘’Her gece yatağınıza yattığınızda bugün ben yaşamakla ne kazandım, ne öğrendim. Sınıfım için, arkadaşlarım, okulum için ne yaptım. Kimseyi üzdüm mü, kırdım mı, sorularını sorup yanıtlamadan uyumayacaksınız’’ Köyden gelmiş, devletin kolları-kanatları altında, yatılı okulda 13 yaşında, kemik torbası  bir oğlanın belleğine kazınan mühür gibi sözler.

Sonradan öğrendik, bu öğretmenimizin aslında bir dev olduğunu. Müzik derslerimizdeki yöntemi, eğitimciliği her an gözlerimin önünde. Bugün prof ünvanlı pek çok değerli müzik eğitimcisinin, sanat adamının hocası. Örneğin, Prof. Dr. Ali Uçan ağabeyimiz bir anlatmaya başlasa onu...Bir Feridun Büyükaksoy, Bir Selahattin Yaldız gibi alanının elde bir profesörleri...

Bu ve benzeri dev eğitimciler elinde ‘’Eğer yaşıyorsan yaşamın hakkını vereceksin, Verdiği değer ve kazandırdığı  kimlik*kişilikle seni adam yerine koyan, bu ülkeye ‘’ben ne verebildim’’ manevi yükümlülüğünün her gece hesabını vereceksin’’.  Bu öyle bir borç ki ömrümüz yettikçe, kuruşuna kadar ödemek zorundayız. ‘’Arkasında kim var’’ diyor ya. İşte bizim arkamızda sürekli takip eden, ne verdiğimizin, veremediğimizin çetelesini tutan dev öğretmenlerimiz var. Kemal Çuhalılar, Ali Tutal, Mehmet Karaman, İsa Başlıoğlu, Nevruze Atilla-Göksel, BehireTolay-Özler, Selahattin Taran, Enver Naci Gökşen, Hidayet Gülen, Müjgan Konuşur, Tevfik Aras, Meziyet Çağlayan, Ahmet Çıvgın, Sema Berk, Muzaffer Danışman, Canip Akın gibi. Çoğunu anlattığım, yazdığım anılarım, makalelerim var. Hepsi başımızın tacı, Mustafa Kemal Cumhuriyet’inin idol öğretmenleri.  Ben bu yaşımda, sağlık sorunlarıma  aldırmadan bu satırları yazarken; gece yarınki günü de yaşatmaya başladı bile; saat 01.47. Bizler ne yaparsak onların sonsuz anılarına birer buket çiçek.

Bu konularda söylenecek çok söz var. Yaşam her an bir şeyler öğrenme alanı. Sözlerimizle, eylemlerimizle bir yandan da öğretici olma sorumluluğu. Bir insan başka birini kırk yıllık dost da olsa ‘’yüzde yüz tanıyorum’’ dediğinde yanılma payı artacak. Şuna inanıyorum ki en açık dostluklarda bile yaşama dair anılmaya gerek görülmeyen, anılamayan, sözü edilemeyen gizler mutlaka vardır. 

Günümüzün çok yönlü, kimi zaman karmaşık yaşam koşturuları ya da farklı yaşam alanları nedeniyle nereyse otuz yıldır aynı sitede yaşayıp da birbirlerini yeterince tanımayan o kadar çok ki. Bunun bir örneğini yaz tatilinde yaşadığım için somut örneklerden biri olarak alıyorum buraya.

Aynı sitede uzun yıllardır birbirimizi gördüğümüz, selamlaştığımız kısa süreli de olsa konuştuğumuz bir komşumuz, ‘’Hasan Hoca bunca yıldır buradayız, ben sizi hiç tanımıyormuşum, bu hafta tanımaya başladım’’ dedi. Şaşırdım, Anlatmaya başladı: ‘’Köy Enstitüleri ile ilgili bir konu geçmişti, bir komşu bu konularda sizin yazılarınız olduğunu söyledi, ilgili Sanattan Yansımalar portalını buldum, Google’dan. Orada yayınlanan makalelerinizi, yazılarınızı okumaya başladım.  Makalelerinizde geçen konularla bağlantılı olarak Zorba TV-Dergideki hayat öykülerinizi ve anılarınızı da’’.

*

Yazma, çizme, betimleme eylemini bu nedenle çok önemsiyorum. Yazmadan çok sözele dayalı bir  kültürde toplumsal belleğin çeşitli zaafiyetler yaşadığı, pek çok gerçeğin masala, hikayeye dönüştüğü bir gerçek. Çok değerli bilgilerin kayda geçmemesi, onun unutulması bir yana dejenere edilmesine fırsat yaratıveriyor. Her ressam, her sanat erbabı,  her meslek insanı yazabildiği oranda yazmalı, çizebildiği oranda çizmeli.

Bu sıralar Genel Dünya Fuarları ve Türkiye’nin çeşitli projelerle katıldıklarını yazmaya çalışıyorum. Örneğin, değerli mimarımız Ragıp Buluç ve ressamımız Orhan Peker’in projeleriyle hazırlanan EXPO’70 Osaka Dünya Fuarı ile ilgili yazı, makale, tez, gazete haberi derliyorum. Ne yazık ki aylardır,  bir-iki paragraf yazı ile  bir grafiksel örnekten başka bulamadım. Ünlü bir mimar olarak Ragıp Buluç ne tasarlamış; Orhan Peker sanatçı ve başarılı bir ressam olarak neler boyamış; basınla, yayınla, makale ile  paylaşılmış belge yok.Bunlar bir yana Uluslararası ses getiren bir büyük Dünya Fuarı serüvenimizin getirisi, götürüsü hakkında bir belge de yok.

Buna benzer kim bilir sizlerde ne kadar çok örnek vardır yazılacak söylenecek. Öyleyse neler yapılabileceği, ne gibi tavırlar geliştirilebileceği üzerinde düşünce jimnastiği de yapabilmek kendi kendimizi rahatlatmak adına gerekli. Bütün yazılarımda, konuşmalarımda, derslerimde yazılarla, çiizimlerle, görsellerle günlük tutmanın önemine ve gereklliğine vurgu yaparım. Yaşamın peşinden yetişilmesi zor, hızlı akışı içinde yazma, betimleme eylemiyle geleceğe taşımak için ne kurtarabilirsek kazanç saymak gerek. Şöyle düşünelim; bugün yazılan bir güncede yaşananlar ve bir A4 kağıda çizilen bir resim ve görsel on yıl sonra ya da 20 yıl sonra ne kadar çok anlamlar taşıyan bir belge olacaktır.

Aynı şey insani ilişkileri kapsayan anılar için de geçerli. Dostluklar, arkadaşlıklar, ortak yaşam paydaşlığıyla ilgili yazılı belgeler, zamanın insanlarının tavırları hakkında da bilgiler taşıyacaktır. Böyle dayanaklardan yoksun ilişkilerde birbirimizi, yaptıklarımızı, tavırlarımızı değerlendirirken  ‘’Ben onu çok iyi tanıyorum, tanımıyorum ya da seviyorum, sevmiyorum ’’ derken daha hesaplı-kitaplı olmakta yarar var.

Bunu daha da açmalı, kimlik olarak tanımak, üretimleri, eserleri, eylemleriyle tanımak. Sözü edilecek alanın önünün arkasının, geçmişinin de tanınması yanında. Ama en önemisi iç dünyasını, içtenliğini, doğallığını, duygu ve düşünceleriyle, bir nebze olsun tanımak. O zaman hakkında söylenecek, yazılacak, anlatılacak, yorumlanacak dayanaklar var, demektir.

Özellikle sanat alanında sanat yazılarıyla, sanat eleştirisi yazılarını birbirinden ayırmak gerek. Özellikle eleştiri kapsamında yapılan değerlendirmelerde, yazılarda bu tanıma eyleminin bende çoğu zaman ‘’acaba’’ soruları uyandırdığını söylemeliyim. Adı geçenin ve ilgi alanının çok uzak-yakın zaman içindeki serüveni; nereden  nereye geldiğinin düşünsel ve uygulama anlamında dayandığı felsefesi, söylediği ile eylemi ve eseri arasındaki tutarlı bağ. Yaptığınının, söylediğinin başkalarının yaptıklarıyla nasıl, ne gibi ilintisi olabilir, olmayabilir. ‘’Başkalarınca çiğnenmiş sakızı çiğnemek’’ sözünün belki de en çok irdelenmesi gereken alan sanat denen eylemde. Kaldı ki bu saydıklarımız konusunda yeterince birikim olsa bile içtenlik konusunda çok sağlıklı olmayan örnekler yaşadığım, tanığı olduğum için.

Bir galeride alanında yetkin bir ressamın sergisi vardı. Öncekilerden farklı bir çalışma birikiminin sergisi. Bana göre farklı yanlarını aramak da ayrı bir sorumluluktur, sanat insanı için ve çok saygı duyarım. Bir sanat eleştirmeni bizim yanımızda ağır eleştiride bulundu, bu yeni çalışmalar hakkında. Çok geçmedi, sergi ile ilgili bir yazısı yayındaydı. Bu yazının sergide söyledikleriyle hiçbir ilişkisi yoktu.  Beğeni yüklü çok bilinen söz, sözcük oyunlarıyla. Çok geçmedi. Bir yerdeki ayaküstü söyleşide aynı kişinin şu sözü vardı: ‘’Ben duvarımda resmi olan biri için olumsuz yazmam’’

Yine bir sergi eleştirisi vardı; 90’lı yıllarda. Yazıda ‘’Bu baskı tekniğini Türkiye’de ilk kez uygulayan  ressam’’ sözleriyle bir ressam göklere çıkarılıyordu. Teknik dediği şey 1960’larda Gazi Eğitim’’de hepimizin uyguladığı, sergilerde kullandığımız ve 1971 yılında Ankara Devlet Güzel Sanatlar Galerisinde düzenlediğim sergimde bile yer alan tekniklerden biriydi. Eleştirmen ilk kez gördüğü için, ‘’ilk kez kullanan’’ demekten çekinmiyordu. Bir iki dakika araştırsa bu yanılgıyı yaşamayacaktı.  Kaldı ki ‘’bu ilk kez, dünyada ilk, dünyada en büyük, Cumhuriyet tarihinde bir ilk...’’ sözleri çok dikkat edilmesi gereken cılkı çıkmış bir anlatım.  Bir görseli Google babanın lensine yüklediğinizde o şeyin dünyada ilk kez mi, son kez mi olduğu; eşsiz mi olduğu ya da olmadığı konusunu anında gözler önüne seriverir. Kimi zaman ‘’AAAA’’ dedirten br tanıklıkla.

Tanıma-tanımama konusu elbette sadece değindiklerimiz değil. Sizlerin kim bilir anlatacak ne önekleriniz vardır. Yaşam deneyimleri paylaşıldıkça değer verir, değer bilirlerce anlamlar kazanır. Değer bilmeyenler için ne söylense boşuna.

Bizim sözlerimiz bu bağlamda bir söyleşi. Yazımdan sonra hakkında ve hakkımda söyleşiniz bol olsun.

Ankara. Şubat. 2025

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.