
İyiki’ler-keşke’ler, İki kere doğanlar; 45 yıllık Keşke’ler
Doğmak,ölümün,ölmenin önsözüdür.
Ana rahmine düşen her canlıya biçilen ömrünün yanında bir de geri sayım saati verilir ki biz buna ölüm saati de diyoruz, bu saatin çalışması, o canlının ana rahmine düşmesiyle eş zamanlı olarak emir beklemeksizin kendiliğinden yaşam zembereğinin gergince kurulup çalışmasıyla bir olur. İstesek de istemesek de o saatin çarkları, dişlileri engellenemez bir biçimde dönmeye başlar.
Gösterilen hiçbir çaba, gayret ve irade o çarkların dönmesini ne yavaşlatabilir ne de hızlandırabilir. Bazen hayatın cilvesi ya dacüz-i irade ile o çarklar yavaş ya da hızlı dönüyor gibi görünse de sakın ona inanmayın çünkü o çarkların ne zaman, nerde ve nasıl çalışacağı, dönme hızı ve duracağı zaman kesinkes külli irade ile belirlenmiştir.
İnsan bir kere doğmaya varsın, doğdu mu; ölümü ne zaman ve nerede olacağı biz fanilere göre belli olmasa da her şey yerli yerinde,ne erken ne de geç, tam zamanında tecelli eder ve emrihak vaki olur.
Her canlı çok doğaldır ki bir kere doğar ve hiç şüphesizki bir kerede ölür. Bir canlının iki kere doğma ya da öldükten sonra yeniden dirilmesigibi bir şansı yada lüksü yoktur. Bir canlının iki kere doğması ancak mitolojide Diyonizos’a nasip olmuştur.
“İki kere doğan” anlamına gelen “dythrambos” namı Diyonizos için söylenegelmiştir. Mitolojiye göre bu namı almasına neden olan yüzyıllarca gizlenmiş, üstü örtülmüş bu olayı tüm gerçekliği ile müsaadenizle anlatalım;
Çapkınlıklarıyla nam salmış antik çağın Tanrılar kıralı Zeus, Thebes kıralı Cadmus'unkızı Semele’yeaşık olur ve onu baştan çıkarır, Zeus’un kıskançlıktan gözü kararmış, ensesinde boza pişiren ve biran olsun peşinden ayrılmayan kıskançlığın kitabını, manifestosunu yazmış karısı Tanrıça Hera, Zeus’un çocuğuna hamile olanSemele ve Zeus’un bu ilişkisine dayanamaz ve onları aşırı kıskandığı için ne yapar eder bu mutluluk tablosunu bozmak için çareler arar.
Hera, yaşlı bir kadın kılığına girer ve Pamuk Prenses’e elma veren yaşlı cadı gibiSemele’nin yanına gider ve kendini şirinlikler yaparak misafir ettirir.Hera,Semele ile muhabbeti koyulaştırır, kahvelerin biri gelir birigider, şekersiz sade Türk kahvesi ile mentollü ince uzun Eve marka sigaralar tellendirilir, kahve fincanları ters çevrilip gelecekleri hakkında fallar bakılır Semele bu şirin, müşfik yaşlı kadını çok sever ve ‘’ yaateyzecim sizi Allah gönderdi, Allah aşkına lütfen arayı açmayalım, n’olurrrbiha gel, şu sıkıntılı zamanlarımda dertlerime derman oldun ‘’diyerek Hera’ya aşırı sevgisini gösterir.
Hera’da kurmuş olduğu kumpasın başarılı olduğunu görünce içten içe sevinir ve Semele’ye ‘’ aaaa kızım ne demek ben her gün gelir seninle dertleşirim, sana kanım kaynadı, yıllarca ataması çıkmayıp şimdi sözleşmeli öğretmen olarak Ardahan Göle Yağmur alan Köyünde sınıf öğretmenliği yapan gurbetteki kızım aklıma geliyor senin o güzel,aydınlık yüzüne bakınca, sen artık benim de kızım sayılırsın ‘’ diyerek Semele’nin iyice güvenini kazanır.
Hera, hamile olan Semele’ye çocuğunun babası kimdir, kimlerdendir, eşraftan mıdır, hali vakti yerinde midir, sigortalı işi gücü, emekliliği var mıdır diye sorunca Semele’de büyük bir gururlanmayla, kostaklanarak ‘’ çocuğumun babası baş tanrı, tanrılar kıralı Zeus ‘’ diyerek şişim, şişim şişinir.
Hera, Semele’yi istediği kıvama getirdikten sonra ‘’ aa kızım bu erkek milletine güven olmaz, sana tanrıyım, baş tanrıyım der sonra yarım tanrı,Herkül gibi biri çıkar karşına, hayal kırıklığı yaşama aa benim saf, tatlı kızım’’ diyerek Semele’nin aklını karıştırır ve eşeğin aklına karpuz kabuğunu sokması gibi Semele’nin içine fesat tohumunu eker. Hera, Semele’ye ‘’bak kızım bu adam tanrı mı değil mi, geldiği zaman tanrılık güçlerini sana göstersin ve tanrılığını kanıtlasın ki, tanrı gibi tanrı olduğuna ikna olalım ‘’ der ve Semele’yi bu konuda ikna eder.
SemeleHera’nın zehrini çoktan almış ve damarlarında etkisini hemen hissetmeye başlamıştı bile. Semelehemen Zeus’u arar ve onu çok özlediğini ve akşam ne yapıp edip eve gelmesini ister. Akşam Zeus’daSemele’yi göreceğim diye sevinir veSemele’yi ziyaret için hemen yola çıkar, akşam mükellef bir ziyafet için,dolmuştan indikten sonra yolda Halk ekmekten 2 tane tam buğday ekmeği, manavdan iki tane irisinden greyfurt, acı biber salçası, mor soğan, bir poşete konmuş 250 gram kadar yeşil çarliston biberi ile yapılmış çökelek ve bir şişe de etiketinde afili afili İtalyan markası olduğu görülen ama arkada etiket de Denizli Çal’da üretilmiş olduğu görülen ucuzundan bir şişe beyaz şarap alır ve eve gelir.
Zeus eve gelir ve elindeki erzak torbasını büyük bir gururla masaya koyar ve Semele’ye döner ‘’Kadınım bunları al ve güzel bir sofra kur da felekten bir gece yaşayalım ‘’ der. Gündüzden zaten iyiden iyiye kurulmuş olan Semele yaşlı kadının dedikleri aklına gelir daha doğrusu hiç aklından çıkarmaz ve kendi kendine ‘’yaşlı kadın haklı galiba,ya bu baş tanrı değilse, ya yarı tanrıysa, baş tanrı, tanrılar kıralı olsa böyle mi davranır, o nasıl öyle erzaktır, nasıl bir kombindir, hiç mi adam gibi yemek sofrası görmedin, biber salçası ve ucuz beyaz şarap nedir kardeşim ‘’ diye düşünmedende edemez.
Semele,ihtiyar kadın gittikten beri aklına düşen şüphelerden kurtulmak ister ve Zeus’a inceden inceye bir hesap sorma tonunda tatlış,tatlış‘’ hayatımmm biraz konuşalım mııııı? ‘’ diye seslenir. Zeus baş tanrıda olsa bu ses tonundan acaip ürker ve birazdan başına bir şeyler geleceğini anlar ve o panikle cebinden çıkardığı Keşan İpsala gümrüğünde DutyFree ‘den ucuza aldığı uzun kırmızı Marlboro sigarasından bir tane çıkarır ve titreyen elleriyle en az, altı yedi tane kibrit çöpünü zayi ederek zor da olsa sigarasını yakar ve ardı ardına derin derin çektiği nefesle sigaranın dumanlarını ciğerlerinin taa en alt bronşlarına kadar gönderirken nerdeeee bizim ‘’Yeni Harman’’sigaramız nerde bu içi hava gibi boş olan yabancı sigara diyerekbiraz sakinleşmeye çabalar ve içinden de neyi yanlış yaptığını acaba beyaz yerine kırmızı şarap mı almalıydım, acaba ona mı kızdı diye kendi kendine demuhasebe yapar.
Zeus’un eli ayağı titremeye başlayınca Semele’de acaba gerçekten Zeus baş tanrı değil mi, neden bu kadar panik yapıyor diye düşünür ve şüphelerinden kurtulmak için ‘’ hayatımmm sen baş tanrısın, tanrıların kıralısındimiiii ?‘’ diye tatlıştatlış sorunca Zeus’da biran için rahatlama olur ve Semele’nin bir şeye kızmadığını anlar ve o rahatlıkla ‘’ne demek aşkım, ben hem baş tanrıyım, hemde en kralındanhepsinnitanrısıyımmm ne diyosunnnn sen ‘’ der ve o rahatlıkla, bu sefer keyfinden bir sigara yakar, koltuğa oturur, bacak bacak üstüne atar ve vakur vakur sigarasını tellendirir.
Semele tabii ki Zeus’un ne de olsa bir erkek olduğunu unutmaz, güvenmez ve kıvırdığını düşünerek bu cevabından pek tatmin olmaz ve ‘’ madem ki baş tanrısın, tanrıların kralısın, bana yeteneklerini, gücünü gösterseneeee, dediklerine göre şimşekler, yıldırımlar çaktırıyormuşunnnnbilememmmartıkkk’’ diyerek Hera’nın aklına soktuğu Zeus’un tanrılık özelliklerini kendisine gösterip ispat etmesini ister.
Zeus için bunu ispatlaması çok kolay olduğundan koltuğundan yavaşça ve emin adımlarla kalkar yarım kalan sigarasını karton bardaktaki sallama yeşil çayda söndürür ve gözlerini süze süze Semele’ye bakar ve birazdan yapacağı şovun ön hazırlığını yapar, kollarını havaya kaldırır ellerini gökyüzüne çevirir ve teatral bir havaya girer,
Katıra cilve yap demişler, çifte (tekme) atmış misali Zeus’da tüm gücünü, yeteneklerini son aşamasına, gücünün en tepe noktasına, limitlerinin sonuna kadar gösterir, yıldırım, şimşek Allah ne verdiyse şovun kralını yapar ve ortalığı yıldırımlara, şimşeklere boğar ortalığı cehennem ateşine çevirir,
Semele, Zeus’tan güçlerini kendisine gösterip, tanrılık güçlerini ispat etmesiniistemesi ne yazık ki trajik bir hikâye ile sona erer ve Semele,Hera’nın ihtiraslarına inanıp onun isteklerini yapmak isteyince kendi sonunu hazırlar ve Hera’nın tuzağına düşer ve bu düşüncesizliğinin bedelini, sevdiği adam Zeus’un yapmış olduğu ateş şovundan sonra yanarak hayatıyla öder
Semele yedi aylık hamileydi ve trajik bir sonla hayatını kaybederken bu hengamede çocuğunu düşürür, yere düşen çocuğu mucizevi bir biçimde hemen orada yerden biten sarmaşık dalları yanmaktan kurtarır, Zeus sarmaşık yaprakları arasından Diyonisos’u alır ve baldırına diker, orada doğumuna kadar saklar. Diyonisos babasının baldırından doğar ama Hera için kıskançlığın sonu yoktu, ne yapıp etmeli Semele’nin çocuğuDiyonisos’u ortadan kaldırmalıydı.
Hera, Zeus'un annesi Giritli ana tanrıça Rhea'nın rahipleri olan Kuretalar ’a rüşvet verir ve bahçede oyun oynayan daha çocuk olan Diyonisos’u oyuncaklar ile kandıran Kuretalar çocuğu bir çalılığın içine çekerler, Hera’nın emri üzerine Titanlar, Dionysos’u kaçırıp küçük parçalara bölerek, bir kazanda pişirerekDiyonisos’uöldürürler.
Ancak çocuğun büyükannesi Rhea torununa acır ve Athena’nın yardımıyla onu kurtararak parçalarını birleştirir. Bu şekilde Dionysos ikinci kez yeniden doğmuş olur.
Diyonisos’un ikinci kez doğmasını daha farklı yorumlarını da mitolojik öykülerde görebiliyoruz, diğer farklı bir yorum ise daha önceki hikâyelerimizden bildiğimiz, hemşerimiz Yatağanlı tanrıça Hekate’de bahsettiğimiz yer altı tanrısı Hades’in kaçırdığı bereketin, tarımın tanrıçası Demeter’in kızı Persophone’nin Zeus ile olan hikayesidir.
Baş tanrı Zeus’un çapkınlığı artık had safhaya varmış olay sıradan çapkınlık merhalesini aşmış, artık başka bir boyuta tırmanmıştı. Zeus’un yürümediği, bulaşmadığı, göz dikmediği neredeyse kadın kalmamıştı. Tanısın tanımasın, uzak yakın akraba, konu komşu hiç farketmiyor baş tanrı, tanrıların kralı olma avantajını sonuna kadar kullanıyor suistimalin dibini sıyırıyordu. Kız kardeşi Demeter’den olma kızı Persophone’ye hızlı adımlarla yürümeye başlayınca Demeter kızını korumak için onu bir mağaraya saklar ve koruması içinde mağaranın girişlerine yılanlar koyar.
Ancak Zeus yılanlardan da daha yılan olduğundan yılan kılığına girer ve sinsice bekçi yılanların yanından fark edilmeden Persophone’nin yanına sokulur. Ne yapar eder ve bir yılan gibi Persophone’nin koynuna sokulur. Persephone’yle birlikte olur ve boynuzları olan ve yılanların tacını taşıyan Dionysos (Zagreus) dünyaya gelir.
Persophone Zeus’tan bir çocuk doğurur. Diyonisos’un daha kırkı çıkmadan Persophone daha lahusa yatağında yatarken, Diyonisos’un ananesi bereketin tanrıçası Demeter gelen ziyaretçilere lahusa şerbeti sunarken bu mutlu tablodan tabii ki birileri çok rahatsız oluyordu. Kim mi?
Tabii kii, kadınlar, doğum ve evlilik üzerine uzmanlık ve sorumluluk alanı olan ‘’Tanrıların Ecesi (kraliçesi)’’ ünvanını haklı olarak taşıyan, doğum esnasında kadınların daha kolay doğum yapmaları ve çocuklarının sağlıkla dünyaya gelmesine de yardımcı olduğu bilinen bir tanrıça olan, ayrıca kötü giden evliliklerin düzelmesine ve evliliklerin huzurlu bir şekilde devam etmesine de oldukça katkı sağladığı bilinen tanrıça Hera’dan başkası değildi.
Kadınların, çocukların koruyucu meleği olan Tanrıça Hera mevzubahis kendisi oldu mu kralını tanımaz ve adeta hırsın, kıskançlığın bir timsali olurdu. Persophone’nin Zeus’tan çocuk doğurmasına dayanamaz ve ne yapar eder bir çare düşünür. Hera’nın talimatıyla görevlendirilen Titanlar, bebek Zagreus/Dionysos’u yakalar ve parçalayarak öldürürler.Parçalara ayırdıklarıDiyonisos’utitanlar adeta et sote yapıp pişirip yerler.
Ancak Titanlar bu yemek keyfini yaparken sanat ve zekâ Tanrıçası Athena nasıl olur bilinmez ama titanlar bebek Diyonisos’u parçalara ayırırken Dionysos’un kalbini kaçırmayı başarır ve bebeğin kalbini atar halde Zeus’a teslim ederler. Mitolojik söylencelere göre kimi kaynaklarda Zeus kalbi yutar, kimi kaynaklarda ise baldırına diker ve günü geldiği zaman tekrardan Diyonisos olarak doğar.Her iki söylencede de Dionysos, “iki kere doğan” anlamına gelen “dythrambos” niteliğini kazanır.
Diyonisos’un iki kere doğmuş olması onu Hera’nın zulmünden kurtarmaz ve HeraDiyonisos’un peşine düşer.Hera'dan saklamak için çocuk önce kız gibi giydirilir, sonra Semele'nin kızı kardeşi İno ve eşi Athamas'a yollanır. Ama bunu fark eden kadınların ve çocukların tanrıçası Hera bu vasıflarını unutur ve hırslarının, kıskançlıklarının peşinde koşar ve Diyonisos’u koruyan İno'yu delirtir, deliren İno oğlunu bir kaynar su kazanına atıp öldürürken kocasını da bir geyik zannedip vurur. Zeus ise Dionysos'u kıskanç Hera'nın elinden zor kurtarır ve onu bir keçiye dönüştürerek Nysa dağındaki nemflerin arasına yollar. Daha sonra genç Dionysos, yaşadığı bunca olaydan,yaşadığı onca trajik olaylardan sonra yaşamanın tadına varmaktan başka çaresi kalmaz ve Nysa Dağı'nda şarabı icat eder ve hayatının geri kalanını dağlarda şarap içerek geçirir.
Mitolojik olarak doğup sonra tekrardan ikinci kez doğmak Diyonisos’da görülür, ondan başka bilinen başka bir ikinci doğum görülmez. Bazen medyada da görürüz öldüğü sanılıp gasil hanede sıcak suyu görünce ayılanlar, ya da mezarda kendine gelip bağırıp çağıranlar görülse de gerçek manada ölüp dirilme diye bir şeye daha tanık olunmadı.
Reenkarnasyon veya ruh göçü, ruhun sürekli olarak tekrar başka bedenlerde hayat bulmasına verilen bir addır. İkinci kez doğma, reenkarnasyon ya da Tenasüh( Ruh göçü) olgusu inanç ve felsefi platformunda insanlığı bir hayli meşgul etmiş bir konudur.
Reenkarnasyon (reincarnation) Fransızca bir kavramdır. Yeniden bedenlenme manasına gelmektedir. Bu sözcüğün Arapça dilindeki karşılığı ise “tenasuh” olarak ifade edilmiştir. İncarnation ise, yine bedenlenme anlamında, Hz. İsa için kullanılmaktadır.
Bu kelimenin Türkçe karşılığı da ruh göçü (tenasüh) anlamına gelmektedir. Bu tanımlara göre, reenkarnasyon inancı, ölümden sonra ruhun yeniden insan vücuduna tekrar gelmesi ve yeniden bir bedende yaşamaya başlamasıdır. Reenkarnasyon kavramı, ilk kez 19. Yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Ruhun, sürekli beden değiştirip tekâmül sürecini tamamladığına inanılan bir olay olarak da isimlendirilmiştir.
Hindistan kaynaklı olan reenkarnasyon inancı, Milattan 4800 yıl önce yaşayan ‘’Krişna’’ya kadar gitmektedir. Bu inancın, eski Hint kültüründen beslendiği anlaşılmaktadır. İnsan ruhunun ölümsüz olduğu ve ölümden sonra bu dünyada yahut başka bir âlemde varlığını devam ettirdiği inancı, kabul görmüştür.
Eski İranlılar, Mısır, Yunan, Fenike, Mezopotamya ile bazı Afrika dinlerinde de kabul görmüştür. Yahudi Kabala geleneğinde de tenasüh inancı benimsenmiştir. Tenasuh, genel olarak İslam ülkelerinde yaşayan Nuseyrilik, İsmailiyye, Dürzilik ve Yezidilik gibi inanç sistemi tarafından da sahiplenilmiştir. Bunların arasında bazı Şii oluşumları da bulunmaktadır. Bu dini akımların tamamında, ilahi ruhun bir kısım insanlara ineceği inancı vardır. Mazdeizm ve Brahmanizm akımları da tenasüh inancının yanında tavır almışlardır.
Tarihin başladığı Mezopotamya’da yazıyı bulan ilk medeniyetin beşiği olan Sümerlerde ölüler, kur adlı karanlık, dönüşü olmayan bir yer altı dünyasına gidiyorlar ve orada yeraltı dünyasının tanrıları, rahipleri ve ölenlerin gölgeleriyle bir hayli hareketli bir yaşamın olduğu bir yer. Sümer inanışına göre burada yeniden dirilme kavramı yok ancak ruhlar bir hayli hareketli, bazı özel durumlarda gölgeler yeryüzüne çıkarılabiliyorlar. Gilgamiş'in çağrısı üzerine arkadaşı Enkidu'nun gölgesi çıkarak iki arkadaş konuşabiliyorlar.
Sümer'de yer altındaki ölülerin ruhları için yiyecek ve kurbanlar sunulmazsa, onlar yeryüzüne çıkarak insanlara rahatsızlık veriyorlar. Ölenlerin arkasından çok fazla ağlayıp sızlanmak onları rahatsız ediyor. İslâmiyet'te de ölüler için yapılan dualar, kurbanlar bu inanışın bir devamı olmalı. Bizde de "çok ağlayıp ölünün ruhunu rahatsız etmeyin" sözü vardır.
Yahudilere, Babil tutsaklığından sonra Perslerin etkisi ile, Zerdüşt dininden ölülerin tekrar dirileceği, cennet, cehennem ve sırat köprüsü girdiği bilinmektedir.
Sümerlilerde yeniden diriliş olmadığı ancak ruhların yer altı dünyasında gayet rahat bir biçimde dolaştıkları görülmekte, daha sonra ölümden sonra yeniden diriliş ZerdüştlüktenYahudiliğe geçtiği görülürken, Ruh göçü ya da yeniden diriliş Antik Çağda söz konusu olabiliyor.
Bilinen Batı tarihinde ilk kez Pisagor ve Platon gibi bazı eski Yunan bilgin ve filozofları tarafından dile getirilmiş olan ruh göçü kavramı, aslında çok eski çağlardan beri, eski Mısır, Kelt, Maya ve İnka uygarlıkları gibi birçok uygarlıkta bilinen ve kabul görmüş olduğu görülmektedir.
Grek uygarlığında ruh göçü inanışının adı ‘’ruhların göçü’’ anlamına gelen ‘’metempsycose’’ (Latince’demetempsychosis) idi. Tarihçi Herodot’a göre Grek uygarlığındaki bu inanışın kökeni eski Mısır’dı. HermesTrismegistus'a dayandırılan Hermetika’da reenkarnasyon doktrini merkezî konumdadır. Bu inanışın Grek uygarlığında M.Ö. 8. yy. ile M.Ö. 6. yy. arasında yeşerdiği sanılmaktadır
Kökeni tam olarak bilinmemekteyse de birçok araştırmacı ruh göçü anlayışının, inanışının Orfe ve Pisagor’la başladığı düşüncesindedir. Sokrat ve Platon da ruh göçüne inanmışlar ve Pisagor ile Platon reenkarnasyon doktrinini çevrelerine inisiyatik eğitimle açıklamışlardır. Orfecilik (Orfizm) ve Pisagorculuk ruh göçü doktrininin antik çağdaki temel taşlarını oluştururlar. Bu öğretinin daha sonra Pindar gibi şairleri ve Platon gibi filozofları etkilediği görülmektedir. Platon benimsediği reenkarnasyon ilkesinden Phédon, Ménon, «Şölen» (Le Banquet) adlı eserlerinde ve özellikle «Er’in Öyküsü»nde doğrudan veya dolaylı olarak söz etmiştir. Romanlaştırdığı Phédon adlı diyaloglarının son kısmında Platon, Sokrat’ın şu sözlerine yer verir: “Yeniden yaşamak… Eminim ki gerçekten böyle bir şey var; bu, ölüden çıkan bir yaşam.”
Antik Yunan uygarlığını miras almış Roma uygarlığı da Orfe’den ve Pisagor’dan esinlenen akımlar ile ruh göçü kavramına inananlar bir hayli fazlaydı. Özellikle bu kavrama inanlar, maddi durumu iyi sınıflar, filozoflar ve sanatçılardan oluşuyordu. Virgilius ünlü “Aeneide” eserinde ruh göçüne ilişkin birçok yerde göndermelerde bulunduğu görülmektedir.
Yeniden diriliş, ruh göçü kavramına biraz değişik bir açıdan bakacak olursak genellikle bu kavrama en çok sahip çıkanlar görüldüğü üzere Roma uygarlığında yaşayanlar gibi rafine bir hayat süren, hayatın tadını iliklerine kadar yaşanacak ne varsa misliyle, hayatın tüm zevklerini zirvede hedonist bir anlayışla yaşamış insanlar için bu hayat bir kerede yaşanıp bırakılacak bir şey değildi, nasıl olur da bu hazzın doruklarında yaşadıkları hayatı bir daha yaşamamak, olacak bir şey değildi hani, o yüzden tek çıkar yolu ne yapıp edip bu dünyaya bir daha gelecek şekilde bir şeye inanmak, onlar için gayet inanılası, arzu edilesi bir inanç sistemi. Gayet de anlaşılır ve mantıklı aslında.
Hedonist bir zevk anlayışı ile yaşamlarını sürmüş olanların niçin bir daha dirilmek istediklerini anlayabiliyoruz, ancak gel gör ki hayatın en alt düzeyinde, bir parça ekmeğe, yatacak bir yorganı dahi olmayan, bir avuç pirinç ile günlerce yaşama tutunmaya çalışan kast sisteminin en altında yaşayan insanlara ne demeli? Onlar da bir daha dirilmenin peşinde koşmuyorlar mı?
Bir önceki örnektekiler bu yaşamlarını en rafine bir biçimde yaşamışlar ve aynı şartlarda bir daha yaşamayı arzu etmeleri çok doğal, ikinci örnektekiler de inançları gereği bu dünyada yaşadıkları sefaletin bir sınav olduğu ve ikinci kez dünyaya gelmeleri halinde ise en üst kast sisteminde, belki de kral, kraliçe, prens, raca vb. gibi sistemin en üst tabakasında olağanüstü zevkli ve zengin bir yaşam yaşayacaklarını düşünüyor ve yeniden diriliş olayına bu mantıkla samimiyetle sarılıyorlar. Bu sefer olmadı ama diğerinde krallar gibi yaşarım, sefalet içerisinde yaşamanın ödülü bir sonraki yaşamda alacaklarını ümit eden bir düşünce.
Kıyamet inanışına ve ahiret anlayışına iman etmiş Yahudilikteruh göçü anlayışı bulunmamakla birlikte popüler Yahudi inanışlarında ruh göçü kavramına ilişkin bazı unsurların yer aldığı görülmektedir. Örneğin birçok Yahudi; Âdem’in önce Nuh, sonra İbrahim, sonra Musa olduğuna inanır. Öte yandan Yahudiler ‘in mistik ve ezoterik tradisyonu olan Kabala’da ruh göçü kavramının bulunduğu görülür.
Hristiyanlığın ilk zamanlarında ruh göçüne inanıldığı ve özellikle Hristiyanlığın önemli düşünürlerinden kilise babalarından Augustinus ‘’İtiraflar’’ında şöyle der: ‘’Söyle bana Tanrım, söyle bana çocukluğum daha önce yaşamış olduğum, önceki ölümümle ayrılmış olduğum bir neslin devamı mıdır? (…) Bu yaşamdan önce neredeydim ey Tanrım, başka bir bedende mi?’’
Hristiyanlığın erken dönemindeki Sethianism ve Valentinus’unGnostik Kilisesi gibi bazı Hristiyan mezhepleri reenkarnasyonu gerçekten ilke edinmişlerdi, ruhun ölümsüz olduğuna ve dünya yaşamında bir tür hapishane hayatı yaşadığına inan Gnostikler ruh göçünü kabul eden akımlardan biri olarak, özellikle Ürdün, Anadolu ve Mısır’da yaşamışlardır. Gnostik bilgelerin hemen hemen hepsi, reenkarnasyonu kabul eder. En önemli gnostik üstatlar arasında SimonMagus, Valentin, Basilide, Carpocrade, Saturnin, Marcion’un isimleri sayılabilir. MS. I ve II.yy.’larda okutulan gnostisizmi Kilise hep sapkın bir yol olarak görmüş ve göstermiştir.
Gnostisizm’den Orta Çağ’da etkilenen topluluklar arasında Katharlar ve Bogomiller sayılabilir. Bunların görüşlerini heretik kabul eden Kilise tarafından yok edilmişlerdir. Katharizm ya da Katarcılık (-okunuşu "katar"-) Orta Çağ’da Fransa’nın Albi bölgesinde ortaya çıkan, 12. ve 13. yüzyıllarda Avrupa’nın batı kısmındaki ülkelerde etkili olan bir tarikattır. Din tarihçilerinden bazıları bu tarikatı Hristiyan tarikatlar sınıfına sokmaya çalışmışsa da, Kilise’nin görüşlerine karşı çıkmış ve reenkarnasyonu kabul eden bir tarikattır. “Kathar” adı, sözcük anlamıyla arınmış anlamına gelir.
Katolik anlayışı benimseyen kilise Katharları din dışı saymış ve 13.yy’da Haçlı orduları 20.000 kişiyi katledip keşişlerini yakarak bu akımı durdurmaya çalışmış ve engizisyon tarafından öğretileri yasaklanmıştır.
Kıyamet kavramını kabul eden diğer tek tanrılı dinlerde olduğu gibi, İslam’da da genel olarak Tenasüh, ruh göçü kavramı yoktur. İslam inancına göre de Hz. İsa’nın ölmediği Allah katına çıkarıldığı ve zamanı geldiğinde yeniden dirilerek yeryüzüne indirileceği ve ikinci kez doğmanın Hz. İsa’ya da nasip olacağı bildirilmektedir.
İslam anlayışında, dini terim olarak ‘’Berzah’’; ölüm ile başlayıp yeniden dirilmeye kadar geçen süreyi ifade eden zaman dilimidir. Berzah; uzun bir hayal âlemi, iki şeyin arasını ayıran perde veya engel, ölümle başlayıp yeniden diriltilmeye kadar devam eden ara dönem, dünya ile ahiret hayatı arasındaki âlem ve kabir hayatı karşılığında da kullanılmaktadır. Ehl-i sünnet Kelamcılarına göre, berzah âleminde insanlar, amellerine göre aynı ruh ve beden üzerinden nimet, azap ve sual ile karşılaşacaklardır. Berzahın devamı, ahirettir. Berzahtan dünyaya tekrar ne beden ne ruh ile dönüş mümkün değildir.
Peygamberler, insanın öldükten sonra tekrar dirileceğini, dünyada yaptıklarının hesabını vereceklerini ve hesaplarının sonucuna göre muamele göreceklerini haber vermişlerdir.
Kur’an’ı Kerim baştan sona insanın ruh ile bedeni arasında bir denge ve uyumun varlığını açıkladığı,.bedensiz ruh yalnız başına bir faaliyet icra edemediği gibi ruhsuz bir bedenin de yalnız başına hayatını sürdürmesi mümkün olmadığını, çünkü insan ancak ruh ve bedeniyle bir bütün olduğunu ifade ederken ölüm sonrasındaki diriliş de ruh ve beden ile birlikte olacağını belirtmiştir.
Dünyanın insanlar için ebedi olmadığı, her canlının ölümü tadacağı sonra, amellerine göre cennet ve cehennemden birine yönlendirileceği belirtilirken ölümden sonra ruhun bir başka bedene intikalinin de söz konusu olmadığı ve Kur’an-ı Kerimin hiçbir yerinde, ruhun dünyaya dönüşüne ve başka bir bedenle hayata devam etmesine dair bir işaretin olmadığı belirtilmektedir.
İslam’da anlaşılacağı üzere yeniden dirilişin, tenasüh’ün mümkün olmadığı anlaşılırken tasavvuf alanında Mevlana Celaleddin Rumi'nin ve Yunus Emre'nin şu sözlerinde de, tenasühün, ruh göçünün, reenkarnasyonun ima edildiği düşünülmektedir, ama bu düşünceler tasavvufu yeterince özümsememiş düşüncelerdir:
“Ben de cansız varlıkken öldüm, yetişip gelişen bitki oldum; bitkiyken öldüm, hayvan biçiminde tezahür ettim. Hayvanlıktan geçip öldüm, insan oldum; öyleyse ölmekten korkmak niye? Hiç daha kötüye dönüştüğüm, alçaldığım görüldü mü?”(Mevlana Celaleddin Rumi)
"Ete kemiğe büründüm, Yunus olarak göründüm (…) Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası." (Yunus Emre)
Türkler İslam ile tanışmadan önceki inanç sisteminde ruh göçü olayına inandıkları görülmekteydi.
Türk mitolojisi, zamanın döngüsel yapısı ve doğanın sürekli yenilenmesi etrafında şekillenmiş bir inanç ve düşünce sistemine sahiptir. Zamanın başlangıcı ve sonu olmayan, sürekli bir yenilenme içinde varlığını sürdüren bir güç olduğu inancı, Türk mitolojisinin temel yapı taşlarındandır.
Türk mitolojisinde zaman, düz bir çizgi olarak değil, döngüsel bir yapı içinde algılanır. Döngüsel zaman, doğanın mevsimlerle birlikte sürekli bir yenilenme içinde olduğunu simgeler. İlkbahar, yaz, sonbahar ve kış döngüsü, doğanın uyanışı, olgunlaşması, dinlenmesi ve yeniden doğuşu ile ilişkilendirilir. Bu döngü, Türk mitolojisinde sadece doğa için değil, insan yaşamı ve toplum için de geçerli olan bir prensiptir.
Zamanın döngüselliği, yaşam ve ölüm kavramlarının bir bütün olarak ele alınmasına olanak tanır. Ölüm, Türk mitolojisinde bir son değil, yeni bir başlangıcın habercisidir. İnsanlar, doğanın bir parçası olarak, zamanın döngüsü içinde yer alır ve ölümle birlikte ruhlarının yeniden bir varoluş sürecine gireceğine inanılır. Bu inanç, yaşamın geçiciliği ve ölümün kaçınılmazlığı karşısında umut veren bir perspektif sunar.
Türk mitolojisinde şamanlar, doğa ve ruhlar arasındaki dengeyi koruyan ve yeniden doğuş sürecini yöneten ruhani liderler olarak önemli bir rol oynarlar. Asya şamanizminde, bazı Kuzey Amerika ve Güney Amerika Kızılderililerinde ve kimi Afrika kabilelerinde ölüm olayı ile bedenini terk edenlerin yaşadığı öte-âleme ruhlar diyarı adı verilir.
Kuzey Asya halkları, insanın birden fazla, üç ya da yedi “can”ı, örneğin Yakut Türkleri, Çukçiler ve Yukagirler, insanın üç “can”ı olduğuna inanırlarken ölüm olayında ise, birinin mezarda kaldığına, birinin “ruhlar diyarı”naindiğini, üçüncüsü ise “Göğe” çıktığına inandıkları söylenir.
Uygurların Şamanist inancına göre, sürekli olarak tekrar doğma olgusuna “sansar” adının verildiği bilinir.
Yakın çağa geldiğimizde yeniden doğuş, ruh göçü, reenkarnasyon anlayışı, inanışı hala devam ediyordu. 16 yy da İtalya’da Rönesans sırasında kamunun ilgisini çeken ve yeni yeşeren bir konu da ruh göçü olmuştu. Yeniden doğma konusunda önde gelen figürlerden biri İtalya’nın baş filozofu ve şair GiordanoBruno (1548-1600) olmuştur. Fakat ruh göçü hakkındaki öğretimi yüzünden Engizisyon tarafından kazıkta yakılmaya mahkûm edilmiştir.
19.yy.sonlarına doğru Batı’da, gerek okültizme artan ilgi etkisiyle, gerekse Hint dinlerinin antropolog ve filozoflarca daha sistemli incelenmesiyle reenkarnasyona doğru büyük bir dönüş yaşanmıştır.
Ruh göçü ya da sürekli olarak tekrar doğmak kavramı ilk kez Fransız fizikçi ve yazar Allan Kardec (1804-1869) tarafından sistemli bir hale getirilmiş ve adına “tekrar ete girme” anlamında reenkarnasyon denilmiştir. Kardec, kurduğu “deneysel spiritüalizm”i "spiritizm" adıyla ilk kez 18 Nisan 1857’de yayımladığı “Ruhların Kitabı” adlı eserinde açıkladı.
Reenkarnasyonu kabul eden dini akımlardan biri de, temeli Amerikalı bilimkurgu yazarı L. RonHubbard tarafından 1952'de atılan Scientoloji’dir. “Geçmiş reenkarnasyonlar” anlamında kullanılan “geçmiş yaşamlar” ifadesi, Scientoloji Kilisesi’nin ilke ve uygulamalarında anahtar rolündedir. ABD'de aralarında XavierDeluc, John Travolta, TomCruise, JulietteLewis, CatherineBell, Isaac Hayes, ChickCorea ve Beck gibi ünlü isimlerin de bulunduğu, milyonlarca izleyicisi olan bu dini akımda "kişisel manevi denetleme"nin amacı; kişinin yüksek bir spiritüel idrak haline ulaşarak "yaşam-sonrası" rahatsızlıklardan kurtulabilmesi ve "yaşam-sonrası hafıza"sını tekrar edinebilmesidir.
Çağımızın yeniden diriliş tarikatına birçok ultra zengin insanın rağbet ettiği görülürken, ikinci kez dünyaya geleceğini, yeniden dirileceğine inanan bu zengin, hayatın tadını dibini sıyırarak yaşamış olanlar nedense yeniden dirileceğine inansalar bile bu hayattan ne kadar zevk aldılarsa bu dünyadan ayrılmamak için neredeyse dünyaya demir attıklarını, uzun yaşamanın sırlarına erişmek için akla hayale gelmedik işler çevirdiklerini medyadan şahit oluyoruz. Özellikle uzun ve genç yaşamanın iksirlerinden neredeyse Lokman Hekimin ölümsüzlük iksirine denk gelecek olan "Zenginlerin Kanlı Gençlik İksiri" olarak bilinen ve küçük çocukların beyninden elde edildiği iddia edilen Adrenokrom ( Adrenochrome )’a ulaşabilmek için milyonlarca dolar ödediklerini görünce insan şaşırmadan edemiyor. (Adrenokrom, nöro kimyasal bir içerik ve yasal yollardan temin edilebiliyor, en uygunu 25mg. 50$, saf olanı ise 120 $ olduğu öğrenilirken uygun olanın litresi 2, pahalı olanın litresi ise 7.6 milyon dolara tekabül ediyor )
Yeniden dirilip bu dünyada ikinci kez yaşayacağına inanan diğer tarikatlardan olan ve genellikle Ganj nehrinin kıyılarında ayağında parmak arası terlik, sırtında bir çaput, gıdasızlıktan ağzında kalmamış dişleriyle bir avuç pirinçle günlerce geçinen insanlarda hayatlarına şükredip, bir sonraki hayatında nasıl bir zengin hayat süreceğinin hülyasıyla fazladan bir gün daha yaşamak için herhangi bir atraksiyona girmediklerini görmekteyiz.
Evettt ikinci kez doğmanın tarihsel sürecini kısaca aktarmaya çalıştık, asıl konumuz tabii ki ruh göçünün tarihsel, dini ve felsefi bir açıklaması değil, hikayemizde ki konu başlığı olan ‘’İki kere doğanlar’’ dan kastımız, yaşadığımız bu dünyada ve tek yaşama şansımız olan bize verilen, bahşedilen ömrümüzde kendi imkanlarımızla, cüz-i irademizle, önümüze çıkan imkanları, fırsatları değerlendirebildiğimiz oranda hayata çok farklı bir yerden, daha başarılı, daha mutlu, daha huzurlu yeni başlangıçlar yapabilmemizin sürecini anlatmaktı.
İkinci kez doğmaktan anlayacağımız dünyevi bir anlayıştı, bazen deriz ya, ‘’vallahi yeniden doğmuş gibiyim.’’ Ha işte tam bu deyimden bahsediyorum.
Her canlı çok doğaldır ki bir kere doğar ve hiç şüphesiz ki bir kere de ölür. Bir canlının iki kere doğma ya da öldükten sonra yeniden dirilmesi gibi bir şansı ya da lüksü yoktur. Bir canlının iki kere doğması ancak mitolojide Diyonisos’a nasip olmuştur diye bahsetmiştik az yukarıda, ya da, ıskalanmış olan hayatın bir evresinde karşılaştığı ruh ikizi, bir elmanın yarısı kadar benzer kişilikleri olan, aynı şeyden mutlu olup aynı şeylerden hüzün duyan insanların aşkı belki de ikinci kez doğmalarına vesile olabilir, bazen de ikinci kez doğmaya yaşanan ölümcül hastalıklardan sonra yaşanan süreçlerin sonunda yaşama tutunmakla yaşanabilir. Bir kalp krizi sonucunda şok makinasıyla hayata tekrardan tutunanlar azımsanmayacak kadar çok rastlanan bir mucizedir ve insan hayata bazen ikinci kez tutunup yeniden doğabilir.
Yeniden doğmanın, ne felsefi ne de dini bir yorumu olmayan yalnızca sevgiyle yaşanabileceğini Ümit Besen o muhteşem yorumuyla bizlere notalarla bildiriyor, ‘’Sevmek yeniden doğmaksa, Seven insan ölür mü ‘’ diye sevginin, aşkın insanı yaşama bağladığını, sevince insanın ölmeyeceğini ve sevmenin insanı yeniden doğmasına vesile olacağını bizlere farklı bir yönden anlatıyor, bu güzelliği de satır arasına iliştireyim dedim yüksek müsaadenizle…
Bazen de insanlar yerinde ve zamanında doğru kararlar verdiğinde mecazi anlamda ikinci kez doğmalarına nadir de olsa rastlanabilir. Doğru karar verebilmek için önümüze çıkan seçeneklerin, nasip, kısmet ya da fırsat olduğunu anlayabilmek, değerlendirebilmek için, bilgi birikimi, tecrübe, hayat zenginliği ve yaşanmışlığı, erdem gibi bazı kazanımlara da ihtiyaç duyarız.
Bazen yaşam koşulları, ömrümüzün çeşitli evrelerinde önümüze nasip, kısmet ve fırsat gibi olguları seçenek olarak sunar ya da dayatır. Bu seçeneklerin hangisi bizi farklı mecralara götürür onu tercihlerimizin sonunda anlayabiliriz.
Nasip ve kısmet bazen aynı şey gibi algılansa da aslında çok farklı değerler olduğunu anlarız, aslında matematiksel bir değer sistemi gibidir. Nasip, nispet(oran) den geldiği, kısmetin ise kısım’dan geldiğini çok sonraları anlamış olduk. Nasip ile kısmet aslında oran ve orantının, pay ve paydanın farklı bir yorumu gibidir. Nasip’i bir pasta olarak algılarsak, kısmet ise o pastanın dilimlenmiş halidir. Kısmet, o pasta dilimlerinden bizim payımıza düşecek olandır.
Geleceğimizi planlarken nasip, kısmet ve fırsat faktörleri ister istemez, kimi bilinçli kimi ise bizim kontrolümüz dışında hayatımızın en önemli aktörleri olurlar.Nasip olgusu, edilgen, bilincimiz ve kontrolümüz dışında gelişen, ayrıca ahlaklı da bir aktördür ve hatta belki de alnımıza yazılmış yaşayacağımız bir an’dır. Nasip olgusunda dediğim gibi kontrolümüz dışında gelişen olaylar vardır ki en önemli etken faktör de bir yerde kısa vade de şans ya da uzun vade de talihtir. Şansınız, talihiniz eğer ki yaver gitmişse kendimize paye çıkartırken, şans faktörü eğer ki bizden yana değilse kadersizliğimize dem vururuz.
Nasip önümüze sunulan bir seçenek, yukarıda anlattığımız gibi bir pastadır, o nasipten kısmetimize düşecek olan şeyde pasta dilimidir. O nasipten payımıza düşecek olan kısmeti elde etmek, anlayabilmek ise bize sunulmuş olan bir fırsattır. İşte o fırsatın ne olduğunu ve o fırsattan kısmetimize düşecek olan payımızı o nasipten elde etmek birçok kazanıma, bilgi birikimineihtiyaç duyar. Bazen o fırsatın değerini anlayamayabiliriz ve biraz edilgen biraz da kadercilikle o bize nasip, kısmet değilmiş diye payımıza düşecek olan kısmetten gönülsüzde olsak vazgeçeriz.
Nasip, kısmet olayında insanın bazen yapacağı bir şey yoktur, daha doğrusu insan olaylar karşısında edilgen bir davranış gösterir ancak insan bazen bu edilgenlikten aktifliğe geçerek nasibini fırsata irade, istek, atılganlıkla şansını zorlayıp lehine çevirebilir ve insan bazen ikinci kez doğmasına vesile olacak fırsatları bu aktifliği ile sağlayabilir.
Eğer önümüze gelen seçeneğin fırsat olduğunu değerlendiremezsek ileri ki yıllarda bunun bir fırsat olduğunu benzer durumlar yaşanınca o kaçırdığımız fırsatın kendini hatırlatma gibi bir huyu olduğunu yaşadığımız tecrübelerle üzülerek ve hayıflanarak anlarız ne yazık ki.
Eğer ki o fırsatı değerlendirirsek zaten problem yok, o fırsatın açmış olduğu yollardan ilerleyip hayatımızı çok farklı mecralarda olumlu yönde şekillendirebiliriz,
Bir de fırsat olgusundan ziyade, her türlü olumsuz, çirkin ve ahlaksız bir nosyon yüklenmiş fırsat kelimesinden türetilmiş bir de fırsatçılık( oportünist) kelimesi var ki toplumumuzu çürüten, bürokrasiyi yıpratan bir davranış biçimidir.Fırsatçılıkta, edilgenlikten ziyade etkinlik, bilinçlilik ve ahlaksızlık gizlidir, yok yok ne gizliliği apaçık ulu orta yapılır ki bu kişiler kendini çok da başarılı ve kurnaz zannederler. Bu fırsatçı zihniyet ortada bir nasip olduğunu ahlaksız, bencil, çıkarcı, kendi çıkarını önceleyen, her türlü etik olmayan davranışlara sahip duyargalarıyla hisseder ve sizin payınıza düşecek olan kısmete de göz diker ve kursakları özel bir yapıyla donatıldıklarından kursaklarından her türlü haram çok kolaylıkla ve hiçbir vicdani eziklik duymadan geçer. Bu tiplere her yerde çok kolaylıkla rastlayabiliriz, her iklim ve ortamda çok kolayca yaşayabilir ve üreyebilirler, hiçbir toplumsal duyarlılıkları olmadığı gibi toplumda oluşacak sıkıntılara da hiçbir zaman aldırmazlar.
İstanbul’un en güzel yıllarının yaşandığı 60’lı yılların sonunda dönemin en ünlü ses sanatçısının arkasında şu anda da ünlü bir arabesk şarkıcısı olan kişiyle beraber bağlama çalan Cennani, iyi bir müzisyen başarılı bir bağlama sanatçısıdır. Ancak o dönemim bir özelliği olan şöhretin olduğu ancak geçinecek kadar gelir elde edilemeyen zamanların yaşandığı değişik bir dönemdir. Hatta bazen elde avuçta para kalmayınca evdeki boş şişeleri satıp içki aldıkları zamanları bile yaşadıkları dönemler olmuştur.
Müzik eğlence dünyasının en canlı yaşandığı sezonda dahi para kazanamayan bu can dost ikili, sezon sonu geçimlerini sağlayabilmek için dış ticaret gemilerinde çalışmak için gemici kartı çıkartırlar. Ünlü arabeskçi gemici kartı olmasına rağmen o sezon gemilerde çalışmaya gitmez ama Cennani bir gemide iş bulur ve uzun görevde çalışmak üzere gemide işe başlar.
Gemi uzun bir süre sonra Amerika’nın Alabama Eyaletinin Mobile kentinin limanına demir atar. Gemi limanda Alargadayken yani açıkta demirlemişken Cennani yeni bir hayatın hayali ile büyük bir cesaretle geçmiş hayatını geride bırakma pahasına nasibinin, kısmetinin bu yeni topraklarda olacağını hisseder ve bir fırsatını bulur, gemiden denize atlar ve yüzerek sahile çıkar.
Bir kaç gün sokalar da yatar ve gizlenir. Sokaklarda gezinirken müzisyen olmasının getirdiği hassasiyet ve algıda seçicilik ile müzik sesi gelen bir binaya girer ve bir koronun şarkı söylediği mekânda oturur ve oradaki bir kadından içmek için bir bira siparişi verir.
Adının daha sonra Filisolduğunu öğrendiğimiz kadın bu teklif üzerine bir hayli keyiflenir ve gülerek ‘’beyefendi burası bira içilecek bir yer değil burası bir kilisedir ve şarkı söylediğini zannettikleriniz şarkı değil ilahi okuyorlar‘’diyerekkıkırdamaya başlar. Tabii ki bu durum karşısında bir hayli mahcup olan Cennani özür dileyerek mekândan çıkar.
Cennani yeni bir hayatın hayali içinde gizlenerek yaşamını sürdürmeye devam eder. Geçinecek kadar biraz para kazanır ne yapar eder bir yolunu bulur ve orada evlenir, iş güç sahibi olur ve Amerika’da yeni bir yaşamda hayatını devam ettirir. Yirmi yıl vatanına, anasına ve babasına hasret bir biçimde sıla hasretiyle yaşamaya devam eder.
Vatan hasretini ise Mobile kentine gelen Türk gemilerinin personelini limanda karşılayarak onları şehirde dolaştırıp uygun yerlerden alışveriş yapmalarını sağlayarak, bazen de evine misafir ederek gidermeye çalışır.
1996 yılının Temmuz ayında çok sıcak ve nemli tropikal iklimin hüküm sürdüğü Mobile Kentinde bir AVM de alış veriş yapıyor ve ihtiyacımız olan malzemelere bakıyorduk. Ortamda bizden başka Türk ve Türkçe konuşan olmamasının rahatlığı ve rehavetiyle ve de nasıl olsa bizi kimse anlamaz düşüncesiyle birazda küfürlü konuşuyordum.
Birazdan yanımıza birileri yanaştı ve bana hitaben hem de Türkçe olarak ‘’ Abi Türk müsünüz?’’ diyerek bir anlık şaşırmama ve müteakiben de de mahcubiyete düşmeme sebepoldu. Bende biraz önce konuştuklarımın duyulmamış olmasını temenni ederek ‘’ evet Türk’üz, ama nasıl anladınız ?’’ gibi o an için içine düştüğüm mahcubiyet durumundankurtulmak için çokda anlamlı olmayan bir cümle kurmak mecburiyetinde kalmıştım.
Benim şaşkın halime bakarak ‘’ Abi nasıl anlamayalım, Maşallah her türlü duyulmamış sunturlu küfürleri gayet rahat bir biçimde dile getiriyordunuz, her yerde İngilizce konuşulduğundan sizin muhteşem Türkçe’niz hemen fark ediliyordu’’ diyerek yüzümüzün biraz daha kızarmasına sebep olmuştu.
Bazı bakteriler; nasıl ki güneşin dahi ulaşamadığı, ışık görmeyen, zifiri karanlığın hüküm sürdüğü okyanusların derinliklerinde, Antarktika’nın buzullarında, Gobi ve Taklamakan Çölü’nün dayanılmaz sıcaklıklarında yaşıyorsa bizim Türk’lerinde yaşamadığı ortam ve coğrafya yok gibidir.
Pasifik Okyanusu’nun küçük adalarından Yeni Kaledonya’dan tutunda Atlas Okyanusu’nun buzullarla kaplı Gröland’ında, Afrika’nın Zanzibar ara sokakların da ve dahi Amerikalı maceracı definecilerinin gitmeye dahi cesaret edemediği ulaşılmaz Alaska’nın sarp Dağlarında, yüzlerce kez nükleer bomba denemesinin yapıldığı Fransız Polinezyası ya da Amerika’nın Pasifikteki Marshall takımadalarında bulunan Bikini Atolü’ndenükleer denemelerden radyasyondan dolayı neredeyse yaşam belirtisi kalmamış yerlerde mutlaka bir Rize’li fırıncı yada Antepli bir kebapçıya rast gelirsiniz, Türk’ün yaşamadığı nefes almadığı bir coğrafya neredeyse yok gibidir.
Dünyanın en derin okyanus çukuru olan Mariana Çukuruna ilk olarak 23 Ocak 1960'ta, İsviçreli bilim insanı JacquesPiccard ile Amerika Birleşik Devletleri Donanması'ndan Teğmen Donald Walsh, TriesteBatiskapı içinde Mariana Çukuru'na inebilmeyi başaran ilk insanlar olmuş olabilir,
25 Mart 2012'de, daha önce 33 kez Titanic’in batığına inen Kanadalı yönetmen James Cameron “Dikey Torpil (Deepsea Challenger)” adlı özel denizaltısıyla Guam adasının yaklaşık 320 km güneybatısındaki dünyanın tabanı denilen Mariana Çukuru'na tek başına inmeyi başarıp tek başına Okyanus’ta en fazla derinliğe ulaşan ilk insan olabilir ya da 13 Mayıs 2019'da Amerikalı deniz altı kâşifi Victor Vescovo, Pasifik Okyanusu'nda yer alan Mariana Çukuru'na dalıp. 10 bin 927 metre derinde çukurun dibinde 4 saat kalabilir ancak dünyada Mariana Çukuruna ilk düşen insanda ne yazık ki, bir Türk’tü.(Cemil Çakır, 2013 yılında, henüz 26 yaşındayken, Tayvan'dan Meksika'ya yük taşıyan bir gemide çalışıyordu. 21 Ekim'de, Japonya açıklarında Pasifik Okyanusu'nda ilerleyen gemiden dengesini kaybederek denize düştü. Olayın Mariana Çukuru yakınlarında gerçekleşmesi, Çakır'ın dünyanın en derin noktasına düştüğü ihtimalini gündeme getirdi.)
İşte o her ortamda ve coğrafyada yaşayabilen Türklerden bazıları da Alabama Eyaleti Mobile kentinde bize denk gelmişti. AVM de konuşmamızdan çok da şaşırtıcı olmayan bir biçimde bizi özellikle de beni hemen tanıyan kişi kim mi ? Tabii kii…
Tabii kii… Akdeniz’de Antalya, Fethiye kumsallarına, sahillerine yumurtlamak için uzun mesafeler yüzerek sahile çıkan deniz kaplumbağaları, Caretta’lar gibi, limanda açıkta demirlemiş olan gemiden denize atlayarak sahile kadar yüzüp yeni bir hayata başlayan bizim saz ve bağlama üstadı müzisyen Cennani’den başkası değildi.
Cennani yirmi yıldır yaşadığı memleket sevgisini, sıla hasretini Mobile Kentine, limanına gelen Türk Ticaret gemilerini takip eder ve gemi personelini şehirde gezdirir, uygun yerlerden alışveriş yapmalarını sağlar ve Türk gemicilerine refakat ederek bir nebzede olsa bu sıla hasretini gidermeye çalışır.
Limana demirlemiş olan Türk gemi personelinden 2,3 kişiyi refakatına alır ve rehberlik edip onlara şehir turu attırırken uygun yerlerden alış veriş yapmaları için Wall Mart’a getirir. AVM de alışveriş yaparlarken İngilizcenin hüküm sürdüğü ve İngilizce kelimelerin havada uçuştuğu, seslerden dolayı uğultu bile olsa İngilizce uğultunun yaşandığı ortamda nasıl bir Türkçe kullandıysam o uğultuda bile kulaklarına hemde çok tanıdık Türkçe küfürler gelir, hemen avını görmüş tilki gibi kulaklarını dikerler ve muhteşem Türkçe’min geldiği yere doğru dikkat kesilerek TDK ( Türk Dil Kurumu) dedektifleri gibi sesin peşine düşerler.
Uzaktan bizi görürler ve bir süre bizi izler ve dinlerler, hanım beyaz tenli ve sarışın olduğundan onu yabancıya benzetirler ve o güzel Türkçe ifadelerin ondan geldiğine şüphe duymazlar ve tüm dikkatlerini bana veriler, olağan potansiyel şüpheli olarak tüm dikkatlerini benim üzerime odaklarlar ve biraz daha dinledikten sonra benim rahat ve rehavet içerisindeki şairane Türkçe söylemlerim üzerine artık hiçbir şüpheye yer kalmaz ve olay yeri inceleme polisleri gibi derhal çevremi sararlar ve ‘’ Abi Türk müsünüz ? ‘’ diye büyük bir heyecanla sorarlar.
Sonra biraz yukarıda anlattığım gibi tanışma faslı başlar. Cennani rehberlik ettiği Türk denizcilerle birlikte bizi de ertesi gün evine yemeğe davet eder. Mobile şehrinin hemen yakın çevresinde çok güzel, garajı, bahçesi olan tek katlı tipik bir Amerikan hayat tarzına uygun bir evi vardır, bizi hem Amerikan tarzı hem de Türk tarzı yemeklerin sunulduğu çok etkileyici mükellef bir sofra karşılar.
Yemekten önce evin Amerikalı hanımı Türk usulü çay servisi yapar, Türkçeyi aksanlı da olsa çok anlaşılır bir biçimde konuşur, çok sevecen sempatik, kulak seviyesinde kesilmiş sarı saçları, yeşile yakın ama etkileyici olmayan gözleri olan beyaz tenli, herhalde Türk tarzı beslenmeden olsa gerek hafifçe toplu, etek bluz giymiş, evin Amerikalı hanımı tam bizden biri, yurdum insanı olmuş.
Bu Türk hayat tarzına aşırı derecede uyum sağlamış Amerikalı hanım kim diyecek olursanız, çok da şaşırmamak gerek, Cennani’nin yirmi yıl önce yüzerek çıktığı sahilde, müzikhol diye girdiği kilisede ki koroda şarkı söylediğini zannettiği ilahi okuyan ve bira içmek için istek de bulunduğu kadın Filis’den başkası değildi tabii ki.
Filis’in çay ve yemek servisinden sonra Cennani bize evini ve bulunduğu çevreyi dolaştırır, o filmlerde gördüğümüz Amerikan hayat tarzının yaşandığı, düzenli ve ağaçlı yolların olduğu her müstakil evin bir bahçesinin, garajının bulunduğu sessiz sakin huzur dolu bir hayatın yaşandığının göstergesi olan bir mutluluk yaşam alanı.
Cennani İstanbul’da yaşadığı sıkıntılı ve yokluk içerisindeki hayatını değiştirmek için, yurt dışı gemilere girer ve Amerika’da Alabama Eyaleti’nin Mobile Kentinin Limanında demirlemiş olan gemiden denize atlayarak sahile kadar yüzer ve yeni bir hayata başlamak için kulaç atar. Kendi fırsatını kendi yaratır, yeniden doğmak için her türlü fırsatı değerlendirir ve ikinci hayatını mutlu bir evlikle taçlandırır.
Evde yemekten sonra Cennani hazır söyleyeceği türküleri anlayacak Türk dinleyicide bulunca eski yareni bağlamasını çıkarır ve bize çok duygulu türküleri Amerikalı eşi Filis’in eşliğinde söyler.
Çok güzel ve duygusal bir Amerika gününde Alabama’da gurbet türküleri söyleyip Cennani’ninde sıla hasretini bir nebzede olsa giderdikten sonra, yemeğe gelen denizcilerle de tanışma birbirimiz tanıma fırsatı da oldu, akşam olup ayrılırken denizciler bizi limandaki gemiye Kuru Fasulye, pilav ve cacık yemeğe davet ettiler. Aylardır hamburger ve Amerikan tarzı beslenmekten gına gelince bu teklifin hiçte ret edilecek bir teklif olamayacağını tabii ki tahmin edersiniz.
Akşam evlere ayrılırken gemide ertesi gün buluşmak üzere vedalaştık.
Ertesi gün Mobile Limanına gittiğimizde ben öyle büyük bir gemi görmemiştim. Birde gemi boş olunca iyice yükselmiş neredeyse bir apartman boyuna yükselmişti, gemi iskeleye yanaşmış ama iskele öyle bildiğimiz gibi tek parça, bir bütün halinde değildi.
Belli bir mesafe normal bir iskele gibiyken gemiye yanaştığımız son dört beş metre kala, bir metre genişliğinde dört metre uzunluğunda ve yan yana ızgara gibi bir dolu, bir boş olacak şekilde acayip ürkütücü bir şekilde iskele ile karşılaştık. Yürüdüğümüz yerden aşağıya bakınca en az dört metre yüksekliğinde olduğumuz olan iskeleden koyu yeşil dalgalı deniz gözüküyordu. Buradan yürümek hem cesaret hem de denge istiyordu. Burada yürürken bir elimde pusette Melissa, diğer elimde çanta, elinde denge çubuğu ile telde yürüyen cambazdan farkım yoktu. Tek fark cambaz ipte korkmadan cesurca yürürken, ben elim ayağım titreyerek korkuyla yürümeye çabalıyordum. Ağrı Dağı eteklerinde İran Hududu mayın tarlasında, kumlu arazide rüzgârdan, yağmurdan kaymış anti personel mayınlarının olabileceği ve bir metre genişliğindeki mayın tarlası geçidinden geçerken böyle korkmamıştım, resmen ölmeden sırat köprüsünden geçmiş gibi olmuştum.
Gemiye öyle ya da böyle elim ayağım titreyerek yaklaşmıştık. Gemiye çıkmak için merdivenlere yanaştığımızda aklım oynayacaktı. Merdiven dediğim işte öylesine metalden,adeta ip merdiven gibi bir merdiven ve gemi dalgadan oynadıkça merdivenle gemi ayrılıyor ve merdivene çıkmak ulaşmak neredeyse imkânsız bir hal alıyor ve adrenalin yüklü tam bir macera haline geliyordu.
Tam merdivene ayak atacağım hooop gemi iskeleden ayrılıyor ve ayağımın altında en az 4 metre aşağıdaki denizi görünce resmen damarlarımdaki kanın çekildiğini hissediyordum. Merdiveni, iskele ile aynı seviyede yakalamak inanın imkânsız bir hale gelmişti. Dalgadan dolayı ya merdiven yukarı çıkıyor ya da aşağıya iniyor en korkuncu ise merdivenin neredeyse 1 metre ara ile iskeleden ayrılmasıydı ki insanı en çok korkutan ve dehşete düşüren bu andı.
Elimde pusette daha bir aylık Melissa, bir elimle Melissa’yı tutmaya, denize düşürmemeye çalışıyorum, diğer elimle de habire oynayan merdiveni tutmaya çalışıyordum, içimden de ‘’ Ah be oğlum bi kuru fasulye yiyeceğiz diye bebeği denize düşüreceğiz, ne işin var bu koca gemide ‘’ diye kendi kendime konuşup korkumu da bir yandan yenmeye çalışıyordum.
Eğirdir Dağ ve Komando Okulunda o kadar dağcılık eğitimi al, yüksek engellerden geç, cesaret artırıcı eğitimler al ama gel burada bir merdivenden çıkama, ama çıkılacak türden de değildi ki.
Benim elim ayağım korkudan titrerken denizcilerin o rahat hareketlerle davranıp gayet sakin bir biçimde merdivenlere girip çıkmaları da bir hayli canımı sıkmadı desem yalan olur. Ya benim korktuğumu anlayıp ya da analık içgüdüsüyle yavrusuna sahip çıkma isteğiyle puseti hanım aldı ve benden beklenen cesareti o gösterdi, merdivenlerden malum yerlerim terleye terleye en nihayetinde gemiye çıktık.
Çıkarken de korkudan aşağıya bakamıyordum ve daha, çıkmadan buradan nasıl inerimin hesabını çoktan yapmaya başlamıştım bile.
Heyecandan ve korkudan kalbim neredeyse göğüs kafesimi yırtacak hale gelmiş, öylesine delice, çılgınca ve düzensiz atıyordu ki aşırı korkudan olsa gerek kalbimim çıkardığı sesten, neredeyse dalganın iskeleye vurduğu andaki sesi duyamayacak hale gelmiştim.
Neyse sağ salim geminin güvertesine çıkmış ve rahat bir nefes almıştım, güvenli bir yere çıkmanın rahatlığı ile deli gibi atan nabzımın normale geldiğini hissettikten sonra kısa bir hoş geldiniz seremonisinden sonra içeriye salona girdik.
Salonda ikinci zabit, elektrik zabiti ve diğer görevli personel bizi karşıladı. Uzun yol gemilerinde bazı personel eşleriyle bu seferlere çıktığından bizi misafir eden personelin eşleri de oradaydılar. Uzun zaman memleketten insan görmeyince sıla hasretinden midir bilinmez çok samimi bir sohbet ortamı olmuştu. Ne zamandır Türkçe konuşan insanlarla bir arada olmayınca sohbetin tadına da doyamadık.
Akşam yemeğinde bize söyledikleri gibi Kuru fasulye pilav vardı. Çoktandır sıcak ev yemeği yiyemediğimizden, ha bire hamburger, tavuk vb. fastfood gibi yemekler yediğimizden olsa gerek aşırı bir iştahla kuru fasulye pilavı gömdük.
Çoktandır özlem duyduğumuz Türk mutfağının leziz bir sunumu ile iştahla yediğimiz akşam yemeğinin sonunda olmazsa olmaz, yerine konulmaz bir zevkimiz olan güzel bir demli çay ve sigara faslı ile zevkin doruklarına ulaştık.
Çay sigara keyfi yaparken konu geminin birinci kaptanı yani Süvarisi olan Yüksel Kaptan’a geldi. Süvarinin genellikle yukarıda odasında oturduğu, pek bir işe karışmadığı, bütün işleri kendilerinin yaptığını ama binlerce dolar maaşı onun aldığını ifade eden inceden inceye Süvari Yüksel Kaptan hakkında gıybet çoktan başlamıştı bile.
Bizim toplumumuzun genel rahatsızlığı, karakteristik hastalığıdır kendine vazife olmayan işlerle uğraşmak ve kendi eşiti ile değil de bir üstüyle kendini kıyaslamak. Dediğim gibi genellikle tüm meslek ve iş yerlerinde bu genetik hastalığımız görülür. Tekniker kendini mühendisle kıyaslar, bütün işi kendisinin yaptığını ama imzayı mühendisin attığını ve kendisinden çok daha fazla imkân ve paraya sahip olduğunu iddia eder, buna benzer kıyaslamaları her meslek dalında görürüz, aynı şey burada denizcilerde de görünce çok da şaşırmadım hani.
Yüksel Kaptan bir fırtına olsa gemiye hakimiyeti nasıl dedim, ooo son derecede tecrübeli, okyanusları yıllardır arşınladığından ona güvencimiz tamdır, hatta yatarken bile geminin sesinden motorda bir sıkıntı olup olmadığı dahi anlar dediler. Yaaa işte o yüzden gemi süvarisine o kadar parayı kamarasında yalnızca otursun, geminin başında dursun diye veriyorlar, yıllarca bu okyanuslarda seyr-ü sefer yapması ve onca yılın tecrübesi işte o paranın karşılığıdır diye söyleyince birazda mahcup olarak haklısınız gibi düşük tonda cevap verdiler.
Yemek salonunda personel ile çay kahve faslı bitince bizi yukarıya Süvari Yüksel Kaptanın kamarasına getirdiler. Kamara oldukça iyi döşenmiş, genişçe bir salon gibiydi. Yüksel kaptan tipik bir denizci profili sergiliyordu. Uzun beyaz kıvır kıvır sakalları, hafif göbekli, tıknazcabir vücudu, kısa kollu gömleğinin göbekteki gerginlikten olsa gerek bir iki tanesinin açılması, aşırı sigara ve viski tüketmesinden dolayı, sararmış bıyıklar, kızarmış gözler, şişmiş gözaltı torbaları ve her daim yorgun bir sima.
Bizi kapıda ayakta karşıladı ve hemen masaya davet etti. Çok nazik, davudi ses tonu ile kibar, nezih mükemmel bir İstanbul ağzı ile çok düzgün diksiyonu ile konuşan adeta bir tiyatro sahnesinde bir aktörü andıran hali ile etkileyici bir kişiyle karşılaşmıştık.
Gemi uzun zaman hemen hemen bir aydır, Alabama limanında demirli olmasından dolayı bir hayli sıkılmış ve daralmış olduğunu söyledi, bizi görmekten ve yeni insanlarla tanışmaktan ne kadar çok mutlu olduğunu söyleyip hemen samimi bir biçimde sohbete başlamıştık.
Çok iyi bir diksiyona sahip olduğu gibi edebiyata ve özellikle şiire olan düşkünlüğü hayret vericiydi. Konu hangi şaire geliyorsa ezberinden mutlaka o şairin, şiirinden bir kıta okuyordu. Müziğe olan eğilimi bilgisi klasik müziğe vukufiyeti parmak ısırtacak bir seviyedeydi.
Hitabeti de o derecede takdir edilesi bir güzellikteydi ki hayranlığımızı o oranda hızlı bir biçimde arttırmıştı. Hatta bir ara Melissa hafiften ağlar gibi oldu, biz susturalım derken, ‘’Lütfen susturmayın, şiir gibi bir nağme ile ağlıyor, bırakın ağlasın …’’ diye bizi engellemişti.
Gecenin ilerleyen saatlerinde bir şişe viskinin dibine inmiştik, sohbet o kadar güzeldi ki zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık bile.
Müziğe olan ilgisinin babasının ona hediye ettiği ilk klasik müzik plağı ile başladığını, babasının hayatında çok önemli bir figür olduğunu anlatmaya başlamıştı. İstanbul Üniversitesinde iki yıl Kimya Mühendisliği okuduğunu ancak bu okuldan memnun kalmadığını belirtince, babasının ‘’ hadi gel seni kaptan yapalım ‘’ diyerek Tuzla’daki Denizcilik Yüksek Okuluna kaydettirdiğini ve böylece hayatının, yaşam şeklinin çok değiştiğini anlattı.
Tuzla’da denizcilik okulunda okurken bir de yakışıklı genç bir denizci olması sayesinde İstanbul gece hayatında rol almaya başlaması bir olmuş. O zamanlar için İstanbul Radyosunda spiker olan bir sevgilisinin olması azımsanmayacak kadar popüler olmasını sağlar. Sevgilisi sayesinde İstanbul, Beyoğlu gecelerinin müdavimi olur, o yılların bütün sanat camiasının renkli kişileriyle tanışır. Gece kulüplerinin, kabarelerinin ayrılmaz bir parçası olur.
Muhabbetimiz okadar güzel okadar tadında gidiyordu ki anlatılır gibi değil, sanki ‘’işte hatıralar’’, ‘’yaşamın içinden’’ TV programı gibi, siyah beyaz Yeşilçam film tadında geçmiş yılların, 60 yılların tüm güzelliklerini bize şairane bir üslupla anlatıyordu.
Buzlu viskinin biri doluyor diğeri boşalıyor, beyaz uzun Marlboro’ların biri yanıyor biri sönüyordu. Gecenin oldukça ilerleyen saatlerinde Kaptan uzun bir yol hikâyesini anlatmaya başladı. Çalıştığı denizcilik firması en az iki yıla yakın 16 ay gibi uzun sürecek bir sefer için teklifte bulunur
İstanbul’dan çıktıkları zaman neredeyse dünyadaki tüm limanlara uğrayacak şekilde bir ticari sefer planlanır. Bu sefere çıkmadan, kabul etmeden önce hayatında çok önemli bir figür, denizciliğe sevdalanmasına vesile olan babasına gider ve durumu arz eder ve bir yerde icazet ister. Babası da bu seferin mesleki kariyeri ve meslekteki edineceği tecrübeler açısından bulunmaz bir fırsat olduğunu, tabii ki kabul etmesi gerektiğini söyler ve Yüksel kaptanı bu konuda teşvik eder.
Yüksel kaptan babasından icazeti alır ve evden ayrılıp, vedalaşırken babası ‘’hadi kolay gelsin, başarılar dilerim, ama zamanında gel emi’’ der ve ayrılırlar.
Yüksel kaptan gemiyle İstanbul’dan ayrılır, Akdeniz’de birçok limana, ülkeye uğrarlar, oradan Amerika kıtası, Güney Amerika, Afrika batı sahilleri, Güney Afrika, Doğu Afrika falan derken, Hindistan, Malezya ve devamında tekrardan Hindistan, Yemen Kızıldeniz ve Süveyş Kanalı’ndan geçip son liman olan Beyrut’a gelirler. Beyrut limanına geldiklerinde son yükü indirirler ve hafif bir yük alıp istikamet doğruca İstanbul olacaktır. Gemi İstanbul’a yol almadan önce yükünü alır ve yola çıkmak için son hazırlıklar yapılır. Yüksel kaptan babasıyla vedalaşıp İstanbul’dan çıktığından beri neredeyse 16 ayın dolmasına bir hafta kalmıştı.
Yüksel Kaptan Beyrut’ta kaldıkları günlerde o zamanların doğunun Paris’i diye nitelendirilen Beyrut gecelerine dalar ve Beyrut’un güzelliklerine hayran kalır. Gemi kalkacağı gün birinci kaptana gider ve ‘’ kaptanım zaten görev bitti gibi, gemi İstanbul’a geri dönüyor, müsaadenizle ben birkaç gün daha kalayım, uçakla dönerim ‘’ diye kaptandan izin ister ve kaptanda anlayışlı biri olarak genç denizci Yüksel Kaptan’a müsaade eder. Gemi limandan ayrılır ve tam planlandığı gibi 16 ay sonra İstanbul Haydar Paşa Limanına gelir.
Yüksel kaptan gençliğin ve paranın şehvetine kapılır ve bir hafta daha Beyrut şehrinin gece hayatında zaman geçirir.
Bir hafta sonra İstanbul’a uçakla döner. Doğruca baba evine gider. Eve geldiğinde her zaman kapı önünde yalnızca babasının ayakkabıları varken şimdi onlarca yabancı ayakkabı görür. Babasının ayakkabısı da orada kapı eşiğindedir ancak nedense ters olarak, ev dışını gösterecek şekildedir. Bu kalabalıklığa anlam veremez ve eve yaklaşır, içerden kuran seslerinin geldiğini duyunca Yüksel Kaptan için o an için zaman donar. Kapıda Yüksel Kaptanı görenler Başımız sağ olsun evladım, babanızı dün kaybettik diyerek başsağlığı dilerler.
Gecenin bir vakti neredeyse üç paket sigara, iki şişe viskiyi ben Yüksel Kaptanla bitirdik. Yüksel Kaptan çocuk gibi ağlıyor ve ‘’ Babam sözünü tuttu, beni bekledi, ama ben ona verdiğim sözü tutmadım ve zamanında İstanbul’a dönmedim, o sözünü tuttu ‘’ diye diye nasıl iki gözü çeşme ağlıyor anlatamam, o ağlıyor ben ağlıyorum, gözlerimde resmen yaş kalmayacak şekilde göz pınarlarımda yaşlar bir nehir gibi yanaklarımdan süzülüp akmıştı.
Yüksel kaptan ağlaması biraz azalınca, ben eğer Beyrut’ta kalmasaydım tam zamanında İstanbul’a dönecektim, ama dönmedim Beyrut’ta fazladan iki gün kaldım ve babama verdiğim sözü tutmadım diye tekrardan konuşup ağlamaya başladı.
Sakinleşmemiz bir hayli zaman aldı. Ama ben de gurbette olduğumdan mıdır? Türkiye’den çok uzaklarda olduğumdan mıdır bilinmez ben hayatımda bu kadar çok ağladığımı, bir yaşlı adamın, herhalde o zamanlar yetmişine yakın olmalıydı Kaptan, ağladığını hiç görmemiştim.
Yüksel kaptanın neredeyse 45 yıllık bir bitmeyen pişmanlığı, 45 yıllık bir keşke’si vardı. Kaptanın odasından çıktığımızda diğer personel bizi karşıladı ve bir zabitin eşi ‘’Şenol bey, Yüksel Kaptanımız ne zaman üzülse, ne zaman içse 45 yıllık pişmanlığını, 45 yıllık keşke’sini hep anlatır hep böyle çocuk gibi ağlar’’ diyerek bizi gemiden uğurladılar.
Akşam gemiye çıkarken yaşadığım korkuları nedense inerken hiç yaşamadım, ya içtiğim viskinin etkisinden, ya da Yüksel Kaptan’nın iç parçalayıcı, 45 yıllık iç hesaplaşması, yaşadığı 45 yıllık pişmanlığı, içinden atamadığı 45 yıllık keşke’sinden olsa gerek dediğim gibi o merdivenden nasıl indim, arabaya nasıl binip sürdüm hala hatırlamıyorum.
İşte bazı insanlar iyiki’lerle yaşarken bazı insanlar da keşke’lerleyaşıyabiliyor. İyiki’lerin getirisi yeni yaşamlara yol açarken, belki de ikinci kez doğmalarına neden olurken bazı keşke’ler de 45 yıl geçse bile ilk günkü gibi insanın yüreğini acıtabiliyor değil ikinci kez doğmayı insanı yaşarken öldürebiliyor.
Yorum
Nasıl başladım nasıl…
Nasıl başladım nasıl bitirdim, bilemedim. Kafka dan bir hikaye okuyorum sandım. Hem eğlendim hemde bir çok şey öğrendim . Tebrikler...
Sevgili kardeşim bu onore…
In reply to Nasıl başladım nasıl… by Salih Sarısoy (doğrulanmamış)
Sevgili kardeşim bu onore edici yorumun için teşekkür ederim, cesaret veriyorsun...
keskeler iyi kiler
cok arastirma yapılmış bir yazi ...mitolojiye olan ilgim rahat okumam8 sagladi tabii ki mizahi dilde yardimci oldu..
Teşekkürler, zaman ayırıp…
In reply to keskeler iyi kiler by bircan (doğrulanmamış)
Teşekkürler, zaman ayırıp okuduğunuz için, sağolun...
Nereden bakıyoruz
İyiki'ler, keşke'ler.. Neye göre kime göre..İyiki'ler, keşke'lerin cevabı, hep yaşandıktan sonra ve yaşattığı sonuçlarda gizli.. Aklınıza sağlık, mitolojik bilgilendirme ve yaşamın içinden örneğiniz, bizde de İyiki'ler ve keşke'lerimizi sorgulattı...
sevgili kardeşim keşke'lerin…
In reply to Nereden bakıyoruz by Halil KORKMAZ (doğrulanmamış)
sevgili kardeşim keşke'lerin ileri ki yıllarda kendini hatırlatma gibi bir huyu var, Bu güzel ve teşvik edici yorumun için teşekkürler...
Yeni yorum ekle