
Öyle bir zamana geldik ki…
İhsan Kurt
Öyle bir zamana geldik ki, herkesin sesi var ama kimse duyulmuyor. Sözlerin ardındaki anlam, çoğu kez bir tık uzağa kayboluyor. Bir ekranın arkasında yaşıyor, sevinçlerimizi ve kederlerimizi dijital bir tılsımla paylaşıyoruz. Ancak bu büyü, bizi birbirimize yakınlaştırdığı kadar, uzaklaştırıyor da.
Büyüler ve büyücüler çağımızda hayatın her köşesini ele geçirmiş durumda.Günlük yaşamımızda, alışkanlıklarımızda, hatta hayallerimizde bile büyülenmenin izleri var. Çoğumuz bu görünmez zincirlerin tutsağı olmuşuz; adeta büyülenmenin kara sevdalısıyız. Eskiden masallarda karşılaşılan büyüler, şimdi hayatın en sıradan detaylarına kadar sızmış, bizi farkında olmadan esir almış. Öyle bir zamana geldik ki, yalnızca doğanın değil, teknolojinin büyüsüne de kapıldık. Ekranların parlak ışıkları, ay ışığının dinginliğini gölgede bıraktı. Ne yazık ki bu tercihlerimizle hep yanıldık, hep kaybettik. Artık birbirimize dokunmaktan, göz göze gelmekten, insan sıcaklığını hissetmekten korkar olduk. Yüz yüze gelmek yerine sanal ortamlara sığındık, yalnızlığımızı unutturmayan ama yüzümüze sahte bir gülümseme konduran ekranlara bağlandık.
Bir zamanlar insanlar, gerçekten insan gibi yaşardı. Yüz yüze konuşur, göz göze gelir, birbirlerinin sesini, nefesini hissederdi. Bir söz, bir bakış, bir tebessüm her şeyden anlamlıydı. Oysa şimdi, hızla koşturduğumuz bu zamanda ne yüzler birbirine benziyor ne de sözler kalbe dokunuyor. İnsanlar, ruhlarını kelimelere hapsetmek yerine, kelimelerin ruhunu kaybetti. Sohbetler, ekranlarda hızla yazılan ve hızla unutulan cümlelere dönüştü. Samimiyet, giderek azalırken yerini yüzeysel ve göstermelik bir iletişim aldı. Sanal dünyada binlerce “arkadaşımız” var, ancak hiç olmadığımız kadar yalnızız. Bir mesajla ulaşabileceğimiz kadar yakın, bir sohbeti başlatamayacak kadar uzak hale geldik birbirimize. Sanki geçmişin o derin bağlarını, hasretle yanmanın o tatlı hüznünü tamamen unuttuk. Özlemenin ne demek olduğunu bile hatırlamaz olduk. Kalbimizdeki boşluğu doldurmak yerine, o boşluğu daha da büyüten bir sessizliğe tutsak olduk.
Öyle bir zamana geldik ki, insanın yüreğinde biriken duygular, gözlerinde biriken yaşlar, zihninde biriken sorular, hepsi birbirine karıştı.
Öyle bir zamana geldik ki, ne mert belli ne namert. Köroğlu Bolu dağlarında kaldı. Dadaloğlu’nun sesi gümbür gümbür duyulmuyor. Pir sultanlar yok ki yüzülmekten korksunlar. Karacaoğlanlar sevdalarını günübirliğe yolladılar.
Öyle bir zamana geldik ki, bilgi her yerde ama bilgelik neredeyse hiçbir yerde. Herkes her şeyi bildiğini sanıyor; kimse bilmediklerini sorgulamıyor. Haberler bir süre sonra tükürük gibi yere düşüyor; yenileri gelmeden eskilerin zerresi kalmıyor. Oysa düşünmek, derinlemesine anlamaya çalışmak, sabırla beklemek... Bunlar eski zamana ait bir lüks mü oldu artık?
Öyle bir zamana geldik ki, sevgiyi bile ölçer olduk. Kaç kalp, kaç beğeni, kaç yorum... Bir zamanlar bir mektup beklerdik haftalarca; bir kelimenin dışına sığmazdı hislerimiz. Şimdi ise kelimeleri hızlıca tüketiyor, hisleri anın gürültüsünde kaybediyoruz. Sevmek bile çabucak unutulabilir bir eyleme dönüştü sanki. Hayatın hızına yetişmek için koşarken, durup bir nefes almayı unuttuk. Belki de unutmak istedik. Çünkü durduğumuzda, yüzleşmek zorunda kalacağımız gerçeklerle baş başa kalmaktan korktuk.
Öyle bir zamana geldik ki, aynı anda hem her yerdeyiz hem hiçbir yerde. Varoluşumuzun kanıtını, sıradan bir anıyı kayıt altına alıp ötekilere sunmada buluyoruz. Ama kendi kendimize dönüp baktığımızda, orada bir yüz var mı, yoksa sadece bulanık bir silüete mi döndük?
Böyle bir zamanda, belki de en büyük cesaret sessiz kalabilmekte saklı. Başkalarından gelen yankılara bir an olsun ara verip kendi iç sesimizi dinlemek... Teknolojinin çıldırtan hızına karşı, sabrın eski sıcaklığını yeniden hatırlamak... İşte bu, unutulan zamana geri dönmenin belki de tek yoludur.
Öyle bir zamana geldik ki, doğanın sesini duymak neredeyse imkânsız hale geldi. Ağaçların hışırtısı, kuşların şarkısı, rüzgârın fısıltısı yerine, betonların gürültüsüne alıştık. Toprağa basmayı unuttuk, gökyüzüne bakmayı ihmal ettik. İnsanlığın lüzumsuz sesleri artık doğanın o güzel seslerini bastırıyor. Eskiden ağaçların yapraklarının usulca hışırdaması, kuşların neşeli şarkıları ve rüzgârın kulağımıza fısıldadığı huzur dolu melodiler hayatımızın bir parçasıydı. Anadolu’nun her coğrafyasında “Çoban Çeşmesi” adını alan çeşmelerin suları şırıl şırıl akardı. Her yanık yolcuya soğuk su veren çeşmeler kalmadı, çeşme başlarındaki salkım söğütler kesildi. Şimdi bir kıyamettir gidiyor. Şimdi huzuru getiren sesler, beton yığınlarının gürültüsü ve makinelerin monoton uğultusu arasında kaybolup gidiyor. Doğanın saf ve büyüleyici melodisini unuttuk, doğayı katlettik, ona sırtımızı döndük. Toprağın sıcaklığını ayaklarımızın altında hissetmek yerine asfaltın soğuk yüzeyiyle yetinir olduk. Gökyüzüne bakmayı, bulutların dansını izlemeyi, yıldızların o sonsuzluk dolu parıltısında kaybolmayı ihmal ettik. İhmal ettik hayallerimizi zenginleştirmeyi. Oysa doğa, biz fark etmesek bile, her zaman bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Anlatmaya çalıştığı seslere kör sağır olduk. Fısıldadığı mesaj hep aynıydı: “Yavaşla, dinle, anla” ve “bana kıyma”. Ama biz bu çağrıyı duyamayacak kadar meşgul ve duyarsız hale geldik.
Öyle bir zamana geldik ki, duyarlılığımızı neredeyse tamamen yitirdik. Başkalarının acısına sırtımızı dönmek, giderek sıradanlaştı. “Bana necilik” en geçer akçe oldu. Çevremizde yaşanan zorluklara, gözyaşlarına, feryatlara kayıtsız kalmayı öğrendik. Ya da onların üstünde tepinmeyi kâr saydık, çıkarlarımızı buna göre hesapladık. Kalplerimizi, vicdanımızın sesini kısmak uğruna sertleştirdik. Kendimizi hep daha fazlasını hak eden bireyler olarak gördük; çıkarlarımız için en temel insani değerlerimizi bile feda ettik. Çağdaş pazarlarda satışa çıkardık. Oysa insan olmanın en yüce erdemi, başkalarının derdine ortak olabilmek, acılarını paylaşabilmek değil miydi? Nerede kaldı “empati, empati” söylemlerimiz? Bir başkasının yarasına merhem olmak, kalbini ısıtmak, onun sevincinde mutluluk bulabilmek bizi gerçek anlamda insan yapan şeydi. İnsanlık ne ara kaybetti bunları? İnsanları, hayatı anlamaya çalışabiliyorsak, ancak o zaman hayata anlam katıyoruz demektir. Acıyı paylaşmak, yükü hafifletmek, bir tebessümle dahi olsa bir kalbe dokunmak bizi insan yapan öz değerlerdir. Bugün unuttuğumuz bu duyarlılık, aslında bizi biz yapan bir köprüydü. Şimdi o köprü, egoizm ve kayıtsızlık, adaletsizlik ve haksızlık vadisinde sallanıyor. Oysa insanlığımızı yeniden hatırlamak için hâlâ bir şansımız var. İçimize dönüp, yavaşlamak, dinlemek ve anlamak yeter. Doğanın sesi ve birbirimizin kalp atışları, bize bizi hatırlatabilir. Ama önce içimize susmayı, durmayı, anlamayı, bilmeyi, etrafımızda ve dünyada olup bitenleri ve hissetmeyi öğrenmeliyiz…
Öyle bir zamana geldik ki, kendimizi unuttuk. Kim olduğumuzu, ne için yaşadığımızı, nereye gittiğimizi sorgulamaktan kaçtık. Oysa hayat, sadece bir varoluş mücadelesi değil, aynı zamanda bir anlam arayışıydı. Kendimizi bulmak, belki de kaybettiğimiz her şeyi geri kazanmanın ilk adımı olacaktı.
Modern çağın yeni dili olan emojiler, duyguların sesini kısmak için yaratılmış gibi. İnsanlar konuşmayı, düşüncelerini ifade etmeyi bir kenara bırakıp, her şeyi basit simgelerle anlatmaya çalışıyor. Her bir emoji, sanki gerçekte yaşanması gereken bir hissin üzerini örtüyor. Bu parlak ve renkli dünyalar, gerçeği saklamaya çalışsa da aslında bir o kadar sessiz ve duygusuz. Emojilerle süslenen sanal sohbetler, kalplerimizin çığlıklarını duymuyor; gözlerimizi ve kulaklarımızı, gerçek duygulara kapatıyoruz.Ve böylece, insan olmanın en güzel yanlarını, duygularımızı, birbirimize dokunmanın sıcaklığını kaybediyoruz. Ne kadar hızlı olursak olalım, bu hızın bizi götürdüğü yer, birbirimizden uzaklaşmaktan başka bir şey değil.
Öyle bir zamana geldik ki, durup düşünmenin tam zamanıdır. Koşmayı bırakıp, yavaşlamak; ekranlardan uzaklaşıp, gerçek hayata dönmek; doğanın sesini duymak, birbirimizi anlamak ve kendimizi keşfetmek... Çünkü ancak o zaman, bu karmaşanın içinde bir denge bulabilir, gerçekten insan olmanın anlamını yakalayabiliriz.
Öyle bir zamana geldik ki, belki de her şeyi yeniden başlatmanın tam sırasıdır.
Yeni yorum ekle