Karanlık Odadaki Fil: Hakikat Üzerine Bir Derkenar

Felsefe

Karanlık Odadaki Fil: Hakikat Üzerine Bir Derkenar

Mevlana’nın Mesnevi’de anlattığı güzel bir eğretileme/istiare var: “Karanlık odadaki fil”. Biz bu eğretilemeyi daha çok “körlerin fil tarifi” olarak yaygınlaştırmışızdır. Mevlana, meşrebi gereği meseleyi Platoncu bir zaviyeden ele aldığı için “karanlık odadaki fil” demeyi tercih etmiştir. Zira mesele “körlerin fil tarifi” eğretilemesi ileizah edilmiş olsaydı bu daha çok Aristotelesçi bir yaklaşım olurdu. Aristotelesçi bakış ise mistik bir dimağı pek mutmain etmez. Meselenin ne olduğu ise esasta Mevlana için açıktır: Hakikatin en kolay yoldan insanlara ulaştırılması, anlatılması. Biz de bu yazımızda biraz farklı bir zaviyeden aynı mesele üzerinde duracağız. Nicelerini yolda koyan hakikatin peşine düşüp “Türkiye’nin hakikatini” düşünmeğe davet ederek yazıyı sonlandıracağız.

Eğretileme, benzetme sanatıdır. Dile dökülmesi zor görünen birçok soyut mesele/hakikat-anlaşılması kolay olsun diye-benzetmelerle somutlaştırılarak anlatılır. Eğretileme, yoruma açıktır. Çünkü benzeyen zihnimizde ya da gerçekte somutlaşırken benzetilen hep geride kalır. Arkada olanı ya da geride kalanı bulmak, muhatabın kavrayış düzeyine bağlı olarak ekseri muhataba bırakılır. Kimin neyi ne düzeyde kavradığı ise çok açık değildir.

Kavranılan ya da kavranıldığı düşünülen genelde dile dökülerek fark ettirilmek istenir. Lakin idrakin dile gelmesi ciddi sorunlar içerir. Temel sorun, genelde dile gelenin dile getirilmek istenileni karşılamamasıdır. Bazen de dile dökülememesidir. Dile dökülemeyen öteki için muamma olmaya devam eder. Dile gelen de her hâlükârdamuhatabın idrakine bağlı göreli bir yansıma/yansıtma olarak kalır. Mutlak olana -şahsi kavrayışlar dışında- bir türlü erilemez. Bu nedenle eğretileme kavradığınızı ötekine ulaştırmada kullandığınız bir yol/köprü olarak kalır.

Eğretileme yolu ile görünür kılınmak istenilen benzerlikler/ilişkiler çok yönlü ve karmaşık olabilir. Bu bir kusur değildir. Çünkü bir eğretileme sözcükler/kelimeler vasıtasıyla dile dökülmek istenen – ama şu ya da bu gerekçeyle pekdile indirilemeyen- bazı olay ile olgulara gönderme yapar. Genelde de bu daha derinde olana işaret etme, iki sözcük arasında kurulan benzerlik yahut benzerliklere yaslanır. Sonuç olarak dabir mecazî dil açığa çıkar.

-Derdim eğretileme, benzetme ve mecaz hakkında uzun uzadıya yazıp çizmek değildir Lâkin “karanlıktaki fil” ya da “körlerin fil tarifi” eğretilemesi üzerinden“hakikat” meselesine yöneleceğimiz için kısacık bir gizergâhı zihinsel ve kavramsal karmaşanın önüne geçebilme umuduyla gerekli gördük.-

Hakikat meselesi, esasta hikmet ve şeriat meselesinden koparılarak ele alınmamalıdır. Ama mevzuyu bu üç kavram bağlamında işlemek meseleyi daha detaylı olarak incelemeye mecbur kılar. Biz –şimdilik- bu tarz bir çalışmayı erteleyerek bize göre bir bütünlük arz eden “hikmet-hakikat-şeriat- birliğinin “hakikat” yakasını biraz açmaya çalışacağız.

-Şimdilik şu kadarını söyleyelim: “Hikmet-hakikat-şeriat” birliğinde “hikmet”, nazarî/teorik yakadır. Klasik Türk-İslam kültüründe daha ziyade “felsefe-bilim” olarak görünür olmuştur. “Hakikat” ise, daha ziyade aranan, peşinde olunandır. Ağırlıklı olarak suya, okyanusa ya da denize benzetilmiştir. “Suyu bulmak, denize dalmak, okyanusu görmek, vb.” söyleyişler hep “hakikate” gönderme yapar. “Şeriat” ise, amelî/pratik kısımdır. Şeriat zamanla “din” olarak yorumlanmaya başlanmıştır. Bu yaklaşım kargaşa da doğurmuştur.Gelenek, esasen ve çıkış itibariyle bütünlük arz eden “hikmet-hakikat-şeriat” üçgenini yer yer ayrıştırmıştır. Parçalanmalara sevk etmiştir.

Birlik parçalanınca, bu parçalanmadan rahatsız olanların bir kısmıhikmet, hakikat ve şeriat ilişkisiniyeniden bütünleme yolunda gayret sarf etmişlerdir. Bazıları ise parçalanan yapının bir parçasına tutunmayı yeterli görerek parçayı bütüne hamletmeye çalışmışlardır. Sonuç bir çatışmaya, dışlamaya ve dağılmaya gitmeseydiveya götürülmeseydi –belki- her parçanın müntesipleri kendi “fildişi kulesinde” mutlu mutlu yaşayabilirdi. Ancak parçalanma, hoşgörüye ve tahammüle yükselemedi. Çünkü “nazarî/teorik” ve “amelî/pratik” olarak ayrışan, ayrıştırılan “hikmet”, “hakikati” de parçaladı. Hakikat parçalanınca şeriat da hikmetten uzak kaldı. Netice de hikmetin, hakikatin ve şeriatın ne olduğu bütünü verir tarzda idrak edilemez hâle geldi. Daha kötüsü onların ne olduğu sorulmaz ve aranmaz oldu.-Biz burada meseleyi –şimdilik ifade ettiğimiz gibi- hakikatin “ne” olduğu üzerinden eşelemek istiyoruz.-

“Ne olduğu” suali öncelikle bir bilgi arayışıdır. Dipte aradığımızın “ne” olduğunu bulmaya/anlamaya çalışsak da ermek istediğimiz daha çok bir bilgidir. Bilgi ise genelde aranılanı bulmaya yetmez. Bilginin arananı buldurmaya yetmediği idrak edildikçe dearayışın yönü değişecektir. Ne demek istiyoruz? Demek istediğimiz, meseleye bilgi bağlamında yaklaşırsak ulaşılan bilgi/ilim, gerçekte/n “var” olan hakkında olabilir. Ama “var” olan gerçekte/n “var” olmayabilir de.Mesela sadece zihinde “var”olabilir. Malum olduğu üzere bazı “var” olanlar yalnızca zihinseldir, gerçek olmayabilirler. Öte yandan gerçekte “var” olanın zihindeki karşılığı gerçekte “var” olanın kendisi değil, yansımasıdır. Dahası zihinde “var”olanla gerçekte “var”olan arasında büyük farklar olabilir. Çok daha ilerisi, ister ayanda ister zihinde “var” olduğu düşünülen/söylenen gerçekte –hakikatte- “var” olmayabilir. Bütün “varlar” oyun ve eğlenceden, zan ile görüntüden ibaret olabilir.

Öyle görünüyor ki, varlık ile bilgisi meselesi/sorunuhakikatte çetin ve çetrefildir. Bu zor sorun felsefe tarihinde bir dizi gösterge, dayanak ve bakış açısı ile vuzuha kavuşturulmakistenmiştir.

Karanlık ile Körlük

Karanlık, aydınlığın karşıtıdır. Gizleyendir. Örtendir. Karanlık “var” mıdır? “Var” isenedir karanlık? Bunlar esasen içinden çıkılması zor soru ile sorunlardır. Bu nedenle karanlığın ne olduğundan çok ne yaptığı/işlevi ile ilgilenmek daha açıklayıcıdır. Biz de öncelikle kolay görünen yolu tercih ettik. İfade ettiğimiz gibi karanlığın en açık/bariz vasfı/işlevi örten ve gizleyen olmasıdır. Bir başka ifadeyle, karanlık daha çok örtücü ve gizleyici olması ile maruftur. Çözümü daha zor olan karanlığın ne olduğu ise bu örtme ve gizleme durumu olabilir. Örtüp gizleme elbette bir hâldir. Neliği verebilir. Lakin bu durum daha çok örtülüp gizlenene bağlıdır. Örtüp gizlemenin ötesinde kendinde bir karanlık var mıdır? Bu cevabı zor bir sualdir. Zor kısmı –şimdilik- geri bırakıp kolay sanılan yakadan yürümeye çalışarak örtüp gizleyen üzerine düşünelim.

Karanlıktan genelde kaçmak isteriz. Çünkü karanlık bize karanlık/olumsuz görünür. Örtüp gizleme için ise,ilk etapta ne iyi ne de kötüdenilebilir.Ziraörtüp ve gizleme iyi de olabilir kötü de. Verilen iyi ya da kötü hükmü örtülerek karanlıkta kalan ya da bırakılanolay, olgu veya durum ile yakından ilişkilidir. Kurulan ilişki, bizi örtünün çekilip atılmasıeylemine ya da örtülüp gizlenenin örtülü ve gizli kalmasının gerekliliği fikrine sevk edebilir. Çünkü bize ya karanlığın gizlediğinin açığa çıkarılması ya da gizlenenin karanlıkta bırakılması doğru görünmüştür. Lakin bizim tavrımız ne yönde olursa olsun doğası gereği ne karanlıkta olan ne de karanlıkta bırakılabilen bir “hakikat” vardır. Lakin birçoğu hakikatin bu örtülüp gizlenemezliğini unutarak hakikati karanlıkta bırakmaya çalışırlar.

Hakikat, karanlıkta bırakılamaz. Bırakılmamalıdır. Lakin meseleörtüp gizleme açısından çift kutupludur. Çatışma doğurur. Çatışma uyanık/ayık olmayı ister. Ahlaklı davranmayı gerekser… Uyanık/ayık olan karanlığı görendir.En azından karanlığın içindekileri sezendir. Nihayetinde neyin karanlıkta kalması neyin karanlıklardan çekilip çıkartılması gerektiğini fark ederek –bilerek- doğru adımlar atabilendir. Bu tutum ve davranış, karanlığı parçalayan aydınlığı getirir. Ancak karanlık büyük bir ihtimalle tam olarak ortadan kalkmayacaktır. Lakin aydınlanması gerektiği kadar da aydınlanmış olacaktır. Bu durumda “aydınlık” nedir?

Aydınlık, karanlığı denetleyen, yönetendir. Hakikati temsil eder. Hakikat, gerçektir. Ama gerçekten/reelden farklıdır. Bu nedenle bazı gerçekler –realite- karanlıkta bırakılabilir, bırakılmalıdır da. Fakat hakikat karanlıkta kalmaz, kalamaz. Hakikatin eninde sonunda açığa çıkma keyfiyeti vardır. Lakin açığa çıkan gerçekten hakikatin kendisi midir?

Akıl ile tecrübe açığa çıkanın hakikatin kendisi –bizatihi hakikat- değil, zahiri bir temaşa olduğunu göstermektedir. Bu nedenle hakikatin idraki görünenin ötesinde bir duyuş ve kavrayış istemektedir. Hatta görünen çok kere hakikati bile vermemektedir. Öyleyse karanlık, hakikatin perdesidir. Körlük ise hakikati görüp sezememek perdeyi aradan kaldıramamaktır.

Demek ki mevzu zahiri görme ya da görmeme değildir. Zahiri fizikî bir sebeple görmeyen niceleri batını görebilirler. Zahirde karanlığı görüp karanlıklar içinde de olsalar hakikatte karanlıklardaki aydınlığı görüp idrak edebilirler. (Görenedir görene, köre nedir köre ne).

Hakikat ve Bilgi

İnsan gördüğünü doğru idrak edebilmesi için -az ya da çok- bir inanca ya da bilgiye ihtiyaç duyar. Aksi takdirde hakkında hiçbir bilgimiz olmayan “şeyin” –bir boşluğun -hiçliğin- peşine düşmek gibi tuhaf bir durum açığa çıkar. Bu, içinde hiç balığın olmadığına inandığımız veya bildiğimiz bir denizde balık avlamaya benzer. Elbette bazen inancımın ve bilgimin yanlış olma ihtimalini göz önüne alarak balık olmadığına inandığım ya da balık olmadığını bildiğim denizlere –olmaz olmaz deme olmaz olmaz diyerek- olta sallayabilirim. Lakin bu arayış da neticede “denizde balığın olabileceği” inancına ve düşüncesine sahip olmamı gerektirir. Kimse, “inanıyorum ve kesin olarak biliyorum, denizde balık yok, ama ben balığın var olma ihtimali olmayan bu denizde balık avlamaya çalışıyorum” demez. Bu söylem, nükteli bir mecaz değilse, açıkça boşa kürek çekmek olur. Buradaki deniz-balık benzetmesinde balık hakikati, deniz ise karanlığı imler. Oysa yukarıda denizin daha çok hakikati karşıladığını yazmıştık. Bu bir çelişki değildir. Hakikat bazen “batmak istediğiniz deniz” bazen “denizdeki balık” imgesiyle dile taşınabilir, bazen de bir başka kelime ve varlık ile kavratılmak istenebilir. Asıl olan hakikattir. Hakikati bize idrak ettirecek bir yol/misal bulabilmektir.

Mevlana, “karanlık odada fil” eğretilemesi ile bize hakikati buldurmak istemiştir. Manzara şudur:–Eğretilemede fil ile sembolize edilen-hakikate dair örtülü bilgim açık-seçik, kesin/yakînî ya da ikna edici değildir. Zira karşımda karanlık bir manzara –oda- var. Gördüğüm sadece karanlık bir odadır. Bilgimin mahiyetini biraz yoklayınca karşıma çıkan, içinde olduğum hâlin karanlık olduğu, beni yeterince aydınlatmadığı, ikna etmediğidir.

Karşımdaki -ya da içinde olduğum- karanlığın içinde hakikatin olup olmadığı –yahut hakikati bulup bulmadığım- ise ayrı bir sorundur. Platonik çerçevede farkında olduğum, hakikatin bilgisine sahip olmadığım ve hakikat ile bilgisinin “var” olduğuna inandığımdır. Elbet ortada ve bende bir bilgi vardır. Bu bir ön bilgidir. Bende bir takım tasavvurların oluşmasını ve bendeki bilgilerin ayrışmasını sağlar. Lakin bütün bunlar bilgimin yakînî olduğunu –hakikati verdiğini- göstermez. Aslında farkında olduğum ve gördüğümü düşündüğüm sadece belirsiz bir durumdur.

Buradaki belirsizlik mutlak mıdır? Mutlak bir belirsizlikten söz edilemez. Çünkü karanlığı görüyorum ve karanlığın içinde bir fil/hakikat olduğuna dairbir bilgiye sahibim. Ancak bu bilgi, araştırılmaya muhtaç görünüyor. Çünkü bilgimin doğruluğu hakkında kesin bir kanaate sahip değilim. Sahip olduğum bir zandan veya duyuştan ibaret olabilir. Platoncu bir sorgulamaya gidersem, bilginin doğruluğunu denetleyeceğim ölçütler açıktır: aklım ve sezgim. Aristoteles’i izlemek istersem, fili duyumsamalıyım. Duyu organlarım üzerinden gelen verilerle fili idrak etmeye çalışmalıyım. Platoncu yaklaşımdan daha ikna edici görünen duyuma dayalı idrak çabam ise parçada bütünü görmeye çalışan bir deneyim. –Körlerin fil tarifi; her kör tuttuğu parçadan hareketle filin ne olduğunu anlamak istiyor.-Hakikate dokunmam, hakikati bir bütün olarak vermiyor. İdrakine vardığım karanlığın içinde dokunduğum bir “parçanın” varlığıdır. Ama duyumsadığım ne? Gerçekten bu bir parça mı yoksa bütünün kendisi mi? Parçaysa onun bütünle ilişkisi ne? Bütün ne? Var mı, yok mu?

Duyumsasam da –tecrübe etsem de- akılla –rasyonel yolla- bulmaya çalışsam da hakikati tam olarak idrak edebilmek için bir ışığa ihtiyaç duymaktayım. Işık, nazarî bilgidir. Işık yanınca “nazar” devreye girer. Lakin nazarın devreye girmesi de hakikatin özünü vermekten uzak görünmektedir. Çünkü ışık yandığında karanlık aydınlanıyor ama eğer karanlıkta bir fil –hakikat- varsa ışık onu görünür kılabilir. Umut ettiğimiz, karanlık aydınlandığında, perdesi çekildiğindehakikati görüp bulabilmektir. Lakin aydınlanma sadece bir parıltı, parlaklık, çıplak bir ışıkda olabilir. Bu durumda hakikat ışığın kendisi midir? Görünen ister bir ışık olsun, ister ışık ile görünen bir hakikat, ulaşılan zahiri bir gerçekliktir. Işığın bana sağladığı yalnızca –az ya da çok-karanlıktan kurtuluş ve zahirenbütüncül bir kavrayıştır. Onun ötesinde hakikatin içine dair bir bilgi vermemektedir. Öze dair bir bilgiye gidilememektedir.

Bütün tartışma ışık ile ışığın gösterdiği üzerine toplanmış görünür. Nedir ışık? Din mi, felsefe mi, bilim mi, sanat mı, vahiy mi, duyum mu, akıl mı, sezgi mi, duygu mu? Aydınlanmayı neyin sağladığı ve sağlayacağı üzerinde uzlaşılamamış bir durumdur. Aydınlananın ne olduğu da tam olarak belirmemiştir. Işık bir eğretilemedir. Karanlıktan kurtaran bir vasıtadır. Lakin içimde midir, dışımda mıdır? Yoksa hem içimde hem dışımda mıdır? Ufukta ışık görülse bile“hakikatin ne olduğu sorunu” çözümsüz kalmaktadır. Ortada olan ve geride kalan sadece bir belirsizlik, bir karanlık, bir bulanıklıktır.

Karanlığın içinde bir fil/hakikat, ya vardır ya da yoktur. “Karanlığın içinde bir fil vardır.” “Nerden biliyorsun?” “Biliyorum, bana gelen bilgiler var.” Bilgilerin güvenirliği ve doğruluğu ise genelde sıkıntılı, kesin bir kanaat oluşturmaktan uzaklar. Ama “orada –karanlık odada-bir fil “var” diyorum. Çünkü var olduğuna inanıyorum.”Ve inancımı temellendirme yollarına girişiyorum: “Karanlığın içinde bir fil var.” “Zira din, bilim, felsefe… “var” olduğunu bildiriyor.” Bir diğeri “karanlığın içinde bir fil yok” diyor.“Nerden biliyorsun?”“Öyle inanıyorum. Bak, felsefe-bilim, din… ‘yok’ olduğunu gösteriyor.” Bir başkası “var mı yok mu bilmiyorum. Var da olabilir yok da. Din, bilim, felsefe… ‘filin varlığı ya da yokluğu’ hususunda bir karara vardıracak bilgiler vermiyor.”

Bütün bu “varlar” ve yoklar” ya da“kararsızlıklar” zanna veya inanca dayanıyor. Zanlar vve inançlar güvendiğiniz kanallar üzerinden doğrulanıp haklı kılınıyor. Güvenilir hale getiriliyor. Doğrulanıyor ya da yanlışlanıyor. Netice: Kesin, genel geçer bir bilgiden çok tutulan yol esasında kendimi ya da başkasını haklı bulduğum veya haklı kıldığım bir izafi kanaatin ötesine geçilmiyor. Mutlak hakikat şahsî bir inançtan ibaret kalıyor. Zahir olan bu göreli/öznel bilgi ise -ister içten ister dıştan gelsin-bizi birlemiyor, birleştirmiyor. Lakin şahsi kanaatim başkalarınca doğrulanıp işe yaradıkça da kesin bir kanaate yükseldiği oluyor. Bu yaygınlaşma mutlak olmayan bir ortak şuura dönüşebiliyor ve ilmî bilgiye sahip (epistemik) topluluklar oluşabiliyor. Ancak mutlak anlamda bir hakikatin olup olmadığı meselesi bilgi bağlamında kesin bir çözüme kavuşamıyor.

Hâsılı mutlak bir hakikat “var” diyenlerle “yok” diyenler bilginin kesinliği açısından aynı çıkmazın içindeler.Psikolojik bir üstünlükten öte hakikatin bilgisine sahip görünmüyorlar. Lakin bunun farkında değiller. Bizim vardığımız sonucun doğruluğu ile tutarlılığına en açık delil, hakikati bildiklerini, hakikate erdiklerini düşünenlerin amelde kesişmeleridir. Çünkü nazarî açıdan benzer tavır sergilediklerindenamelde/işte birleşmekte hiç zorlanmıyorlar.

Neticeyi kelam: “Var ama hakikatin ne olduğunu tam olarak anlayamayız” diyenler, “hakikate dair mutlak bir bilginin olmadığını” düşünenlerve “mutlak bir hakikatin bilgisinin olup olmadığı noktasında kararsız” kalanlar “amelde birlik sağlayarak”“işlerine” bakıyorlar.

Felsefe dilinde bu gerçek şöyle ifade ediliyor: Hakikatin bilgisi hususunda fideist, deist, agnostik ve ateist kavrayış pragmatizmde buluşuyor. Bu sonuç Türkiye’de özellikle siyaseten etkin ve yetkin olanların inanç söylemleri – ve kendilerince dinleri- farklı olsa da amelde neden kesiştikleri hususunda hakikat yolcularını göreli bir “hakikate” sevk ediyor.

Not: Pragmatizm çıkmazından kurtuluşun yolu, fideizme düşmeden hakikati bulacağına inanan bir teizm olabilir. Bu ise sağlıklı bir din, bilim, felsefeve sanat eğitimi ile mümkün olur.

Sevgiyle sevgide kalınız…

Süleyman DÖNMEZ

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.