
Ebu’lkâsım Lahuti (1887-1957) Ve Şiir Seçkisi
Meşrutiyet dönemi İran edebiyatının önde gelen şairlerinden Ebu’l-Kâsım-i Lâhûtî'nin hayatı birbirinden tamamen farklı iki ayrı devrede incelenmektedir. Biyografisine yer veren kaynaklardaki bilgiler ve yazılış tarihlerine göre sıralanmış divanındaki şiirlerinin içerikleri de hayatının iki ayrı dönem olarak ele alınmasına ışık tutmaktadır. Şairin düşünce dünyasındaki hareketlilikte ve geçirdiği köklü değişimlerde güçlü etkenler olan iniş ve yokuşlarla dolu hayatının ilk dönemi, 1887 yılında dünyaya gelişinden -İstanbul'da geçirmiş olduğu iki devresi dışında- 1921 yılına kadar tamamıyla İran'da geçmiştir. İkinci dönemi ise, 1921 yılında Sovyetler Birliği’ne gitmesiyle başlayıp 1957'de orada ölümüne kadar geçen devredir. [1]
Şiirlerinde “Lâhûtî” mahlasını kullanan Ebu’l-Kâsım-i İlhâmî, 1887’de Kirmânşâh’ta dar gelirli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Hayatının önemli bir bölümü sürgünlerde geçti. Yıllarca ülkesinden uzaklarda, İstanbul'da, uzun süre Sovyetler Birliği’nde yaşadı. 1957 yılı Ferverdîn ayında yetmiş yaşındayken Moskova'da vefat etti ve aynı şehirde toprağa verildi.[2]
Lâhûtî-yiKirmânşâhîolarak da bilinen Ebu’l-Kâsım-i Lâhûtî'nin adı, çağdaş İran tarihinde siyasî ve sosyal faaliyetleri, çok hareketli hayat macerasıyla bilinmektedir. Özgürlükçülüğü, egemen rejim karşısındaki isyanları, İstanbul’a gidişi, gazeteciliği, sonuçsuz kalan askerî faaliyetleri ve devrimci girişimleri, sonunda da bütün bunların çoğunda başarısız oluşu ve Rusya’ya zorunlu kaçışı ömrünün sonuna kadar orada yaşaması, dopdolu ve çok renkli macerasının en önemli kesitleridir. [3]
Dizelerinden hareketle yapılan değerlendirmeler, Lâhûtî’nin, şiirde birtakım yeniler ve önemli yenilikler ortaya koyan, birçok türden düşünce ve mazmunu şiirinde başkalarını etkileyecek güç ve tarzda işleme yeteneğine sahip kalemlerden bir şair olduğunu göstermektedir. Bu doğal gücü ve ifade güzelliği, on yedi yaşlarında yazılan ve Terbiyetdergisinde yayınlanan şiirlerinden, son dönemlerinde kaleme almış olduğu kasîde, gazel, mesnevi ve yeni tarzda söylenmiş olgunluk dönemi şiirlerine kadar bütün dizelerinde görülmektedir. Hemen her konuyu şiirsel kalıplara dökerek ifade etme edebî cesareti, yabancı dillerden çok sayıda siyasî, sosyal birçok kelime ve teknik terimin şiirine girmesine yol açmıştır. [4]
Divanında yer alan İran’dan ayrılmadan önceki dönemlerinde kaleme alınmış tevhîdiyye türü manzumeleri, Peygamber'in menkıbelerini içeren, İmam Ali’yi öven dizeler, İmam Hüseyin ve diğer din büyüklerini konu alan şiirleri, bunların dışında kalan din ve tasavvuf içerikli etkileyici dizeleri, daha sonraki dönemlerde yazdığı şiirleriyle karşılaştırıldığında, aynı kişinin düşünce dünyasındaki derin değişimi ve farklılaşımın boyutlarını açıkça göstermektedir. [5]
Meşrutiyet döneminde çağın siyasî ve sosyal gelişmelerinin de yoğun etkisinde kalınarak millî duygular, vatan sevgisi, milliyetçilik gibi konular hemen bütün şiir kalıplarında ana tema olarak yer almıştır. Bu amaçla en çok kullanılan şiir kalıbı gazel olmuştur. Ârif-i Kazvînî, Ferruhî-yiYezdîve Ebu'l-Kâsım-i Lâhûtîgibi dönemin önde gelen şairleri bu türde oldukça anlam yüklü önemli gazeller kaleme almışlardır. Özellikle Ârif-i Kazvînî'nin divanında bu tür şiirler daha fazladır. [6]
Lâhûtî’nin şiirlerindeki en heyecanlı dizeler vatan özlemi ve vatan sevgisi konulu şiirleridir. O, yıllarca ülkesinden uzaklarda kalması ve ateşli bir komünist olmasına rağmen ülkesini ve insanlarını asla aklından çıkarmamış, İranlı oluşuyla hep övünmüştür. İstanbul’da bulunduğu yıllarda diğer İranlıların ülkelerine dönmeleri anında kendisinin böyle bir imkândan yoksun olması şaire hüzünlü dizelersöyletmektedir:
UTAN BE AVCI!
Utan be avcı, incitme yarı canımı!
Kır kolumu kanadımı, yakma ne olur yuvamı.
Boğazımda ipin, ayağımda zincirin,
Yap bir mertlik, izin ver açayım ağzımı.
Gül uğruna ne dikenler battı ki ayağıma,
Gezdiğin her yer kanlıdır bahçede, görürsün izimi.
Gül bağından uzaklarda yandım bu kafeste öldüm.
Seher yeli haber ver bahçıvanıma acıklı halimi.
Kan kesildi gönlüm yalnızlıktan, yok bir sırdaşım ki
Yazsın dostlarıma hikâyemi.
Zavallı ben inandım öleceğime o gün,
Ahbaplık kurduğunu gördüğümde çobanla kurdun
İstanbul, Eylül 1918
SİLİN ARTIK ADIMI
Dağılmış zihnim, yanmış ciğerim, şimdi kan ağlar gönlüm,
Bak elinden şu ikiyüzlü dostların ne hale gelmişim.
Silin artık adımı bu defterden benim,
Çünkü artık ben bu diyardan gitmişim.
Sakin, sessiz melek gibiydim, bir insanın elinden,
Sabırsız, dayanıksız, huysuz bir hale geldim.
Günde bin kez arzuluyorum şimdi ölümü,
İkiyüzlü insanlarla birlikte yaşıyorum diye.
Suçum şu benim bu kötülükler diyarında: Ben,
Hissediyor ve ayırıyorum iyi ile kötüyü.
SILA
Bağladı yüklerini yoldaşlar, sevgiliye, sılaya doğru,
Bir ben kaldım, ben uzaklarda yardan, vatandan.
Alevlerinde yanmaktayım hicranın, derler ki dostlar:
Kervandan geriye kalmaz bir avuç kordan başka şey.
Ey gönül ve can taşıyan kervan,
Ne güzel gidiyorsun git, Allah korusun seni!
Tut vatanın yolunu, bu garip yerin çünkü,
Uymaz sana suyu, havası, toprağı
Hatırlayın beni, yuvasını kaybetmişi
Hatırlayın beni, gönlü kan ağlayanı, yaralıyı
SEVGİLİM BENİM
Duy uzaktan sesimi, sevgilim benim
Gözümden daha değerli, canımdan tatlı benim
İlk ilham kaynağım, son andım benim
Yaşlı ülkem, ama şanlı şerefli yaşlım benim
Tabiatım, tarihim, imanım, İran'ım benim.
Ayrı düşmüşüm senden, evladınım senin
Ruhum bağlı ama şefkatinle ve sevdanla senin
Her zaman sanki gönül çelen kucağındayım senin
Tutkunuyum eşi benzeri olmayan geçmişinin senin
VATANA DÖNÜŞ
Yaşlandım yuva üzüntüsüyle.
Bir tek isimdir varlığımdan geriye kalan.
Öldüm üzüntüden. Ne günlerdir bunlar?
Usandım ben bu hayattan.
Kolum kanadım yoksa da,
Çimenlere doğru uçamasam da,
Değil mi ki Pençem, gagam, göğsüm ve başım var,
Sürüne sürüne giderim bahçeye kadar.
Uzaktan göründü çimen gözüme.
Güç geldi dizime ve belime.
Islak gözlerim gördü bir yuva.
Yanıp kavruldu ciğerim vardığımda.
Baktım bu yuva değil, tuzakmış.
Ah...
Yine esir düştüm ben!
VEFALI
Gece oldu, çöktü karanlık ay yüzlüm gelmedi.
Yoluma aydınlık saçan gelmedi.
İnlemek istedim ama yapamadım,
Gönlümden dilime ahım gelmedi.
Yorgunum, kırgınım, sıkıntılıyım ama,
Ondan uzaklarda ölmeği istemiyorum.
Değilim avın senin, uzaklaş benden ecel!
Yar deyip ben güç kazanıyorum.
O gelmezse ben giderim.
Huzuruna kimin istersen giderim.
Feleklere uçar, gezegen olurum.
Denizlere dalar, balık olurum.
Bulurum, şüphem yok onu bulurum.
Azizim, canım, ay yüzlüm derim:
Öldüreceksen öldür beni önünde,
Artık ayrılıkla çektirme azap bana
YOK BENİM GİBİ GAMLISI
Korkarım serbest bırakmaz beni kafesten avcım,
Unutturuncaya dek bahçenin yolunu.
Yeter kaldım kafeste, unuttum gülün rengini,
Aşkıyla doğdum onun bu dünya annesinden.
Geçirdimse de bir iyi gün hatırlamıyorum ki!
Sanki birden yuvadan tuzağa düşüverdim ben.
Salarım ateşleri sarayına ahımdan avcının,
Bırakmazsa bu esaret zindanından özgür beni.
Kaç kez tuttu yakamdan ecelin o elleri
Bırakmadım yine de eteklerini ellerimden aşkının
Artık rakiplerin yanında zulümdür benden şikayetin
Sorgusuz sualsiz her dediğini verdim ya ben
Dolsa da sıkıntısı bir dünyanın gönlüme Lâhûtî
Yok benim gibi gamlısı ya bu benim mutluluğum [7]
SENDEN UZAKLARDA
Uzaklarda senden ateşiyle tenimin elbise yandı
Gittim, yazayım bu haberi dedim, kalem yandı
Kalem yaptım parmağımı ve gönül sayfasına
İşledim adını, ah mektup yandı.
SENSİZ…
Haberin var mı bir ateş yaktım gamından sensiz
Alevledim bütün varlığımı o ateşle sensiz
Binlerce ay yüzlü gördüm ben her şehirde ancak
Yemin gözlerine senin, kapadım hepsine gözlerimi sensiz
Dolu gözyaşlarıyla, ciğer parçalarıyla her zaman eteğim
Nice ey ay yüzlü yakut, mücevher biriktirdim sensiz
Sayısız müşteriler ve bol sermayeleri, ama ben
Satmadım hayalinden başka hiçbir şeye kendimi sensiz
Öldürdüler beni de, söylemedim sırlarını yâd ellere
Ah bir değer versen, bak nasıl öğrendim senden vefayı sensiz
Anlattım sevgini, şefkatini Lâhûtî’ye senin
Diktim böylece yaralarını gönlümün sensiz. [8]
[1]İshâk, Muhammed, Sohenverân-i Nâmî-yiÎrân, Tahran 1363 hş., II, 397-398; Sâpânlû, Muhammed Alî, Şehr-i Şi‘r-i Lâhûtî, Tahran 1376 hş., s. 10; SadrîNiyâ, Bâkır, "Mefhûm-i Milliyet Der Şi‘r-i Ebu’l-Kâsım-i Lâhûtî", Îrânşınâht, II/2 (Tahran 1996), s. 187.
[2]Bahâr, Melikuşşuarâ, Târîh-i Ahzâb-i Siyâsi-yiÎrân, Tahran 1357 hş., I, 169; Rypka, Jan, History of İranianLiterature, Dordrecht 1968, s. 564; Fereciyân, Murtazâ-Bârfurûş, Muhammed Bâkır-i Necefzâde, Tanzserâyân-i Îrân Ez MeşrûtiyetTâİnkilâb, Tahran 1370 hş., II, 611.
[3]Yûsufî, Ğulâmhuseyn, Çeşme-yiRûşen, Tahran 1373 hş., s. 469.
[4]A. g. e., s. 469.
[5]A. g. e., s. 471.
[6]Şemîsâ, Sîrûs, Seyr-i Ğazel Der Şi‘r-i Fârsî, Tahran 1370 hş., s. 204.
[7]Hakîkat, Abdurrefî', Nigîn-i Sohen, Tahran 1363 hş., I, 434.
[8]A. g. e.,I, 76.
Yeni yorum ekle