
İsyanın Duygusal Dili Ferdi Tayfur
Fahri Atasoy
Müzik bir milletin en önemli kültür köklerinden birisidir. Dil mi daha güçlüdür yoksa müzik mi diye düşünürseniz gücünü anlarsınız. Müzik kültürün devamlılığı ve milletin kimliği açısından önemli bir işleve sahip. İnsan doğumundan itibaren kulağımıza melodiler üfleniyor. Ölürken okunan Kuran bile düz okunmuyor, nağmeli-melodik okunuyor. Arada yaşanan hayat esnasında bir insan, içine doğduğu kültürden etkilenir. Aslında o kültürün içinde yoğrulur. Kendi yaratıcılığını ve tercihlerini katarak yolunu çizer. Bu esnada pek çok farklı toplumlar ve kültürler ile de karşılaşır. Müzik bu etkileşimde en dinamik unsurlardan birisidir. Kulağa hoş gelen sesler insanları cezbeder. Farklı kültürlerin güzel nağmelerine, melodilerine, eserlerine ilgi gösterilmesi doğal bir sonuçtur. İnsan müzik ile birlikte hayat geçirir. Toplumsal yapının en derin unsuru kültür ise müzik bu unsurun ruha hitap eden estetik yönüdür.
Ninnilerle başlayan nağmeler yaşanan hayat tarzına göre farklı biçimlerde ruhumuza işler. Burada kastedilen ruh insanın kimliğini oluşturan manevi yöndür. Müziğin ruhumuza işleme süreci toplumların hayat tarzına bağlı olarak değişir. Geleneksel hayat yaşayan Türk toplumunda müzik doğumdan ölüme kadar geçen süre içinde her alanda vardır. Daha çok da düğünlerde ve bayramlarda öne çıkar. Modernliğin etkisiyle hayatımıza giren radyo, pikap, kasetçalar ve televizyon gibi araçlar süreci hızlandırmış ve etkisini güçlendirmiştir. Bu esnada aynı zamanda yabancı kültürlerin ürettiği güçlü müzik türleri de hayatımıza girmiştir. Bu doğal bir sonuçtur. Toplumlar geliştikçe ve etkileşime girdikçe birbirinden etkilenir. Bu etkilenme tarihi süreçte de görülmektedir.
Orta Asya bozkırlarında hayat sürdüren Türk kabilelerinin müzik dünyası ile Ortadoğu’ya geldikten sonraki halleri aynı değildir. Fars ve Arap melodilerinin ve sazlarının etkisini görmezden gelemeyiz. Buna sonraları Bizans ve Balkan topluluklarının etkisini de ilave etmek gerek. Osmanlı saray müziğinin Bizans etkisini Ziya Gökalp eleştirir, halka doğru gitmenin gerekliliğini Türkçülüğün şartı görür. Ama bir milletin kültürünü diğer kültürlerden soyutlamak mümkün değildir. Belki de en fazla etkileşim görülecek kültür unsuru müzik alanındadır. Sonuçta toplum içinde doğan birey o toplumun müziği ile beslenir ve kimlik kazanır. Osmanlı son döneminde başlayan yenileşme hareketi büyük oranda Batılılaşmaya dönüşmüş ve Cumhuriyet ile radikal bir dönüşüme yönelmiştir. Bu dönemde ciddi bir kültürel kırılmadan bahsetmek mümkündür. Cumhuriyet aydınları toplumun hızla çağdaşlaşması için müzik dahil kültür unsurlarını yönetmek isterken müzik konusunda da katı kurallar uygulamak istemişlerdir. Bunun sonucu toplumda direnme ve farklı tercihlere yönelme görülmüştür. Arabesk müzik bu bağlamda değerlendirilebilir.
Cumhuriyetin kültür politikaları haklı gerekçelere sahip olsa da toplumda beklenen kabulü görmemiştir. Yenileşme isteği zorunlu bir Batılılaşma sürecine evrilmiş ve çağdaşlık adıyla topluma bazı kültür kalıpları dayatılmıştır. Bunlardan birisi de müziktir. Türk müziğinin saray etrafında sürdürülen ve klasik Türk sanat müziği olarak adlandırılan kısmı zaten Türkçülük hareketiyle bir kenara itilmiştir. Türkçülerin kıymet verdiği halk kültürü ve halk müziği unsurları da Cumhuriyetin Batıcı kadroları tarafından ötelenmiştir. Bir müddet okullarda ve radyolarda halk müziği köylülüğün ve gelişmemişliğin göstergesi olarak kabul edilmiş ve buna uygun politikalar uygulanmıştır. Bir taraftan devletin imkanlarıyla radyo sanatçıları Anadolu’nun her yöresinden Türkü derlemesi yapmışlar, diğer taraftan Türkü horlanmıştır. 1960’lı yıllara gelindiğinde Avrupa’da revaçta olan popüler hafif müzik parçaları Türkçeleştirilerek piyasaya sunulmaya başlar. Halkın nazarında bunların pek önemi yoktur. Halk kendi müziğini yapmak, söylemek ve dinlemek ister. Halk ozanları geleneksel işlevlerine devam ederler. Düğünlerde, törenlerde, bayramlarda tercih edilmeye devam ederler. Hafif müzik dedikleri tür toplumun küçük bir azınlığında ilgi görür.
Türkiye, Cumhuriyet döneminde başlattığı kalkınma hamlesiyle nüfusunu arttırmış, yeni iş alanları yaratmış, hızlı bir kentleşme sürecine girmiştir. 1950’li yıllarda kente göç köylerde yaşamakta olan nüfusu kentlere sürükler. Bu sürüklenme normal, hazırlıklı, hesaplı bir süreç değildir. Türk toplumunun Cumhuriyetin ilanından sonra yaşadığı en önemli dönüm noktasıdır. Toplumsal yapıyı kökünden sarsan bir süreçtir. Başta geleneksel aile zayıflamaya ve dağılmaya başlamıştır. Ailenin aldığı darbe bütün sosyal kurumlarda kendisini gösterir. Bu süreci çözümleyebilmek için kentin çeperlerinde tutunmaya ve ayakta kalmaya başlayan insanların ruh halini anlamak gerekir. Bu insanlar geri dönüşü olmayan bir ayrılığın pençesine düştüklerini çok sonraları anlayacaklardır. Önceleri sadece şehre para kazanmaya gittiklerini ve köylerine geri döneceklerini düşünen köy çocukları artık burada yaşamanın zorunluluğunu acılar-sancılar içinde görür. Artık yeni bir gerçeklik doğmuştur ve büyük kentlerin etrafı gecekondu adı verilen mahallere sahne olmuştur. Buralardan kent merkezine ulaşımı sağlayacak olan ise dolmuş adı verilen bir taşıma sistemidir.
Dolmuş deyip geçmeyin! Dolmuşlar bir dönemin hayat tarzını üstlerinde taşıyan en güçlü kültürel simgelerdir. Köyden kente gelen insanların ekonomik durumları zaten iyi değildir. Dönemin şartlarını da düşünürsek bu insanların altlarında kendi arabaları olması ihtimali sıfıra yakındır. Kolay ve ucuz bir ulaşım aracına ihtiyaç vardır. Taksi kullanmak bu insanlar için imkansızdır. Dolmuş imdada yetişen en pratik vasıtadır. Belediye otobüsleri de vardır ama onlar planlı şehir mahallelerine göre çalıştırılmaktadır. Yeni kurulan gecekondu mahalleleri her geçen gün genişlemekte ve yenileri eklenmektedir. Dolmuşlar bu mahallelerin durumuna göre hemen güzergah yenilemekte ve köyden gelmiş müşterilerinin istediği yerde iniş-biniş yaptırmaktadır. Yani katı kuralları yoktur. Kentleşme kuralları bağlamında bu önemli bir ayrıntıdır. Artık kentlere göç ederek yeni bir hayata başlayan köy çocukları yeni bir toplumsal kesim oluşturmuştur. Ne köylü ne kentli olamayan bu insanların hayat tarzı da tercihleri de farklı olacaktır. Arabesk müzik bu bağlamda ortaya çıkar ve tabir caizse patlama yapar.
Arabesk eski müzik tarzlarından tamamen farklı görünümlü bir akım oluşturur. Anonim halk Türküleri asırlarca yaşanan hayatın içinden damıtılmış birikimlerdi. Bu yeni tür ise yeni dönemin feryadını duyurmaya çalışan bir duygu durumunu dile getirmektedir. Söyleyenler belli kişilerdir ama söyletenler ve dinleyenler toplumun bir kesimidir. Türk kültüründe yer etmişozanlık geleneğinin farklı bir boyutu karşımıza çıkmaktadır. Geleneksel ozanlar ellerinde sazları ile doğaçlama şiirlerini türkü formunda dile getirirler. Bunların kültür içinde kalıplaşmış formları ve kuralları vardır. Bu yeni dönemde pek çok geleneksel formun bozulduğu gibi müzik alanında da sarsıcı bir süreç başlamıştır. Yukarıda bahsedildiği üzere Türküler çağdaşlaşma bağlamında küçümsendiği bir dönemde, Batı kaynaklı müzik türleri de halkın duygu dünyasına hitap etmemektedir. Üstelik halkın duygu dünyası köyden kente göç sürecinde çok karmaşık ve dalgalı bir hal almış durumdadır. Ozan’ın “Batsın bu dünya” demesini en içten duygularla tasdik eden bir ortamdan söz ediyoruz. Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses bu sancılı dönemin insanlarının duygularına tercüman oldular. Müzikleri dolmuşlar aracılığıyla halkla buluştu. Sonra kasetçalarlar vasıtasıyla dalga dalga yayıldı. Dönemin toplumsal gerçekliğini her yönden ele almak Türk toplumunu anlamanın ilk şartı gibi duruyor.
Ferdi Tayfur 1945 yılında Adana'nın Yüreğir ilçesine bağlı Taşçı köyünde dünyaya gelmiş. Babası erken yaşta ölmüş (öldürülmüş) ve hayata zor şartlarda devam etmek zorunda kalmış. Çileli ve yoksulluk içinde bir çocukluk, gençlik geçirmiş. Sesinin güzelliği ve müziğe olan ilgisi bu alana yönelmesini sağlamış. Bestelerini kendisi yaparak plak çıkartmaya başlamış. İlk çıkarttığı plak “Leyla” isminde bir aşk şarkısı. Sonrasında patlama yapan ve Ferdi Tayfur’u kitlelere tanıtan “Çeşme” şarkısı. Çeşme aynı isimle 1976 yılında film yapılmış ve rekor sayıda (12 milyon) izleyiciye ulaşmış. Bu dönemde artık plaklar aynı zamanda kasetlere aktarılıyor ve araçlarda da dinlenmeye başlıyor. Dolmuşların vazgeçilmezi oluyor. Yukarıda ismi geçen üç sanatçının hayran kitleleri oluşuyor. Müslümcüler, Orhancılar, Ferdiciler adında toplumsal kesimler ortaya çıkıyor. 1970’li yıllarda kentlerde toplanan köy çocuklarının gecekondu mahallelerinden bu sanatçılar vasıtasıyla isyan, feryat, itiraz sesleri yükseliyor. İlk defa Türk toplumunda hayata karşı teslimiyet ve tevekkül yerine tepki dile geliyordu. Arabesk müzik bir nevi halkın bu tepkisinin tercümanı oluyordu.
Müzik bilimciler “arabesk müzik” üzerine tartışıyorlar. Sosyolojik olarak bu tartışmaya bizim katılmamız doğru olmaz. Nerelerden etkilenmiş, Türk müziğine uygun mudur, çağdaş formlara aykırı mıdır sorularını bir tarafa bırakarak bakmak zorundayız. Ani ve sarsıcı toplumsal değişmelerin yol açtığı ve etkilediği kültür formları sosyolojinin konusuna girer. Sanayi Devrimi tarihteki en sarsıcı değişim sürecini yaratmıştır ve sosyoloji bu bağlamda ortaya çıkmıştır. Türk toplumunda tarihi süreçte ani değişim dönemleri olsa da kurumsal yapıları sarsan en önemli dönüm noktalarından birisi şüphesiz köyden göç ve kentleşme sürecidir. Türk sosyolojisinde bu süreç yeterince irdelenebilmiş değildir. Türk romanında bile sosyolojiden daha fazla ele alınmıştır. Türk toplumu diye başlayan cümlelerde maalesef mevcut gerçeklik yerine seçilmiş ve hayal edilmiş romantik görüntüler gerçekmiş gibi sunuluyor. Halbuki arabesk adı verilen müziğin dile getirdiği dünya bizim gerçekliğimizdir. Biz daha önceki bunalımlı zamanlarımızda üzüntülerimizi, travmalarımızı, gözyaşlarımızı Türkülere gömmüş bir milletiz. Belki de ilk defa feryat eder durumdayız.
Asya bozkırlarından kabileler halinde Batıya göç ederken belki yüksek derecede bir duygusallık yaşamamış olabiliriz. Bilmiyoruz, sadece öyle olduğunu varsayıyoruz. Uzun süre yeni yurtlarımızda sakin ve huzurlu yaşadığımızı da söyleyebiliriz. Lakin Avrupa devletlerinin modern süreçte büyük başarılar elde etmesiyle başlayan son asırlar bizim için son derece hüzünlü anılara yol açtı. Üzerinde büyük bir imparatorluk kurduğumuz Osmanlı Devleti gücünü kaybettikçe insanlar acılar içinde göç etmek zorunda kaldı. Buna Çarlık Rusya baskısından Osmanlı’ya sığınmak zorunda kalan Müslüman halkları eklediğinizde Anadolu yürekleri dağlanmış insanların memleketi oldu. Balkanlar, Kafkaslar, Kırım, Kazan, Ortadoğu, Afrika gibi coğrafyalardan Anadolu’ya sığınan insanların feryatları maalesef çıkamadı. Kadere boyun eğmek zorunda kaldılar ve acılarını kalplerine göndüler. İlk defa köylerinden göç etmek zorunda kalanların sesini duyuran imkanlar devreye girdi belki de. Ozanlar, cihazlar, vasıtalar ve yeni hayat tarzı bu imkanı oluşturdu. Bu dönemde henüz TV yaygın değildi, bilgisayar yoktu, telefon çok sınırlıydı (gecekondularda yoktu), merkezler haricinde elektrik bile yoktu. Fakat dolmuşlarda çalabilen kasetler vardı.
Ferdi Tayfur, kentlerdeki yoksul, çaresiz, sahipsiz halkın gönlüne dokundu. Şarkılarının büyük kısmı aşkla ilgili görünse de ayrılığın hüznünü en üst düzeyde yaşattı. Onu dinleyenler adeta onunla özdeşleştiler. Onunla üzüldüler, onunla, hüzünlendiler, onunla isyan ettiler. Sanki bir toplumsal kesimi duygularıyla, düşünceleriyle, müziğiyle temsil eder bir rol üstlendi. Bir dini önderin müritlerini cezbeye getirerek yönetmesi gibi, bir mistik ayin töreni gibi, bir futbol maçında taraftarların aynı heyecanla galeyana gelmesi gibi bir durum. Ferdi Tayfur bir dönemin ve bir toplumsal kesimin en iyi temsilcilerinden birisi olarak ele alınmayı bekleyen bir fenomen görünümündedir. En parlak dönemi şüphesiz 1970’li yıllardır ama onun “Emmoğlu” parçası 1990’lı yıllarda ortalığı kasıp kavurur. Arabesk müziğin yerini pop müziğe bırakmaya başladığı bir dönemde 1992 yılında 1.300.000 adet satılarak rekor kırdı. 1994 yılında “Fadimenin Düğünü” başlığıyla “Hadi gel köyümüze geri dönelim” şarkısı yine çok ses getirdi. Şarkının sözleri içinde geçen: “Ne ümitle geldik koca şehire/ Allah sonumuzu hayır getire/ Alacaklı haciz koymuş bekire abo/ Hadi gel köyümüze geri dönelim” ifadeleri toplumsal problemi daha net bir şekilde dile getirmektedir. Artık köye dönme imkanı olmasa da köye özlem içinde yaşanan yeni hayatı kabullenme zamanıdır.
Yeni yorum ekle