
Zaaflar, Aşağılık Duygular ve İnsan
Ümit Yaşar Gözüm
Bir sabah elinde kahvesiyle gözlerime bakıp “ İnsan bir zaaflar varlığıdır diyorsun üstat, anlatır mısın zaaflar ve aşağılık duygular arasında ne fark var ki zaaflarına rağmen insanı üst bir varlık olarak tanımlıyorsun!” diye yeni bir tartışma başlığı açmayı başarmıştı Tike.
O sabah günün mahmurluğu üzerimi kaplamış gibi olduğum yerde arkama yaslanıp Tike’nin çok sevdiğim muzip bakışlarına odaklanmıştım. Gözlerimizin buluşması kıvılcımın yangına dönmesine yetip artıyordu.
Bu sorunun derdimize ilaç olacak kaynağına inmeliydim sizler için. Bir oturumda konuşmacılardan birisinin inancını ilahi bir söylem gibi salona dayatması sanırım benim medeniyetle olan bağımı koparmıştı bir anlığına. O zaman kendisini işaret ederek kızgın bir ifade ile seslenmiştim. İnancın karşısında insanlar bir gökdelenin altından terasına çıkmayı düşünen karıncalar gibi görünüyorlar. Öylesine yoz ve sıradan olduklarını anlayınca birkaç kat daha yükselmeye karar verdin sanırım. Dinleyenlere saygısızlık olmasın diye anlamla olan bütün bağını kestiğine tanık oluyoruz diye seslenmiştim.
Söyleyecek başka sözü kalmamıştı ki; sorun saygıda değil, duyulardan çok varlıkların zavallılığında diye ekleyip terk etmişti mikrofonu. Herkes tek bir ağızla fısıldamıştı; adam çok haklı hem de çok diyecek kadar aptallaşmıştı sanırım.
Ölümü düşünüp, bir hayalet gibi salonda sürekli dolaşırken, el yordamı biliyor musun ölümünde asil bir yanı vardır, sen onu düşünürken asla çalmaz kapını dediğimde bir daha dünyayla bağ kurmayı geçirmemişti aklından. Öylesine meraklıydı yaşamaya!
Bir an kendinizi dinleyin insan kardeşlerim ve insanlığın büyük kıtlık zamanlarını anımsayın. Her şey öylesine kıttı ki, bu kentte cesetler bile üst üste yatırılıyorlardı. demiştim. Uzun bir serüvenin sadece kısa bir özetiydi o gün salonda yaşananlar. Tike bütün bunları dün gibi hatırlamakla kalmayıp, bu sorunun bir temellendirmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Zamanı gelmişti kendine göre.
Bir an irkilip, tiksindiğini fark ettim Tike'nin. Yanılmamıştım… Sevmediğim ruhsuz bir bedenle gömülmenin doğuracağı yoksulluğu görmek istemezdim, diyerek kendi açısından bu tartışmada daha çok aşağılık duygular tarafını irdelememi bekliyordu .
Biliyor musun Tike, sen hayata dair ne yaptıysan aşkla yaptın. Herkesin aynı olduğunu sanmak, büyük yanılgı olur.
Efkar dağıtma masalarına bırakılan mahsun kırıntılarla yetinirler meyhaneciler. Sonra da akşamdan iz kalmasın diye iyice temizleyip tütsülerler başkalarının zaaflarını. İyi bilirler zaafların ticari meta olacağını. Bu yüzden inansalar da inanmasalar da dinler gibi yaparlar bütün müşterilerini. İki yüzleri vardır mekanların da insanlar gibi.
Kadınlar tanıdım, görünüşü memleketin önyüzü gibi sıcak ve coşkulu, sözcükleri arka sokaklar kadar soğuk ve salaş… Şiire yoldaş olmuş huzurlu gülümsemeleri vardı bazılarının, yazdıkça dizeler çoğalırken kendisi azalıyordu adeta. Kimisi henüz keşfedilmemiş yıllarımın üzerinde yürüyerek yüreğime ulaşan davetsiz misafirler gibiydi. Bütün güzel şarkılara eşlik eden coşkunun yerini, sanki aşk yorgunluğuna terk etmişti. Dışardan bakanlar kocaman selvi ağacından sarkıtılan lambalara üşüşen arıların coşkusunu keşfediyorlardı yüreğimde. Bazılarının gidişi, sakinleri sahile kaçmış kentlerin yaşadığı huzurlu bırakılmışlığını yaşatırdı ruhuma.
Doğduğum şehir sosyolojik bir değişim geçiriyordu sanki, uzaktan öyle geldiğini, ilişkilerin buzul çağı kadar dondurucu olduğunu görünce büyük çözülmenin yaşandığını anladım.
Ara ara karşılaştığım kimi evsizlerin davranışlarını anlamaya çalışırdım. Bir köşe başında kıstırılmış, korkunun ecel terlerini dökerken bile, ne iyi ki aşk var bu alemde diye son dualarına, aşkı ektiklerine tanık oldum. Onların umudunu işiten kolaçanlar da saygı duyarak sessizce çekilirlerdi bir başka köşe başını tutmaya.
İşte o anlarda kalemimin düşüncelerimi kağıda aktarmaya yetmediğini düşünürdüm, henüz bilgisayar yokken. On parmakla dokunmaya başlayınca tuşlara, parmaklarımın da düşündüğünü sandım. Sonra seninle karşılaşıp yürümeye başladığımda dağ, bayır, ova yürümeye başlayınca ayaklarımın da düşündüğünü sandım. Anladım ki, insan sevdiği hangi eylemi gerçekleştiriyorsa , o uzvuyla bütünleşiyor. Aşkla yaptığım bütün eylemler, bedenimin en yaratıcı olduğu zamanlarmış. Aşkla tanışamamış ya da hüsranla sonlanmış aşklarda, kişilik de kendini bir boşluğa bırakıyor. Bu insanın zaafına yenilmesi değil de nedir? Herkesin yaşayabileceği bu hali olağan sayıp, insan bütün zaaflarına rağmen üst bir varlıktır diyorum.
Kendini boşluğa bırakan insanın tutunduğu yegane dal, duygulanımı zayıflık olarak görmeye başlamasıdır Tike. Duygunun hissedilmediği, hissettirilmediği her ortamda hinlik yatar... Kendine göre bir duygu dünyası oluşur, kinden, nefretten, sahip olma düşüncesinden beslenen.
Biliyor musun Tike, bereket tanrıçam, kimi duyguları metne dökmeyi ihanet sayardım kendime, bir yazar olarak . Fark ettim ki, kavramın yüceliği de burada yatıyormuş….
Öyle yaratıklar tanıdım ki; iyilik adına onlarda olmayan ne varsa hepsinin kaynağı kendimmişim gibi hissettirirlerdi. Kafamda dönüp duran öykülerden çok daha fazlasıydı onların gizeminde bıraktıklarım. Yaşarken hesaplıydılar, yazarken ise bütün hesapları başkasına ödeten birer miras yedi… Kendi hesabına çabalayanların, aşağılık duyguları var ya Tike, hep onlardan uzak kalmayı yeğledim.
Bir an nereden nasıl geldiğinin farkına varamadan yanı başında dikilirler kırk yıllık dost gibi. Seni iyi bir yol arkadaşı olarak seçmişlerdir sözde.
Suskun bir deniz olduğunuzun sonradan farkına vardıklarında çaresiz kalırlar. O zaman seni sığınacakları tek liman diyerek kutsamaya başlarlar. Kendine çarpan sesler gibi ekolu konuşma tınıları vardır seslerinin. İnsanlığın yardımına koşan atlıların nal sesleri gibi adeta sözcükleri birbirine değdirirler! Ama boşunadır, onları dinlemeye başladığında, çoğunun konuşurken, eğik bükük harflere yaslandığını düşünmekten alamazsın kendini. Hangi sözcük, yalanlarını taşıyamayıp devrilecek diye meraktan çatlarsın… Cilalı taş devrinden miras kalmış aşağılık bir alışkanlıktır onlarınki. Bazen hangi çağda yaşadıklarını anlamakta zorlanırsın.
Öylesine bir karanlıktan geçiyor ki insanlık, ruhları körelmiş Rodos şövalyeleri gibi, hep birlikte saldırıyoruz gerçeğe. Safir denizlerde, kulaç atmayı bilmeyen yaratıcılıkla dolanıyordu boynumuza. Boğulmayı o zaman öğrendik….
Henüz suyu sıkılmamış kadınları anlat bana Tike, deme gafletinde bulunduğumda yüksünmeden başlamıştın anlatmaya. Hangisini soruyorsun? Kibirden yüzleri kararmış barbar biblolarını mı, yüreği sevgiyle yoğrulmuş su damlalarını mı! Tadına doyamadığım bir ironiyle yanıtlamıştın yeryüzünün yarısını.
İnsanın ölümü, elleriyle parçaladığı aynadaki görüntüsünün kaybolmasıyla başlar. Duyulmayan çığlıklar, görülmeyen endamlar ve giderek yok olan bakışlar… Dev sütun başlarına kondurulan Demeter gibi, insanı içine çeken bir zarafetin eseriydin. Kale surlarının soğukluğu yoktu sende, sanki umuda açılan bir yuvanın sıcaklığını yansıtıyordun… Nehirler akıyordu efsunlu gözlerinden, dilinden zümrüt-ü Ankalar uçuruyordun evrene. Sen susunca sanki zamanda saygısından duruyordu o anlarda… Bana Tanrıçayım dediğinde, olsun bu kadar ego tanrıçalarda da olur diyecek büyük bir hoşgörü sığınağı yaratmıştın içimde.
Tenin kirini yağmur söküp alır da, yüreğin kirini kutsal su bile temizleyemez Tike.
Bilmemiz gereken, duyguları çölleşmiş kötü kişilikleri, eril ruhları da akşamdan terk eder. Toplum yükümlülüklerine karşı hep eğreti durur. Ne zamanki, bir hatırlatan çıkar, işte o da farkına varır ihmalkarlığının! Ne var ki, artık kimileri için iş işten geçmiştir.
Yılışık zamanların türedilerine karşı, sözcükleri diken gibi batıranlara kızardım insanı anlamadan önce. Sonra sesimin en parlak tonuyla sivriltmeye başladım uçlarını. Bunlarla da yetinmeyerek cilalardım uçlarını sözcüklerin. Sanırım vurduğum yerde, cilalı taş devrinin izlerini arardım. İnsanın alçalmasının sınırının olmamasına tanık olmamdı üzüntümün sebebi …
Ah kendi bataklığında debelenen ruhlar, nasılda bulandınız çirkefliğine ihtirasın! Zaaflarınızla yuvarlanıp giderken evrende, bir anda aşağılık uçuruma yuvarlandınız.
Yorum
Her zaafı aşağılık bir duygu…
Her zaafı aşağılık bir duygu olarak görmüyorsunuz umarım. Annenin çocuğuna olan zaafı gibi.. Anlıyorum ki kadınlar size göre bereket tanrıçası olan “tike” dir ya da yozlaşmış tensel ya da maddi zaaflarının peşinde koşan zavallılardır. Aşk kutsaldır her kadın ya da erkek için değildir ve aşk ile ihtiras ( seks) karıştırılmaktadır.
Yanıt
Sevgili İlksen, yorumunuz için teşekkür ederim. Sanırım denemenin başlığındaki ayırımlar zaafla aşağılık duyguyu birbirinden keskin sınırlarla ayırdığımın bir kanıtı. Zaaf insana özgüdür, annenin çocuğuna, ebeveynlerin ailesine, canın canana vb. Bunlar öze dair olandır.
Aşağılık duygular tanımlamam ise amacından saptırılmış duygulardır. Saplantılar, elde etmek için girişilen ayak oyunları, tuzak kurma vb... Bunlar öze dair değildir. Kişisel duyguların sapmasıdır. Zaaf ile aşağılık duyguları ayıran en temel sözcük sapmadır.
Gelelim kadınlara... Aşkın Estetik Halleri adlı kitabımda Hitit Panteonunun büyü tanrıçası Kamruşepa vardı. Onun üzerinden aşkın ne'liğini anlatmıştım. Yeni kitap için yol arkadaşı olarak yine bir tanrıçayı bereket tanrıçası Tike'yi seçtim. Seçme bir haktır ve bilinçli yapılmıştır. Her türden bereketi evrenin dişilliği üzerinden kadın eksenli düşüncenin ürünü olarak metodik olarak tanımlıyorum. Yozlaşmaya gelince o da insan içindir. Yozlaşmış kişiliğin kadını erkeği yoktur. Tike kadın kavramını temsil eden üst bir kavramdır. Kadınlar tensel ve maddi zaafların peşinde koşan zavallılar... Bu sonucu destekleyecek bir cümleme asla rastlayamazsınız. Çünkü tensel ve maddenin peşinde koşmayı ilke haline getirmiş eril düşüncenin egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ama eril düşünce de olduğu gibi kimi dişil anlayış için bu sav geçerlidir.
Gelelim "Aşk kutsaldır her kadın ya da erkek için değildir ve aşk ile ihtiras ( seks) karıştırılmaktadır." Sanırım bu deneme ile ilgili değil, sizin savınız. Eğer öyleyse kendini çürüten bir tez/savdır. Lakin aşk insana ait üstün bir kavramdır ve her diye bir ayrıma asla izin vermez. Her yüreğin hakkıdır. Ama yaşanır ya da yaşanmaz ayrı bir tartışma konusudur.
Aşk ile ihtiras birbirine çok uzak kavramlardır. Ki, aşk karşılık beklemeksizin vermektir, ihtiras ise vermeden almak, sahip olmak, egemenlik kurmak vb. isteyen bir ego hareketidir.
Önerim okurun okuduğu metnin özüne sadık kalarak, kendi tezini yazıya dönüştürmesidir. Aksi yazara da okura da haksızlık olur. Düşüncelerimi aktarmama zemin hazırladığınız için, içtenlikle teşekkür ederim. Her daim haberleşmek ümidiyle Aşkın Estetik Halleri kitabını öneririm. Düşüncenin aydınlattığı sevginin, sanatın ve yazının ışığında buluşalım.
Ümit Yaşar Gözüm
Yeni yorum ekle