
Toplumun Aynasında Bir Sestir Atasözleri
İhsan Kurt
Her toplum kendi hafızasını diliyle kurar; dilin en özlü ve kalıcı ifadeleri ise çoğu zaman atasözlerinde saklıdır. Nesilden nesile aktarılan bu sözler, yalnızca bireysel deneyimlerin değil, kolektif toplumsal gözlemlerin de taşıyıcısıdır. Bu bağlamda, halkın sade ama derinlikli bakışını yansıtan birçok atasözü, sosyal eşitsizliklerin ve sınıf farklılıklarının kristalleşmiş bir ifadesi olarak karşımıza çıkar. Ekonomik gücün yalnızca mal değil, aynı zamanda söz, görünürlük ve hatta hakikat üretme biçimine dönüştüğü bir düzende; halk bu çarpıklıkları, kimi zaman bir tebessümle, kimi zaman sert bir eleştiriyle dile getirmiştir.
Düdüğü kimin çaldığını, horozun nasıl yumurtladığını ya da hangi anahtarın hangi kapıyı açtığını anlatan bu özdeyişler, aslında toplumda kimin konuştuğunu, kimin susturulduğunu da söyler bize. Bir yanda gösterişli sofralarda yükselen kahkahalar, diğer yanda umutla yenen ekmeğin sessiz direnişi vardır. Ve tam bu noktada, atasözleri yalnızca bir anlatı değil, güçlü bir sosyolojik veri hâline gelir. Çünkü halk, yaşadığı eşitsizlikleri yalnızca gözlemlememiş, onları dile getirmiş, dile getirmekle de kalmayıp zamana karşı direnen bir belleğe dönüştürmüştür.
Bu yazı, atasözlerini sadece folklorik bir malzeme olarak değil; sınıfsal ilişkileri, sembolik şiddeti ve sosyoekonomik tahakkümü açığa çıkaran birer analiz aracı olarak ele alıyor. Zenginin malından yorulan züğürdün çenesi, aslında bir sistem eleştirisidir. Parayı verenin çaldığı düdük, adaletin kim için işlediğini soran ironik bir sorudur. Horozun yumurtlaması ise yalnızca mizahi bir ifade değil, toplumsal algının nasıl eğilip büküldüğünü gösteren çarpıcı bir metafordur. Kısacası, bu sözler halkın sezgisel sosyolojisidir; sözle kurulan sessiz bir dirençtir.
Toplumun alt tabakalarında yer alan bireyler, zenginlerin yaşam tarzlarına sadece uzaktan bakar. Gözlemler, kıyaslamalar ve dedikodular bir tür pasif temas biçimidir. "Zenginin malı, züğürdün çenesini yorar" sözü, bu durumu öyle net bir biçimde ortaya koyar ki; yoksul birey konuşur, kıyaslar, iç geçirir ama değişim yaratma gücünden yoksundur. Bu, yalnızca maddi değil; aynı zamanda kültürel ve psikolojik bir mesafe anlamına gelir. Yoksul, sisteme dışarıdan bakar ama içinde yaşar. Hem dahil hem dışarıdadır.
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nün “sembolik şiddet” kavramı burada devreye girer. Bourdieu’ye göre, güçlü sınıflar yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve sembolik sermayeye de sahiptir. Bu nedenle toplumda hangi davranışın “doğru”, hangi tercihin “makbul” olduğu çoğu zaman bu ayrıcalıklı sınıflar tarafından belirlenir. Zenginin giydiği kıyafet “zevk”, söylediği söz “vizyon”, yaşadığı hayat “hedef” olur. Aynı davranışlar yoksul biri tarafından sergilendiğinde ise görgüsüzlük ya da eksiklik olarak damgalanır.
Atasözlerinde en çok dikkat çeken temalardan biri de adaletin göreliliğidir. "Güçlünün adaleti zayıfa zulüm olur" gibi ifadeler, adaletin evrensel değil, güç ilişkilerine bağlı olarak işlediğini gösterir. Toplumda yasalar herkese eşitmiş gibi görünse de, uygulamada kimin lehine çalıştığı çoğu zaman açıktır. Sermaye sahipleri, siyasi elitler ya da statü grupları kendi lehlerine bir düzen kurar; bu düzen de “hukuk”, “kural” ya da “meşruiyet” adıyla meşrulaştırılır.
Antonio Gramsci'nin “hegemonya” kavramı burada yol gösterici olabilir. Gramsci’ye göre, egemen sınıflar sadece zor kullanarak değil, aynı zamanda rıza üreterek iktidarlarını sürdürürler. Bu rıza, halkın kendi ezilişine dair farkındalığını bastıran bir kabullenişe dönüşür. Yani adaletsizlik, adalet gibi sunulur; zulüm, düzenin gereği gibi içselleştirilir. Tüm bu süreçlerde halk, ironiyle karışık bir bilgelikle şunu söyler: “Filler tepişir, çimenler ezilir.”
Belki de bu yazının en duygusal ve çarpıcı noktası, "Fakirin ekmeği umutla yenir" sözüyle somutlaşır. Gerçekten de yoksulluk, çoğu zaman sadece eksiklik değil; bir bekleyiş, bir hayal etme biçimi olarak yaşanır. Umut, yoksulun elindeki son “sermaye”dir. Ancak bu umut her zaman bir çıkış yolu değil, bazen de sistemin devamını sağlayan bir yanılsamadır. Çünkü umudun olduğu yerde itiraz ertelenir; gelecek beklentisi bugünkü eşitsizliğe katlanmayı kolaylaştırır.
Modern toplumlarda umut, özellikle alt sınıflar için “beklemeye alınmış öfke”dir. İş için sınavlara giren milyonlar, çocuğuna iyi bir gelecek sağlamak için çırpınan ebeveynler, eğitimle sınıf atlamaya çalışan gençler… Hepsi, umutla hayata tutunmaya çalışır. Ancak sistem bu umudu yeniden ve yeniden üretir. Umut var oldukça, çaba da vardır; itiraz ise ertelenir. Ve bu döngü içinde atasözü şöyle fısıldar: “Azıcık aşım, kaygısız başım.”
Tüm bu sözler, Türk halkının sistem eleştirisini kelimelere dökme biçimidir. Atasözleri birer aforizma değil; yaşanmışlığın, gözlemin ve hayatın gerçekliğinin ürünüdür. Mizah içerirler, ironi taşırlar, ama her şeyden önce güçlü bir farkındalığı barındırırlar. Zenginliğin sorgulanmadığı, gücün haklılıkla karıştırıldığı, yoksulluğun görmezden gelindiği her yerde bu sözler yeniden anlam kazanır.
Bugün sosyal medya, dijital tüketim, reklam kültürü gibi alanlarda bu atasözlerinin yankısını duymamak mümkün değil. “Gösteriş tüketimi”nin, “başarı öyküsü” adı altında sunulan zenginlik anlatılarının, “influencer kültürü”nün, yani sosyal medya platformlarında geniş bir takipçi kitlesi kazanarak insanları etkileme ve bu etkiyi ticari fırsatlara dönüştürme üzerine kurulu yapılaşmalarınyarattığı yeni sınıf ayrımları, aslında halkın yüzyıllar önce söylediği şeyin modern versiyonlarıdır. Horoz hâlâ yumurtluyor; çene hâlâ yoruluyor; düdüğü çalan hâlâ parayı verendir.
Atasözleri, yalnızca geçmişin bilgeliği değil; bugünün eleştirisi ve yarının uyarısıdır. Sosyal eşitsizlikler, sadece istatistiklerle değil, halkın ağzından dökülen bu kısa ama keskin sözlerle de görünür olur. Her biri, bir sistem eleştirisinin, bir sınıfsal farkındalığın ve bir tarihsel tanıklığın özetidir. Toplumu anlamak isteyen herkes, önce halkın ne söylediğine kulak vermelidir. Çünkü bazen bir atasözü, bir ciltlik sosyoloji kitabından daha çok şey anlatır.
Yeni yorum ekle