
Küresel Çağda Türkler İçin Düşman Kim?
Fahri Atasoy
Dünyada yer alan toplumlar birbirinden farklı yapılara ve hikayelere sahiptir. Ancak toplumlar arasında bazı ortak özellikler de vardır. Orta Çağ adı verilen tarihsel dönemde toplumlara metafizik öğretilere ve ilkelere sahip olan semavi dinler egemen olmuştur. Çin ve Hind gibi eski medeniyetler bundan istisna kalmış ama dünyanın büyük kısmında Hıristiyanlık, bir kısmında İslamiyet, küçük bir grupta da Yahudilik egemen olmuştur. Dinlere göre düşman kendi dininden olmayanlardır. Hatta kendi dinine ve Tanrı’sına inanmayanlara “kafir” ithamında bulunurlar. Tarihsel süreçte bu büyük dinlerin içinde bölünmeler görülür ve yine birbirini öteki (düşman) ilan ederler. Avrupa’da Rönesans sonrası başlayan süreçte yaşanan din savaşları aslında mezhep savaşları şeklinde görülmüştür.
İslam dünyasında çok kanlı olmasa da dinin farklı yorumlanması ve uygulanması yüzünden düşmanlaşmalar oluşmuştur. İran’ın İslam anlayışı olarak Şiilik öne çıkarken, Arapların Sünnilik iddiası farklılaşmanın temelini oluşturur. Tarihsel süreçte Türkler bu iki anlayışın arasında bölünmüşlük yaşamıştır. Aslında İslam dinini daha rasyonel bir yorum olarak Maturidi ve Hanefi ekol üzerinden hayatlarına alan Türkler bir süre sonra bu şuuru kaybetmiş görünmektedir. Kaybetmeye sebep olan faktörler arasında akıldışı yolları tercih eden mistik tasavvufi yorumlara dayanan tarikatlar ve Arabistan kaynaklı selefi-vahabi içtihatlara dayanan medrese geleneği yer alır. Bu konu başlı başına okunması ve araştırılması gereken bir problem alanıdır. Düşmanlık belirleme noktasında önemli bir kaynak olarak dikkat etmek gerekir. İslam dünyasının bölünmüşlüğü buraya dayalıdır.
Türkler dünya sahnesine devletler kurarak çıkmışlardır. Devlet felsefesine konu olabilecek ilk devletleşme örnekleri arasında Türklerin devletleri önemli bir yer tutar. Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Gazneliler, Karahanlılar, İdil-Bulgarlar, Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye öne çıkan Türk devletleri arasındadır. Ayrıca fethettikleri topraklarda yönetimi ele geçiren ve egemen olan Türk boyları ve hanedanlarının devletleri de vardır. Bu bağlamda Türklerin düşman tanımlaması tarihsel süreçteki konumlanmalarına bağlıdır. Örneğin Hunlar için en önemli öteki-düşman güç Çinlilerdir. Çinliler için de Türkler korkulan düşmandır. Efsaneye göre Çin Seddi bu sebepten yapılmıştır. Fakat Türkler bu dönemde milletleşme bilincine sahip değildir ve birbiriyle savaşmaktan da geri durmazlar. Türklerin birbiriyle savaşına Dandanakan Savaşı en önemli örneklerden birisidir. Bu savaşlar esnasında farklı etnisiteden veya dinden insanlarla iş birliği yapılması da uzak ihtimal değildir. Milletler bir batında doğup büyüyüp yaşayan varlıklar değildir. Milletleşmek çileli bir tarih ve kültür yolculuğu gerektirir.
Türkler hikayesine Selçuklu ve Osmanlı ile devam edecek olursak her iki devleti büyüten çok güçlü bir düşmanla mücadeleye girişmeleridir. Karşılarında dünyanın en büyük imparatorluğu olan Roma Devleti vardır. Bu durum son derece önemli bir hareket noktasıdır. Malazgirt Roma İmparatorluğu’na karşı bir dirençtir, geri adım atmadan meydan okumadır. Artık Selçuklu Türklerinin ötekisi-düşmanı Bizans’tır. Bizans’a karşı verilen mücadele onları büyütecek ve güçlendirecektir. İyi günler uzun sürmez ve kendi soydaşlarının da içinde yer aldığı Moğol saldırıları başlar. Devlet kısa zamanda zayıflar ve dağılır. Ortada geleneksel yapıda teşkilatlı olan beylikler kalır. Bu beylikler doğal olarak kendi aralarında egemenlik mücadelesine girerler. Başarılı olan devlet olacaktır. Aralarından belki en zayıfı Osmanlı Beyliği Bizans ile mücadeleyi seçer ve büyümeye başlar. Doğru düşman ve mücadele azmi bir toplumsal grubu güçlendirir, yanlış düşman seçimi o toplumu çökertir. Bu ibretlik bir durumdur.
Türklerin Batıya doğru ilerlemesi tarihte büyük değişimlere yol açar. Daha önce Batı Hunları Avrupa’ya gelip destanlar yaratmış, iz bırakmış idi. Şimdi de Osmanlı Türkleri destanlar yazmaktadır. Önlerine çıkan bütün güçler düşmandır ve hedeflenen topraklar mutlaka ele geçirilir. Bu başarılı süreç bir yerde duracaktır. Düşman artık eskisi gibi hemen pes etmemekte ve direnmektedir. Viyana kuşatması ilk bozgun olarak tarihe geçer. Sonrası maalesef kayıplar ve mağlubiyetlerle efsaneler yaratan bir devletin çöküşünü getirir. Artık bize zarar vermeye çalışan düşman çoktur. İçlerinden en pervasızı topraklarımızı ele geçirmek ister. Ruslar buna ilk örnek. İkinci örnek bütün dünyada koloniler oluşturan Birleşik Krallık olarak bilinen İngiltere’dir. Osmanlı egemenliğindeki zengin enerji ve hammadde kaynaklarını almak isterler ve sonuçta alırlar. İngilizlerle en büyük hesaplaşmamız Çanakkale’de yaşanmıştır. Burada dünya imparatorluğu İngiltere’nin karizması çizilir. Artık dönemin baş düşmanı ortaya çıkmıştır: İngilizler.
Osmanlı’nın parçalanması, Türklerin kaderi, vatanın egemenliği gibi önemli konular İngilizler tarafından belirlenmektedir. Yunan işgali de dahil olmak üzere Dünya Savaşı sonrasındaki bütün gelişmelerde muhatap İngiltere ve yandaşlarıdır. Bu yandaşları iyi gözlemlemek gerekir. Rusya 1917 devrimi ile bu ittifaktan ayrılmak zorunda kalmış ama ABD sonradan dahil olmuştur. 20. Yüzyıldaki en önemli tarihi olaylarda bu iki devlet yer alacaktır. Karizması Çanakkale’de çizilmiş olan İngiltere İkinci Dünya Savaşı’nda adasından ayrılamaz duruma gelmiştir. Savaş sonrası sömürgelerinin büyük kısmını kaybetmiştir. Tarih sahnesinde artık ABD ve SSCB vardır. Bu iki devletin öncülüğünde oluşturulan askeri ve siyasi paktlar yeni düşman tanımlamasının ölçütü olmuştur. NATO ile Varşova Paktı bu dönemin anahtar kuruluşlarıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Türklerin dünya sahnesinde hayatlarını sürdürebilmesi bakımından büyük bir imkan oldu. Bu iddia dünyadaki bütün Türkler için geçerli kabul edilmeli. Çünkü 20. yüzyılda diğer Türk toplulukları da maalesef güçlerini kaybetmiş ve büyük oranda esarete düşmüşlerdi. Büyük zorluklarla İstiklal Savaşı vererek, modern bir devlet kurmuş olan Batı Türklüğü olmuştu. Kurucu önder Mustafa Kemal Atatürk bu süreçte son derece akılcı ve gerçekçi politikalar takip etti. Mümkün oldukça savaştan uzak durarak, refah yaratacak bir kalkınma hamlesine başlamıştı. Yurtta sulh, cihanda sulh ilkesini uygulamaya çalıştı. Türklerin artık biraz kendine gelmesi lazımdı. Sahada Yunan ordusu ile savaşmasına rağmen onlara bile barışçı mesajlar verdi. Öteki tanımlaması bir anlamda askıya alındı. Ama bu politika çok sürdürülemedi. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmeler Türkiye için zorunlu bir düşman tanımlamasına yol açtı. Dünyada Soğuk Savaş adı verilen yeni bir süreç başladı ve bu süreçte tarafsız kalmak neredeyse imkansızdı.
Türkiye ağır bir bedel ödeyerek, Kore’de şehitler vererek NATO’ya girdi. ABD için stratejik ortak olarak kabul edildi. Baş düşman SSCB’ye karşı Türkiye’nin siyasi, ekonomik, güvenlik stratejileri artık ABD tarafından belirlenecekti. Türkiye’de neler üretileceğine veya üretilmeyeceğine bile onlar karıştı. Silah ve teknoloji üretimi tamamen onlara bağımlı hale geldi. Eğer onların siyasi çıkarlarına aykırı bazı adımlar atılırsa anında müdahale yapıldı. 1960 ve 1980 Askeri Darbeleri bu bağlamda değerlendirilebilir. Aslında yavaş yavaş bağımsızlığımızı kaybetmeye başladık. Tanımlanan düşmanla biz mücadele edecek bir irade geliştiremiyor, ABD önerilerine razı geliyorduk. Bir süre sonra pek çok becerimizi yitirdik. Pasif, edilgen, teslimiyetçi ve itaatkar duruma düştük. İtiraz edenlere ise komünist yaftası hazırdı. Bunlar gerçekten komünist miydi, yoksa vatansever miydi tam olarak anlayamadık. Milliyetçi olduğunu düşünenler ise eski Rus tehditlerine dayanarak ABD politikalarına boyun eğmek zorunda kaldılar. Sokaklarda bazı cılız sloganlar haykırılsa da karar mercilerinde maalesef itiraz sesleri yükselmedi. Bu durum Türkiye için analiz edilmesi elzem olan problemli alanlardan birisidir.
Berlin Duvarı’nın ve SSCB’nin yıkılmasıyla yeni bir süreç başladı. Soğuk Savaş şartlarının oluşturduğu dünya sistemi bozuldu. Düşman tanımlamasının ölçüsübozuldu. Dünyada Sovyet tehdidi veya komünizm tehlikesi kalmadı. Ama Türkiye’de siyaset kurumu, akademi dünyası, güvenlik birimleri gibi kritik görevler yürüten kurumlar ve kişiler henüz bu formatlanmayı tam anlamıyla aşamadılar. Yeni bir dünyayı algılamaktan ve yorumlamaktan maalesef uzaklar. Henüz pasif zihin yapılarından kurtulamadılar. Ezberlerle hayat sürdürmek kolay. Dünyada olup bitenler son derece dinamik ve değişken. Yeni şartları doğru okuyup ona göre pozisyon almak ve problem çözmek gerekli. Maalesef Türkiye bu bağlamda bocalamaya devam ediyor. Arada hayalperest romantikler devreye giriyor. Ülkede uluslararası ilişkiler profesörü olmuş, dışişleri bakanlığı ve başbakanlık yapmış adamlar yalınayak Gazze’ye gitmekten bahsedebiliyor. İnsani olarak kulağa hoş gelse de reel politik bağlamda absürt bir durum. 15 Temmuz öncesi ve sonrasındaki gelişmeler de buna benzer şekilde ülkeye zarar verici boyutta maalesef.
Türkiye’nin meşgul edilmesi, enerjisini ve kaynaklarını tüketmesi için yaratılan yapay kamplaşmalar ve iç çatışmalar, Soğuk Savaş bağlamındaki düşman tanımlaması ile yeniden analiz edilmelidir. 80 öncesinde yaşanan sağ-sol çatışması, Alevi-Sünni ayırımcılığı, Kürt-Türk kavgası gibi denemeler topluma zarar verdi. Modern adı verilen dönemde Batı toplumları, geleneksel yapılarından kaynaklanan kendi çatışmalarını milletleşme süreçlerini yöneterek çözmüşlerdi. Milletleşen toplumlar ortak payda üzerinden ortak çıkarlar ve ülküler etrafında bütünleşirler, kenetlenirler. Bu durum siyasal güç olmayı sağlar. Hatta gücünü artırmaya katkıdabulunur. Cumhuriyet bize bu fırsatı vermiştir. Modern ulus devlet modelinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti eşit vatandaşlık ilkesiyle azınlıklar dışındaki halkı Türk milleti olarak tanımlamıştır. Azınlıklar Lozan Antlaşmasında resmi olarak özel statüde koruma altına alınmıştır. Millet olma şuuruna varan insanlar arasında artık husumet, kayırmacılık, bölücülük olmaz. Birbirine karşı düşmanlaştırma hiç olmaz.
Türkiye’nin öteki veya düşman tanımlaması başka ülkelerin ve güçlerin manipülasyonu ile belirlenmez. Türkler dünyadaki en eski ve köklü milletlerden birisidir. Yapay bir millet veya kültür değildir. Çağdaş dünyada çok sayıda yapay devlet ve halk vardır. Ortadoğu’da son yıllardaki gelişmeler bu yapay devletlerin durumunu bize gösterdi. Örneğin Suriye sosyoloji için bir laboratuvar gibi ortada duruyor. Milletleşmemiş bir halk var ve bu halkın coğrafya üzerinden siyasal birlik oluşturması ve ayakta kalması çok zor. Ancak daha güçlü devletlerin himayesinde uydu gibi hayat sürdürebilir. Esad ailesi bunu yaparak iktidarda kalabildi. Suriye milleti olabilseler bütün zorlukların üstesinden birlikte gelmeye çalışırlar. Ama öyle olmuyor. Yönetimi ele geçiren gruplar iktidarlarını sürdürebilmek için tavizler vererek dış etkilere açık kalıyorlar.
Türkiye, kendi tarihsel ve kültürel birikimi üzerinde güçlü bir devlet olmak istiyorsa milletleşme sürecini akıllı yöntemlerle sürdürmelidir. Yapay çatışmalar ve düşmanlıklar yerine, dünyadaki küresel büyük oyuna katılacak hedefler seçmelidir. Türklerin ötekisi hiçbir zaman birlikte yaşadıkları veya himayesine aldıkları etnisiteler olmamıştır. Bu bağlamda ne Sırplar ne Bulgarlar ne Yunanlılar ne Ermeniler Türkler için gerçek anlamda öteki olmamıştır. Bu adı geçen topluluklar kendi varlıklarını ispat etmek için Türkleri düşmanlaştırmış olabilirler. Türklerin millet varlığı ve tarihi tecrübesi bunlardan kat kat fazladır. Dolayısıyla bunları isyana veya işgale teşvik eden güçler Türkler için asıl düşmandır. Çinlilerden sonra Romalılar, Haçlılar, Ruslar, Fransızlar, Germenler, İngilizler en çok muhatap olduğumuz düşmanlardır.
Günümüzde küreselleşme sürecinde Soğuk Savaş sonrasında en fazla karşı karşıya gelmek durumunda kaldığımız devlet şüphesiz ABD olmaktadır. ABD ile ilişkilerimizi henüz tanımlayabilmiş değiliz. Yeni dönemde öteki ve düşman tanımlamaları için şablonlar ortadan kalkmış durumdadır. İlişkiler konjonktürel olarak değişim gösterebilmektedir. Soğuk Savaş döneminde NATO üzerinden stratejik ortak olduğumuzu zannederek pek çok milli ve bağımsız devlet kurumumuzu teslim ettiğimizin sıkıntılarını daha iyi gözlemliyoruz. Örneğin Irak’ın kuzeyinde Çekiç Güç adıyla sürdürülen operasyonların nasıl bizim aleyhimize sonuçlar verdiğini şimdi daha iyi anlıyoruz. (Bu konu hakkında daha etraflı-detaylı bilgi mevcut) TSK içindeki milli unsurlar bunu erken fark etmiş olsalar da NATO çerçevesinde seyretmek zorunda kaldıklarını hatıralarında yazdılar. Türkiye ABD ilişkileri küreselleşme döneminde problemli bir hal aldı. Bunun öngörüsünü George Friedman 2009 yılında yazdığı “Gelecek 100 Yıl” isimli kitabında yazmıştı. Yakın gelecekte ABD ve Türkiye çıkar çatışması yaşayacak öngörüsü çok kısa zamanda ortaya çıktı. Şimdilerde bunu yaşıyoruz. Henüz birbirimizi düşman ilan etmedik ama dost da değiliz.
Küreselleşen dünyada dostu ve düşmanı belirleyecek sağlam dayanaklar yok maalesef. Devletler ve milletler arası ilişkilerde romantikliğe ve duygusallığa yer yok. Böyle olunca bir ülke soğukkanlı bir şekilde kendi varlığını sürdürebilecek tedbirleri öncelikle almak zorunda. Sonrasında diğer ülkelerle ilişkilerini sağlıklı ve akılcı bir şekilde sürdürebilmenin yollarını hazırlamak durumunda. Bunun için çok yönlü stratejik hesaplara ve detaylı bilgilere ihtiyaç var. Yakın coğrafyamızda Suriye’de can yakıcı bir iç savaş yaşandı. Sonra Rusya Ukrayna’ya saldırdı. Şimdilerde İsrail saldırıları altında Gazze yanıyor. İran sırada bekliyorken saldırılar buraya da başladı. Şimdi biz içerde birbirimizle mi düşmanlık yapalım, yoksa eski şablonlar üzerinden mi konumlanalım. Sanırım yapmamız gereken, büyük millet olmanın şuuru ile gerçekçi ve akılcı yollar aramak ve sürdürmek.
Yeni yorum ekle