
Felsefeden Neden Hoşlanmazlar?
Fahri Atasoy
İnsan doğal olarak düşünme yeteneği ile doğar. Zaman içinde bu yetenek eğitilir ve geliştirilir. Bazı toplumlarda bu düşünme yeteneği yüksek seviyeli eserlere yol açar. Bazıları ise düşünmeyi kendilerine bir yük veya tehdit olarak görür. Düşünmenin engellendiği ve olumsuzlandığı yerlerde medeniyet olmaz. Problemlere çözüm üretecek yollar aranmaz, yeni eserler üretecek ortam yaratılmaz. Düşünmenin olmadığı yerde sorgulama olmaz, doğruluk derdi olmaz, arayış olmaz, felsefe olmaz. Felsefenin olmadığı yerde ot bile bitmeyecek kuraklık olur. Kuraklık ortamında kültür yaşamaz,yeni filizler veremez, kendini yenileyemez.
Tarihçi filozof Arnold Toynbee medeniyetlerin ölümünü düşünceye dayalı yaratıcılığın yok olmasına bağlar. Bir medeniyet karşılaştığı problemlere cevap üretemiyorsa ve üretim yapamıyorsa ömrünü tamamlamış demektir. Ölü medeniyetlere tarih sahnesinde sıkça rastlarız. O medeniyetler artık arkeolojinin ve tarihin konusudur. Dünya sahnesinde sürdürülen var olma mücadeleden çekilmişlerdir. Toynbee’nin bu yaklaşımına temel olan düşünce İslam Arap bilgini İbni Haldun’a aittir. İbni Haldun da medeniyetlerin-devletlerin bir ömrü olduğunu, biyolojik organizmalar gibi doğup büyüdüklerini ve belli bir ömür sürdürdükten sonra öldüklerini iddia eder. Bu yaklaşım bir döngü tespitine dayanır. Medeniyetin, kültürün ölmesi düşüncenin ölmesi demektir. Düşüncenin öldürüldüğü yerde medeniyet ve kültür de ölür.
Düşüncenin olmadığı yerde felsefe olmaz, sanat olmaz, bilim olmaz. Din varmış gibi görünse de İslam dini gibi düşünceyi teşvik eden kısmı öldürülmüş dinler olur. Bu dinlerin en önemli özelliği katı bir ezbere ve tekrarlanan ritüellere dayanmalarıdır. Bu dinleri temsil eden merkezler insanlardan sorgusuz sualsiz bir teslimiyet bekler. Bu teslimiyet için Tanrı araç olarak kullanılır. Aslında teslim olunan yer düşüncesizliği benimsemiş belli menfaat gruplarıdır. Bu gruplar egemenlik peşindeki siyasal gruplar olabilir, çıkar grupları veya dini görünümlü tarikat ve cemaatler olabilir. Üyelerinden şartsız teslimiyet ve itaat isterler. Bunu dini bir kılıfa sokarak Allah’a itaat görüntüsü yaratırlar. Halbuki İslam’ın Tanrısı kendisine iman etmenin bir özgürlük yaratacağını anlatmaktadır. Kula kulluk etmemenin yaratacağı bir özgürlük insan için en büyük nimettir. İslam dini insanı özgür birey olarak görür ve ona göre muhatap olur. Bu konuda Prof. Dr. Orhan Arslan’ın sohbetleri ve yazıları son derece aydınlatıcıdır.
İnsanın düşünme eylemi özgürlüğüne bağlıdır. Sürekli baskı altında kalan insanlar düşünme yetilerini kaybederler. Bir insanın topluma hazırlanma süreci sosyalleşme olarak adlandırılır ve kültür ile desteklenir. Hayatını toplum içinde sürdürecek kadar o toplumun kültürel birikimini kazanır. Dilini, müziğini, davranış kalıplarını, değerlerini, ritüellerini, geleneklerini öğrenir. Ama düşünmeyi öğrenen insan orada kalmaz. Kendi yaratıcılığını keşfeder, sorgulamalarda bulunur, araştırmalar yapar, yeni şeyler öğrenir, yeni şeyler dener, yeni yöntemler geliştirir, problemlere çözüm önerileri üretir. Bunu yapmak veya yapmaya çalışmak oldukça zordur ve meşakkatli bir mücadele gerektirir. Bu yol bazı toplumlarda adeta kapanmış gibidir. Sürekli engellerle karşılaşırsınız. Zorlanırsınız.
Düşünmesi engellenen insanın önce biraz morali bozulur, sonra alışmaya başlar. Düşünmemenin konforu tembelleştirir ve keyfini çıkartmanın meşrulaştırmasını yapar. Sürekli kendisine, neden böyle olması gerektiğinin, bunun faydalarının, zorunluluklarının sözde rasyonel sebeplerini izah eder. Ben bilmem eşim bilir yarışması gibi her konuda kendisinden daha iyi bilecek bir üst makam bulur. Bu makamda bir ağabey, bir lider, bir şeyh, bir büyük her zaman vardır. Benim yerime düşünen, bilen, karar veren büyüklerimize itaat etmek dini bir görev olarak sunulur. Allah’a, Peygamber’e ve ülü’l-emre itaat bir dini vecibe olarak sunulur. Bundaki sebep ve şartları düşünülmez, sadece sorgusuz itaat kısmı kullanılır. Zalim bir hükümdar bile kendisineburadan medet umar. Tarihte örnekleri vardır. Burada din iktidar sahiplerinin en büyük silahıdır. Dini yetkiyi hangi hakla ve yolla aldıklarını izah edemeseler de müritlerine veya mensuplarına çok etkili bir şekilde kabullendirirler. Bu kabullenme dini bir vecd veya mistik bir görev edasıyla yapılır. Soru sorulmaz, düşünmeye teşebbüs edilmez. Düşünme melekesini meşgul edecek bir meta verilir ve onunla meşgul olması sağlanır. Bir tarikatın şeyh fotoğrafı vererek “buna bakarak ve bunu düşünerek rabıta yapacaksınız” ritüeli buna çarpıcı bir örnek oluşturur.
Modern toplumda da düşünme belli toplumsal kesimlerin elinde veya yetkisinde bir eylemdir. Diğer insanların düşünmesine gerek kalmayacak şekilde kararlar alınır ve zorunluluk varmış gibi uygulanması beklenir. Modern adı verilen toplumsal sistemler de düşünmeye yolları kapatır. Halk için en doğru olanı ve ihtiyaç duyulanı modernliğin yarattığı sistemler sağlayacaktır. Bu durumda modernliğin de itaat istediğini söyleyebiliriz. Bu noktada ortaya büyük bir paradoks çıkmaktadır. Tıpkı İslam dininin düşünmeyi teşvik etmesine rağmen belli bir zaman sonra donuklaşmış bir ezbere dönüşmesi gibi, modernlik de düşünmeyi öldürmeye başlar. Halbuki toplumsal canlılığın en büyük gücü düşünmedir. Felsefeciler bunu her daim kırma girişiminde bulunurlar. Bu anlamda gelişen modernlik eleştirileri son derece kıymetlidir.
Düşünmenin kontrol altına alındığı ve itaat etmenin ahlaki kural haline getirildiği toplumlarda iktidarlar gittikçe güçlü birer totaliter sisteme dönüşürler. Avrupa Yeni Çağ döneminde Katolik Kilisesi hegemonyasındaki feodal düzenden kurtulmak için çok büyük mücadele vermiştir. Adına modern denilen yeni bir medeniyet yaratmıştır. Bu süreçte çok zengin yeni icatlar ve sistemler geliştirmiştir. Bir anlamda uygarlıkta zirveyi zorladığını söyleyebiliriz. Ancak 20. Yüzyıla gelince kendi iç yapısında problemler başlamış ve bir bunalım ortaya çıkmıştır. Bu bunalımın en çarpıcı örnekleri siyasal sistemlerinde ortaya çıkan totaliter rejimler olmuştur. Tarihteki tiranlıklara benzer Faşizm, Nazizm ve Sosyalizm uygulamalarına şahit olunmuştur. Bu sistemler mensuplarını dini vecd halinde itaate zorlarlar ve özgürlükleri yok ederler. İdeolojik ezberler bu sistemlerde devreye girer ve her şey önceden belirlenmiştir. İnsanlara bunları ezberlemek ve uygulamak kalmaktadır.
Düşünmenin dayanılmaz cazibesi öldürüldükten sonra, ortaya çıkacak insan modeli aslında robotlaşma biçimindedir. Robotta tanımlanmış komutlar vardır. İtaatkar mensuplarda şartlı refleks seviyesinde öğrenilen, ezberlenen davranış kalıpları görülür. Kırmızıyı gören boğanın saldırması veya zil sesini duyan köpeğin salya salgılaması gibi. Şartlı refleks öğrenmelerde düşünme ve karar verme mekanizması çalışmaz. Soru sorulmaz, merak edilmez, itiraz edilmez, farklı seçenek aranmaz. Tek seçenek vardır: “Tek yol devrim” sloganı gibi. Bizim şeyh veya liderin bir bildiği vardır veya her şeyi bilir ön kabulü geçerlidir. Benim düşünmeme ve sorgulamama gerek yok. Böyle durumlarda itiraz edenler veya sorgulayanlar düşmanlaştırılır. Hatta sadık mensuplar tarafından şeyhten veya liderden daha sert tepkiler gösterilir. Kraldan çok kralcı olmak tavrı burada geçerlidir. Düşünmeye tahammül olmaz.
Felsefe için özgür bir ortam gereklidir. Özgürlüğün olmadığı yerde baskı vardır. Düşünen zihinler baskıları bile aşabilir ama bazı toplumsal ortamlar buna izin vermez. Bireylerin zihinlerini baştan şartlandırırlar ve düşünmemeyi öğretirler. Bir eğitim sisteminde ezbercilik varsa bu şartlandırma var demektir. Ezber, bir otorite tarafından doğruluğu iddia edilen bazı bilgilerin sorgulanmadan ve tartışılmadan olduğu gibi öğrenilmesini gerektirir. Din bu kabullendirmeyi iman ile pekiştirir. İdeolojiler de dinin bu iman etme yöntemini taklit ederler. Totaliter sistemler ise daha çok korku ve baskıyla gerçekleştirirler. Sonuçta düşünmeyi devre dışı bırakan ezber öğretilerle eğitilen bireyler birer robot köleye dönüşür. Egemen sistemin sadık savunucuları olurlar. Aykırı davrananlar ise oyun bozan veya asi olarak tanımlanırlar.
Egemenlerin insan düşüncesini kontrol altında tutma arzuları anlaşılabilir bazı gerekçelere dayanır. Fakat düşünme yetisine sahip olduğu ve bunun gücünü fark ettiği halde düşünmekten gönüllü olarak vaz geçenleri anlamak oldukça zordur. Düşünce, zincire vurulabilecek bir eylem biçimi değildir. Düşüncenin yasaklanmasına rağmen sürdürüldüğünün örnekleri çoktur. Rönesans döneminin gökbilimcileri ile Kilise-Engizisyon arasındaki ilişkiler en çarpıcı örnektir. Dünyayla ilgili alanlar tamamen Kilise tarafından belirlenmiş ezberlere dayalıdır. Gökyüzü ile ilgili de bazı temel tanımlamalar vardır ama insanların bu alanda çalışması, gözlem ve ölçüm yapması yasak değildir. Düşünme ve araştırma faaliyetinin bu alanda yoğunlaşması tesadüf değildir. Fakat elde edilen bulgular Kilise’nin ezberlerini bozacak cinstendir ve tehlikeli olarak görülür. Engizisyon hemen devreye girer ve ilk kurban Roma meydanında yakılarak herkese ibret olması istenir. Bu kurban Giordano Bruno’dur. İkinci kurban Galileo Galilei’dir ve meşhur sözünü burada söyler. Ezber bozmak mevcut bilgilerin gerçeğe aykırı olduğunu ortaya çıkartmaktır. Önemli olan gerçektir ve gerçeğe uygun doğruluktur.
Doğruluk ve gerçeklik derdi felsefede vardır. Felsefe sadece felsefe tarihinde yapılan tartışmalar ve düşünceler değildir. Sadece bunlara bağlı kalırsak felsefe alanında da ezberler yapılıyor demektir. Asıl olan felsefe yapmanın amacı ve yöntemidir. Bunun en temel aracı düşünmedir. Düşünmenin akıl yürütme adı verilen bir tarzıdır. Sorgulama ile ilk temel önerme belirlenir ve onun üzerine akıl yürütme ile düşünce sistemi geliştirilir. Felsefeden uzak duran toplumlar ne merak duygusuna ne sorgulama tavrına ne tartışma ve eleştiri yöntemine izin vermezler. Bizim toplumumuzun felsefeden hoşlanmama veya felsefeyi olumsuzlama sebebi burada saklıdır. Akıl yürütme seviyesine henüz geçmeden engellenmektedir. Toplumların medeniyet yaratması ancak düşünmenin yolu açıldıktan sonra başlar. Aslında bunun temeli insan yaratılışında vardır. Üç-dört yaşındaki çocuklara baktığınızda doğuştan bu gücün onlarda dile geldiğini görürsünüz. Sonra bu yeteneğin nasıl baskılandığını ve öldürüldüğünü tespit ettiğimiz ve ortadan kaldırdığımız zaman yol açılacaktır. Bunun üzerine düşünmek ve tartışmak lazım.
Bir toplumda düşünme yolları açıldığında ve düşünme yöntemleri öğretildiğinde sağlıklı bir ortam kurulmuş demektir. İnsanın şahsiyetli birey olması kendi düşünme yetisini kullanmasına ve kararlarını kendi başına verebilmesine bağlıdır. Bu karar verme imkanı iradeyi kullanma anlamına gelir ve hem ahlaken hem dinen sorumluluk getirir. Eğer bir kişi kendi kararını vermiyor ve başkaları tarafından yönetiliyor veya zorlanıyorsa davranışlarında problem var demektir. Demokrasi adı verilen siyasal yönetim biçimi bu varsayıma dayalıdır. Demokrasi düşünen ve kararlarını verme seviyesine ulaşan insanların rejimi olarak ifade edilebilir. Halkın iradesi bireylerin tercihlerinin dışında veya üstünde değildir. Birlikte ortak karar oluşturulduğunda kamu yararına bir irade oluşturulur. Yoksa liderine biat etmiş ve düşünmeyi terk etmiş kişilerin oluşturduğu kolektif grupların iktidar mücadelesi demokrasi değildir. Siyasi partiler belli programlar ve ilkeler çerçevesinde iradi olarak bir araya gelmiş insanların, ülkeyi yönetmek için hazırlandıkları teşkilatlardır. Şartsız ve iman seviyesinde irade devri söz konusu değildir. Bağlılık kişilere değil ilkelere, hedeflere ve değerleredir. Düşünme, insana insanca bir yaşama imkanı doğurmaktadır. Felsefe bu imkanın ürün-eser haline dönüşmesine yol açar. Düşünmenin kıymetli olduğunu gösteren bir kültür ortamı yaratır. Veya tam tersi bir manzaraya razı olursunuz…
Yeni yorum ekle