
Urla Kadısı
Doğan Soydan
Ne etsem nereye gitsem bu şehir beni kendine çekiyor; kaç kez üniversite sınavına girdimse şansıma hep burası çıktı.Yanıbaşımızda onca büyük kent varken dört beş il geçip İzmir’egelmekkolay mı? “Beni buraya çeken güç,olsa olsa İzmirli Ermeni kızı Naciye Hanım olur” desem deasıl güç,Urla Kadısı Mustafa Kâmil Efendi’dir.
Mustafa Kâmil Efendi’nin dedeleri 1400’lü yılların başında Anadolu’ya “Nakib” olarak gönderilmişler. Osmanlı, “Orada hem Devletimizin size yüklediği görevleri yapacak hem gösterdiğimiz arazilerin sahibi olacaksınız; ahaliyi çalıştırıp onların geçimini sağlayacaksınız” demiş. Nakibler böylece gelip Anadolu’nun ortasında Elbistan Ovasınayerleşmişler. O günden bugüne zaman su gibi akıp geçmiş; oğulları, kızları olmuş, torunlar, gelinler, damatlar çoğaldıkça çoğalmışlar. Öyle olunca Devlet işlerinde imtiyazlı, Din işlerinde biat edilen, köyleri, geniş arazileri olan büyük bir kabile oluşmuş.
Nakib olabilmenin birinci koşulu “Ehlibeyt”soyundan olmakmış. Aynı soydan büyük bir kabile olan Elbistan Nakibleri, yer yurt edindikleri bu ovada bir yıl, beş yıl, on yıl ve yüzlerce yıl böyle imtiyazlı, hükümran yaşarlarken beşincikuşaktan Mustafa Kâmil Efendi bu kuralı bozmuş; “Ben İstanbul’a gidip yüksek mekteplerde okuyacağım, Ulema olacağım” demiş. Nakibliği, dört beş köyün sahipliğini, binlerce dönüm araziyi bırakıp İstanbul’un yolunu tutmuş. Anadolu’nun ortasında başlayan Nakiblik, İstanbul’da Medrese, Hukuk Mektebiderken ne getirip ne götüreceği bilinmeyen zamanın kucağına atıvermiş kendini.
Googlearama çubuğuna, “Kadı Mustafa Kâmil Efendi” yazmak geldi aklıma; yazdım,karşıma bir kitap kapağı çıktı:“Elbistanlı Nakiboğlu Kadı Mustafa Kâmil Efendi”(*)Kitabın ilk sayfalarında, kendi kaleminden çıkmış, çocukluktan Kadılığa uzananyaşam
öyküsünüaktara döndüre bir çırpıda okudum:
“Halep vilayetinin Maraş sancağına bağlı Elbistan ilçesinin Hacı Şaban mahallesinde 1865 yılının 30 Nisanını 1 Mayıs’a bağlayan gece saat altı buçuk sularında tevellüdüm vuku bulmuştur. Adım Mustafa Kâmil, babamın adı Nakib Mehmet. Şöhretim Nakiboğlu, lakabım Nakibü’l-Eşraftır. Annem Ümmü Gülsüm Hatun tarafından dahi Elbistan müsellimi Karabekir zade Hacı Ahmet Ağa’nın torunuyum. İslam milletinden ve Osmanlı devleti tebaasındanım.Altı-on dört yaşlarım arasında Elbistan ilçesinde Sinanzade Hacı Ahmet Efendi’den dersler aldım. Elbistan Rüştiye Mektebini bitirdim. Ancak bu tarihte14 yaşımda, Müftülü zade Hacı Mustafa kızı Fatma Hanım ile evlenmiş olduğum için tahsili bıraktım. Yirmi yaşıma geldiğimde bilincimi aydınlatan manevî kudretin ışığıyla yeniden tahsile başlayarak medreseye girdim. Maraş Müderrisi İsmail Efendi’den ilim tahsil ettim. Ardından 1887 Kasım’ında İstanbul’a giderek Hazine-i Evkaf Meclisi reisi Kuyucaklı Seyyid Mehmet Atıf beyefendininders halkasına devamla 30 Aralık 1893’te resmi icazetname aldım. Bu arada imtihanla Mekteb-i Nüvvaba (Hukuk mektebine) girmiştim ve dört yıl zarfında hiçbir sınıfta kalmayarak bitirdim. Devlet hizmetine 16 Haziran 1893 tarihinde yirmi sekiz yaşımda iken 1250 kuruş maaşla ile Beyrut’un Mercuyunkazası Kadılığına tayin edildim.Sonra Urla, Adıyaman, Andırın, Saimbeylive Çal Kazası Kadılıklarına atandım.”
***
Anlaşılan, Mustafa Kâmil Efendi İstanbul’a gitmeden önce 14 yaşında evlenmiş.Beyrut, Adıyaman, Andırın, Saimbeyli Kadılıklarından sonra 1900’lü yıllarınbaşındaUrla’ya atanmış. Urla’daeşi Fatma Hanım, oğulları Sabit ve Ata ile birlikte güzel ve mutlu bir yaşam sürdürürlerkenilginç bir olay olmuş:
Birgün Kadılık makamının kapı tokmağı tıklatılmış. Kapı açılınca genç ve güzel bir kız görünmüş ama adımını içeriye atmasıyla bayılıp eşiğe yığılması bir olmuş! Kadı Mustafa Kâmil Efendi ve yanındakiler telaşlanmışlar, kızın elini yüzünü yıkamış, yüzüne gülsuyu serpip ayıltmışlar. “Sen kimsin ne istiyorsun?” demişler. Kız, soluklanıp kendine geldikten sonra anlatmaya başlamış:
“Ben Osmanlı tebaasından İzmirli bir Ermeni kızıyım. Aylardan beri her gece aynı rüyayı görüyorum; yeşil cübbeli bir Efendi her gece rüyama giriyor, bana İslam Dinini anlatıyor. Her gün aynı kişiyi aynı rüyayı görmekten yoruldum artık. Sabahlara değin gözüme uyku girmez, elim ayağım tutmaz oldu. Bu yeşil cübbeli efendiyi öyle çok gördüm öyle çok dinledim ki anlattıklarının hepsini sanki Ezberlemiş gibiyim. Çok etkilendim çok duygulandım sonunda Müslüman olmaya karar verdim. Günlerdir ‘ben nasıl Müslüman olurum, ne etmeliyim, nereye gitmeliyim?’ diye düşünür dururum. Komşulara sordum, camideki hoca efendilere danıştım. Her kime danıştımsa, “Kadı Efendiden fetva almalısın” dediler. İşte buraya bunun için gelmiştim,” dedikten sonra yeniden fenalaşıp olduğu yere tekrar yığılmış. Oradakiler yine elini yüzünü yıkamış, yüzüne gülsuyu serpip ayıltmışlar. Heyecandan mecalsiz düşen kız şöyle sürdürmüş konuşmasını: “Her gece rüyama giren, bana İslam dinini anlatan efendiyi burada, karşımda görünce şaşırdım,bayılmışım işte!” demiş.
İzmirli Ermeni kızı bunları anlatırken gönlünde ve ruhunda ne fırtınalar estiği bilinmez ama öyle güzelmiş ki, sanki “al beni!” diye bakıyormuş Kadı Efendi’nin gözünün içine. Mavi gözlü, sarı saçlı, uzun boylu alımlı çalımlı bir kız… üstelik de seçkin ve zengin bir aile kızıymış. Adamcağız Urla’da kendi halinde Kadılık yapar, eşi ve iki çocuğuyla mutlu yaşarken İzmirli Ermeni kızıişte böyle çıkıvermiş Kadı Mustafa Kâmil Efendi’nin karşısına. Böyle başlamış Urla Kadısı Mustafa Kâmil Efendi ile İzmirli Ermeni kızınaşkı. Sonunda evlenmişler. Evlendikten sonra “Naciye” adını almış, asıl adı unutulup gitmiş. Unutulan yalnız adı değil, kendisi de unutulmuş; İzmir’de yaşayan annesi, babası kardeşleri bir süre sonra Mübadilolup başka ülkeye gidince, Naciye -ailesi yönünden- yapayalnız kalmış Türkiye’de;ölünceye değinne arayanıolmuş ne soranı!
Tam da Osmanlı’nın yıkılmaya, dağılmaya doğru savrulduğu günlermiş o günler! Kadı Mustafa Kâmil Efendi, İstibdat Döneminin baskıcı idaresine karşı çıkan,Tanzimatçılar yanında yer alan, Meşrutiyetçi;rüşvete, irtikaba göz yummayan bu nedenle baskılara maruz kalanbir Kadıymış. Kendisi gibi düşünen devlet adamlarıyla konağın bahçesindeki kameriyenin altında toplanır sabahlara değin tartışır, Devletin Bekası için çareler ararlarmış. Bu buluşmaları, konuşmaları,davranışları ve yazılarıyladikkat çeken ve kuşku uyandıran Mustafa Kâmil Efendi, “Tebdil-i mekânda belki uslanır” denilerekAralık 1903 tarihinde Çal kazası Kadılığına atanmış. İki eşi iki çocuğuyla Urla’da yaşadıkları güzel, mutlu günleriÇal kazasında uzun sürmemiş, burada ağır bir Melankoli hastalığına yakalanmış! Pençesine düştüğü hastalıkbeynini, bedenini, ruhunuyavaş yavaş kemirirken Mustafa Kâmil Efendi kimi zaman durgun su gibi sakinleşip inzivaya çekiliyor kimi zaman dağdan inen sel gibi coşup taşıyormuş!Coşkun ve taşkın olduğu zamanlar kalem elinden düşmez; mektuplar, arzuhaller yazıp sağa sola gönderirmiş. En çok da Şeyhülislam Mehmed Cemaleddin Efendi’ye gönderirmiş yazdıklarını; yakın dostluğu varmış Cemaleddin Efendi ile. Yazdıkları genelde Devletin bekası, halkın sefil ve yoksul yaşamdan kurtarılması ve bilhassa yaşadığı ilin, ilçenin sorunlarıyla ilgili yazılarmış. Sözgelimi, “Hukuk Mahkemesinin Maraş sancağında, Ağır Ceza Mahkemesinin Halep vilayetinde olduğunu, yollar uzak vetehlikeli olduğu içininsanların mahkemeye gitmekten kaçındığını, gidenlerin yollarda telef olduğunu, eşkıyalar tarafından soyulduğunu; bu nedenle memleketi Elbistan’ın Mutasarrıflık yapılmasını isteyen 12 sayfalık bir dilekçe yazıp Sadrazamlık Makamına göndermiş.
Taşkın halleri görüldüğünde görevden uzaklaştırılıyor, durgun olduğu zamanlar Kadılık görevine yeniden başlatılıyormuş ama ne hastalığı ne de görevden uzaklaştırılması onun maaş almasına engel olmamış. Padişah II. Abdülhamid, “Kadı Mustafa Kâmil Efendi yaşadığı müddetçe maaşı ödene” diye imtiyaz fermanı buyurmuş.
Mustafa Kâmil Efendi her şeyden önceNakib’tir. NakiblerEvlâd-ı Resûl oldukları için devlet katında her zaman itibar görür, protokollerde, merasimlerde en önde yer alırlarmış.Padişah,protokole doğru gelen bir Nakib görse ayağa kalkıp selamlarmış.Mustafa Kâmil Efendi,Osmanlı’nın yıkılmaya, parçalanmaya doğru sürüklendiği o günlerdeNakibolma üstünlüğüne dayanarak PadişahII. Abdülhamid’e bir mektup göndermiş. İşte tam da o günlerde,21 Temmuz 1905 günü Padişah II. Abdülhamid Cuma namazı için geldiği Yıldız Camiinden çıkıp ileride bekleyen arabasına doğru yürürken, Şeyhülislam Cemaleddin Efendi destur verip onun yolunu kesmiş vezarftan çıkardığı bir yazıyı okumaya başlamış. Daha yazının ilk satırlarınıokurken az ötede şiddetli bir patlama olmuş; tuzaklanmış saatli bir bombaymış patlayan,Padişaha suikast düzenlemişler!Abdülhamid’i mutlak bir ölümden kurtaran bu yazı, meğer Mustafa Kâmil Efendi’ningönderdiği o yazıymış! Mektubun ilk satırlarında şunlar yazılıymış: “Ben Evlad-ı Resulüm, Hilafette sizden öndeyim. Ya Devletin Bekasına sahip çık, sürdür ya bana biat et!..”
Bu olaydan sonra Mustafa Kâmil Efendi, “Padişah Abdülhamid’i ölümden kurtaran Kadı” olarak ünlenmişse de bu unvan, Melankoli hastalığının ızdırabı yanında unutulup gitmiş! Padişah Abdülhamid’in, “Kadı Mustafa Kâmil Efendi yaşadığı müddetçe maaşı ödene!” imtiyaz fermanıbunun içinmiş.
Çal Kazasına vardıklarında ilk eşi Fatma Hanım’dan olma oğlu Sabithenüz 11, Ataise 9 yaşındaymış. Sabit, Vaka-i Hayriye denilen Yeniçeri kıyımından sağ kurtulup dağa çıkan son Yeniçeri Ağasının adıymış. (**) Mustafa Kâmil Efendi, onun gibi yiğit olsun diye mi yoksa Yeniçerileri desteklediği için mi oğluna bu adı koymuş, bilinmez.
Sabit, Birgünbabasından izin alıp arkadaşlarıylaMenderes Irmağı’na yüzmeye gitmiş. Bu gidiş onun sonu olmuş! Yüksek bir yerden ırmağın derin yerine takla atınca,başı, dipteki iki taşın arasına sıkışıp kalmış. Dalgıçlar üç gün sonra çıkarmışlarçocuğun cesedini. Otopsi anını izleyen Mustafa Kâmil Efendi (çok kitap okuduğu, çok düşündüğü, okudukları üzerinde fazlaca kafa yorduğu, memleket meselesini kendine dert edindiği için hastalandı denilse de)asıl bu acının tesiriyle Melankoli hastalığına yakalandığı doktorlarca rapor edilmiş.Annesi Fatma Hanım çok yaşamamışilk çocuğu Sabit’in ölümünden sonra! Kadı Mustafa Kâmil Efendi ise Melankolik haliyle çok üzülmüş çok acı çekmiş; gâh iyileşip Elbistan Medresesinde Müderrislik yapmışgâh inzivaya çekilip sefil, perişan ve yoksul bir yaşam sürdürmüş!
1893’te Beyrut’ta başlayan, 1900’lü yılların başında Urla’da ve Çal Kazasında süren bu fırtınalı hayat;Eşi Fatma 1914’te, Naciye 1932’de, Mustafa Kâmil Efendi 1917’deölümüylesonlandı.Onlar şimdi Nakibler Mezarlığında yatmaktalar yan yana;yolum düştükçe çiçekler diker, karanfiller bırakırımmezarlarına.
Nakiblermi?Takvimler 20. yüzyılınson çeyreğinigösterirken“O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler,” Anadolu’nun dört bir yanına dağıldılar.Yalnız,kiminin üstüne toz toprak, atıla atıla kaybolmuş ve taşları yan yatmış, kiminin üstüne apartman dikilmiş,“Nakibler Mezarlığı” şehrin en müstesna yerinde öylece durup durmakta;her yıl biraz daha işgal, talan, tahripedilerek!
… “yüzün perde perde solmakta
“kızıl havaları seyret ki akşam olmakta.”(***)
***
Ne etsem ne yapsam bu şehir beni kendine çekiyor;nereye gitsemyolum buraya çıkıyor” demiştim. İşte sonunda ogizemli güççekip beni İzmir’e getirdi.Sınavını kazandığım okula kayıt yaptırtmak için gelmiştim.Babam, “Kâmil ağabeyin orada Buca Nüfus Müdürü, onu bul sana yardımcı olur” demişti. “Kâmil ağabey”dediğim, Menderes Irmağında boğulan Sabit’in küçük kardeşi Ata’nın oğlu. Onun babaannesi Elbistanlı Fatma Hanım, benim babaannem İzmirli Naciye Hanım. Kadı Mustafa Kâmil ikimizin de büyükbabası. Araya sora Buca’yı, Nüfus Müdürlüğünü buldum. “Kâmil Ağabey,masalarda oturan memurların hangisi acaba?”Oradakilere soracaktım ama buna hiç gerek kalmadı; babamın kopyasısanki, müdür koltuğunda oturuyordu. Orta yaşlı, fötr şapkalı, kalıplı, ağır devinimli olgun bir bey. O güne değin hiç görüşmemişiz, yabancı gibiyiz. Tanıştık, kucaklaştık! Mesai bitince beni evine götürdü, konuk etti. Ertesi gün akşam, eşine, “Amcaoğluyla biraz İzmir’i gezeceğiz” dedi, evden çıktık. Yürüyüşünde, konuşmasında bile bir soyluluk olduğu hemen dikkat çekiyordu. Bir belediye otobüsüne bindik.Uzunca bir yolculuktan sonra deniz kıyısında bir kanepeye oturup dinlendik. Biraz sonra büyük birgemi (feribot) denizi yara yara homurtuyla gelip birkaç metre ötemize demirledi. Bu, İzmir’e ilk gelişimdi. Denizi, gemiyi, feribotu, geniş caddeleri, görkemli yüksek apartmanları, asansörü ve de Üniversiteyi gördüğüm ilk büyükşehir.Kâmil Ağabey cebinden 2 lira çıkarıp bana uzattı, biraz uzağımızdaki kulübeyi göstererek “Şuradan iki birinci al” dedi. Kulübenin önünde beş on kişi var, ben de gidip sıraya girdim ama ne alacağımı bilemiyorum.“İki birinci nedir acaba? Birinci sigarası mı?..”Sıra bana geldi, gişenin küçük penceresinden 2 lirayı uzattım, “İki birinci” dedim. Ben merakla beklerken,başında denizci şapkası olan gişe görevlisi bana iki tane küçük karton fiş uzattı. Meğer feribot 1. mevkii biletiymiş, Konak’tan Karşıyaka’ya geçecekmişiz.
Feribota bindik, 1. mevkideki lüks kanepelere oturduk. Biraz ilerleyip de yol yarı olunca ben -merakımdan- güverteye çıktım. Sinema filmlerinde gördüğüm artistler gibiyim; kolumu güverte demirine yaslayıp hafif büküldüm. Genç ve gür siyah saçım efil efil savruluyor rüzgârda, başımızın üstünde ötüşen, kanat çırpan martı kuşları, denizin karnını yaran köpükler..
Karşıyaka'da deniz kıyısında bir yazlık restorana oturduk. Kâmil Ağabey zengin bir masa donattı. Kendisi demlenirken ben de hayatımın ilk birasını orada içtim. Konak, Karşıyaka, deniz, feribot, sahili döven dalgalar, üstümüzde dönen martılar ve az ötemizde Zübeyde Hanım Anıtı.Karşımızda ışıl ışıl parlayan İzmir…
Saatlerce oturduk, konuştuk, dertleştik; en çok da o konuştu, anlattı. Hepsi aileye, ailemize, en çok da Kadı Mustafa Kâmil Efendi’ye ve onun talihsiz yazgısına dair… Eski varsıllığımız, şimdiki yoksulluğumuz, her biri bir yana dağılmış, çoğu birbirini tanımayan Nakibler… Konuştuklarımız hep İçimizi burkan, üzen aile dramı! En çok da büyükbabamız Kadı Mustafa Kâmil Efendi’nin Melankolik hayat hikayesi! Konular öyle alıp götürmüş öyle sürüklemiş ki bizi, gecenin ortasında restorandan en son çıkan biz olduk.
Kâmil ağabey mi? O, altı kardeşini evlendirip en son kendisi evlenen fedakâr bir "büyük" ağabeydi! O günden sonra görüşemediğimize üzülürüm!
(*) Özalp, Ömer Hakan, Elbistanlı Nakiboğlu Kadı Mustafa Kâmil Efendi,Özgü yayınları, 2007,İst.
(**) Çamuroğlu, Reha, Son Yeniçeri, Everest yayınları, 2000, İst.
(***)Ahmet HaşimMerdiven.
Yeni yorum ekle