
“Her Kahraman Pelerin Giymez’’,
çocuklara yönelik bilgilendirici ve psikolojik destek içerikli kitapları ile tanınan dünyaca ünlü Kanadalı yazar Jennifer Moore-Mallinos’un kitabının slogan haline gelmiş bu tanımlama bazen öyle anlamlı ve öyle yerinde kullanılır ki,bu söz tam bu kişi için söylenmiş deriz.
Öyle isimsiz kahramanlar vardır ki, yapmış oldukları reklamsız, övünmesiz işleri Prometeus’un Zeus’tan ateşi çalıp insanlığa hediye etmesi kadar ölçülemez değerdedir. Bu kahramanlar için ‘’ Her kahraman pelerin giymez ‘’ denildiği kadar,kamuda insani, vicdani, ahlaki konularda temayüz etmiş, toplum çıkarlarını kendi çıkarlarının üstünde görmüş, vatan, millet ve insanlık için erdemlilik timsali insanlar için söylenegelmiş ve Türkçemizde de bu durumlar için söylenegelmiş bir söylem vardır ‘’Heykeli yapılacak insan‘‘
Yokluklar içerisinde kurulmuş, dünyanın yaşadığı büyük ekonomik krizinin etkileriyle sarsılmış ama yıkılmamış genç Cumhuriyetin bir de II. Dünya savaşının karşı konulamaz ekonomik, siyasi ve sosyal sıkıntılarının yaşandığı 1944 yılında, Anadolu’da Bozkırın ortasında Ürgüp kasabasının Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne Cumhuriyetin Aydınlanmacı zihniyetine sahip bir gencin, Mustafa Güzelgöz’ün kütüphaneci olarak tayini çıkmasıyla gerçek bir kahramanlık öyküsünün önsözü yazılmaya başlar.
Cumhuriyetten iki yaş büyük olan Mustafa, 1921 yılında Nevşehir Ürgüp’te dünyaya gelir. Cumhuriyet ile neredeyse akran olan Mustafa, Cumhuriyetin tüm evrelerini yaşayarak görür. Cumhuriyetin 21. Yıl dönümünde 1944 yılında Kütüphaneci olarak Ürgüp’e tayini çıkar. 21 yaşındaki genç cumhuriyet, bu yaşa gelinceye kadar neler yaşadığını, başından ne badireler geçtiğini ve 1944 yılına gelirken geçmişten hangi maddi, manevi ve kültürel mirasla geldiğini kısaca hatırlamak gerekirse;
İnsanlık tarihine oldukça etki etmiş olan ve yazılı materyallerin hızlı bir şekilde basılmasını sağlayan, daha önce hiç olmadığı kadar yazılı eserleri ortaya çıkaran, dokümanların, kitapların daha kolay ve hızlı basılması ile birlikte kitap fiyatlarının el yazması kitaplara göre çok daha ucuza mal ederek herkesin basılan yeni kitaplara ulaşabilmesini sağlayan, bilimsel ve kültürel ilerlemeleri hızlandıran, eğitim sistemine en büyük katkıyı sağlayarak bilgiye erişim şeklimizi de değiştirecek olan matbaanın icadı ile dünya yeni bir düzene geçmiştir.
Matbaanın icadı ve önemi bu kapsamda incelendiğinde, Avrupa’da bilim ve haberleşme sürecinin ilerlemesine, daha fazla okuma ve yazma alışkanlıklarını kazandırmasına vesile olmuştur. Matbaadan önce kitaba erişim, dolayısıyla okuma imkânı ruhban sınıfına özgü bir ayrıcalıktı. Matbaa ile birlikte muhtelif dillerde kitaplar basıldığı gibi geniş kitlelerin de kitaplardan istifade etmeleri sağlanmıştır. Matbaanın icadı, el yazması kitapların elle kopyalanmasının yerine daha hızlı ve etkili bir basım sürecini mümkün kılarak, Avrupa’da kitap üretimini büyük ölçüde arttırmış ve bu sayede kitle iletişiminde büyük bir devrim süreci başlamış, Avrupa bu sayede stratejik açıdan gerisinde kaldığı doğuyu geçebilme fırsatını yakalamıştı.
Bilindiği üzere Matbaanın ilk kez kullanılması, ağaç oyma tekniği kullanılarakMS 593'te Çin de başlamıştır. İlk basılı gazete de MS 700'de,ilk basılı kitap ise şu an İngiliz Kütüphanesi’de bulunan 11 Mayıs 868 tarihli DiamondSutra (Bilinen en eski eksiksiz basma kitap olan Tianemmen ruloları) Çin’de basılmıştır.
Çin’den sonra Uzak Doğu’da Japonya, Kore ve Uygurlarda matbaanın kullanıldığı bilinmektedir. 9 ve 10. yy. da Arap dünyasında da ahşap, kil, kalay, bakır malzemeden baskı aparatları kullanıldığı görülmektedir. Ağaç oyma, kumaş baskı tekniğini İslam dünyasından alan Avrupa da özellikle 15. yüzyılda matbaacılığın üssü olan Hollanda'da basım tekniği çok gelişmiştir. O dönemde hattatlarca yazılan ve hakkaklarca kazılan tahta kalıpların yanı sıra Harlem kentinde ilk kez tek tek harflerle baskı denemelerini 1430 yılında LourensJanszoonCoster'in yaptığı sanılmaktadır.
Nihayet, icat tarihi hakkında değişik kaynaklarda,1446,1447 ve 1450 olarak bahsedilen, diğer matbaaların haricinde günümüz anlayışına uygun, taşınabilir, metal harf kalıplarını kullanan, metin basabilen,tipo baskı, harflerin tek tek yerleştirilip mürekkeplenerek basılma tekniğini uygulayarak daha etkin ve verimli bir şekilde kullanılmasını sağlayan matbaanın mucidi Johannes Gutenberg, ortağı Fust ile birlikte Almanya'nın Mainz şehrinde metal harflerle basım tekniğini bulmuş ve matbaaya uygulamıştır.
Gutenberg'in üretimi, özellikle de 1455'te bastığı ve Gutenberg Kutsal Kitabı olarak bilinen Kutsal Kitap, yüksek kalitesi ve ucuz fiyatıyla kısa sürede başarılı olmuş, yeni buluş Avrupa'dan başlayarak tüm dünyada yaygınlaşmıştır. Daha sonra tipo baskı olarak adlandırdığımız bu matbaa tekniği sanayi devrimiyle doğan modern baskı makinalarının ve matbaacılık endüstrisinin temeli olmuş ve 20. yüzyıl sonlarına kadar gelmiştir.
Matbaa, yazılı metnin hızla çoğaltılmasını ve daha geniş kitlelere ulaşmasını sağladığı için bilginin muhafazasında ve yayılmasında daha ileri bir aşamayı temsil eder. Matbaanın icadıyla insanların öğrenme merakı daha kolay tatmin edilebilir olmuş,matbaadan önce kitaba erişim, el yazması olduğundan varlıklı sınıfların imkânlarıdâhilinde olduğundan, dolayısıyla okuma imkânı dabu sınıfına özgü bir ayrıcalıktı. Matbaa ile birlikte muhtelif dillerde kitaplar basıldığı gibi geniş kitlelerin de kitaplardan istifade etmeleri sağlanmıştır. Bu icat, kısa sürede bütün Avrupa’ya yayılmış, 1450 yılında sadece bir olan matbaa sayısı, 1500 yılında 250 merkezde 1.700’e yükselmiştir. Matbaalarda elli yıl zarfında27.000 kitap basılmış, bu kitaplardan 10.000.000’dan fazla kopya üretilmiştir.
Matbaanın bulunmasıyla ortaçağda egemen dil olan Latince de yerini ulusal dillere bıraktığı belirtilmiştir.Aragon da basılan kitapların dilinde ilk başlarda Latincenin üstünlüğü görülürken ileriki yıllar da İspanyolcanın Latince karşısında güçlendiği,benzer gelişmelerin Almanya’da da görüldüğü ve Almanca basılan kitapların Latince karşısında azımsanmayacak kadar güçlendiği görülmüştür.
Latincenin ulusal diller karşısında gerilemesi yalnızca bunlarla sınırlı kalmayıp kutsal kitapları olan İncilin de ulusal dillerde basılması Latincenin egemenliğini hiç olmadığı kadar sarsmıştır. Martin Luther, İncil’i 1521 yılında Almanca, William Tydale de 1526 yılında İngilizce basmıştır. Danimarka’da ve İsveç’te İncil’in yerel dillerde okunmasına 1530’da izin verilmiştir.
Arapça dilinde kitapları da basmaya başlayan Avrupa’da en fazla ilgi uyandıran dinî metinlerinden birisi deKur’ân-ı Kerim’di. Bunun Latinceye çevrilmesinde merakın yanı sıra, olurda ileride işimize yarar deyip, İslam aleyhine kullanılabilecek argümanlar elde etme arzusu, ekonomik, siyasî çıkarlar ve özellikle, gözlerine kestirdikleri İslâm ülkelerinde sömürgecilik çabalarını başarıya ulaştırma amacı da güdülmüş veKur’an-ı Kerim’in Arap harfleriyle basılması yoluna gidilmiştir.
Paganini adlı bir Venediklinin, bazı kaynaklarda 1499 diğer kaynaklarda ise 1530 yılında Arap harfleriyle ilk matbu Kur’ân-ı Kerim’i bastığı bilinmektedir. İtalya’dan sonra Almanya’da da Abraham Hinckelmann adında bir Alman matbaacı, Hamburg'ta 1694Arapça Kur'an-ı Kerim basımını yaptırmıştır.
Genel olarak kabul görülen Arapça olarak basılmış ilk Kur’an-ı Kerim yılı olan1499 tarihinden sonra, Arapça basılan ilk kitap ise, ‘’Namaz Saatlerinin İskenderiye Kilisesinin Usulüne Göre Hesaplanması’’ (Kitab-ı Salatü’s-Sevâî’ biHesabi’d-DaksuKenîsetü’l-İskenderiye) adlı 1514 yılında İtalya’nın Fano şehrinde GregorioGergio tarafından kurulan bir matbaada Papa II. Julius ve Papa X. Leon’un teşvik ve yardımlarıyla basılan kitaptır.
Floransa’da, Papa XIII. Gregoire’nin çabalarıyla Kardinal Ferdinand de Medicis vasıtasıyla Vatikan tarafından finanse edilen ve başında da gençliğinde Osmanlı topraklarında bulunarak Arapça, Türkçe ve Farsça öğrenmiş olan GianbattisraRiamondi bulunan ve Arap harfli kitaplar basmak için kurulan Medici Matbaası olarak anılacak “TipografiaMedicea” matbaası 1584 yılında kurulmuştur.
1698 yılında, İtalya'da, Arap dili ve kültürü uzmanı LudoVicoMarracci (1612 - 1700) tarafındanPadova şehrindeTipografia del Seminario adlı yayınevinde Arapçave Latince tercümesiyle birlikte iki cilt halinde basımı tamamlanan Kur'-an-ı Kerim'in ilk cildi 1691 de Roma'da çıkmıştır. Hiç şüphesizki batılıların bu kadar meraklı olarak Kur’an-ı Kerim’i hem Arapça basmaları hemde anlaşılabilir olması için Latince tercüme ettirmelerindeki maksat yukarıda bahsettiğimiz gibi tamamen Türk tehlikesine, düşmanlığına yönelik çalışmaların ürünüydü.
Fransızlarda Alman ve İtalyanlardan geri kalmaz ve Fransa’da ilk Arapça Kur'an-ı Kerim basımı, 1543 tarihinde, Paris'te, Fransa'nın İstanbul Elçisi Muavini Oriyantalist ve gezgin GuillaumePostel (1510 - 1581) tarafından Lâtince tercümesiyle birlikte basılır. Fransızlar daha sonra sömürgeleştirdikleri yerlere özellikle ilk önce Mısır, sonraları Tunus, Fas, Cezayir ve diğer Müslüman ülkelerde sömürgeleşmek maksadıyla birçok kereler Kur’an-ı Kerimi Arapça basıp bu ülkelere göndermişlerdi.
Floransa’da 1584 yılında, kurulan “TipografiaMedicea” matbasını destekleyen Papa XIII. Gregoire’nin çabalarıyla Kardinal Ferdinand de Medicis vasıtasıyla Vatikan tarafından finanse edilmekteydi. Medici Matbaası Arap harfli kitaplar basmak için kurulmuştu. Matbaanın yönetimine, gençliğinde Osmanlı topraklarında bulunarak Arapça, Türkçe ve Farsça öğrenmiş olan GianbattisraRiamondi getirilmişti. Kullanılacak Arap harflerinin üretimi görevi ise kuyumcu hakkâk Robert Granjon’a verilmişti.
Avrupa’da Arapça Kur’an-ı Kerimi basmak artık neredeyse sıradan bir iş olmuştu, sırasıyla 1708 de Almanya'da Wittemberg'te 1785’de İrlanda'nın Dublin şehrinde, 1786 da Amsterdam'da, 1834 de Leipzig'te, büyük Alman oriyantalistiGustaveFlüegel (1802 - 1870) tarafından bir takım mütalâalarla birlikte yapılan Arapça Kur'an-ı Kerim basımları, sonradan, 1842, 1855, 1867,1870, 1881, 1893 yıllarında tekrar edilmiştir. 1881 de Frankfurt'ta, 1833, 1871, 1875, 1881 tarihlerinde ise Londra'da Arapça basımlar yapılmıştır.
Rus Çariçesi Katerina II (1729-1796) Rusya'daki Türk ve Müslümanları kendi tarafına çekmek ve kazanmak için, 1773, 1779, 1787, 1790, 1793, 1796, 1798 yıllarında, Kur'an-ı Kerim'in Arapçası ile tercüme tefsirlerini, bol, bol bastırarak bedava dağıtmıştır.
Avrupa matbaalarında sadece Arapça kitaplar ve dini metin olarak Kur’an-ı Kerim değil Latin harfleriyle Türkçe kitaplarda basılmaktaydı. Bu konuda İtalyanların üstünlüğü tartışma götürmez oranda çok daha fazlaydı. Bu konuda en önemli bir çalışma olan CodexCumanicus (Kodeks Kumanikus)’tan bahsetmeden geçemeyiz.
CodexCumanicus, 13-14. yüzyıllarda Karadeniz’in kuzeyinde, Kırım ve Kafkasya’da pek çok değişik dilde konuşan çeşitli milletler arasında ortak bir ticaret ve anlaşma dili özelliğini kazanan Kıpçak Türkçesinin geniş ifade gücünü ve söz varlığını belgelemektedir.
Doç. Dr. Ufuk TAVKUL ‘’CodexCumanıcusve Karaçay-Malkar Türkçesi’’ adlı makalesindenKıpçak Türkçesinin Karadeniz’in kuzeyinde, Kırım’da ve Kafkaslar’ın kuzeyinde yaşamakta olan çeşitli kavim ve milletlerin ortak anlaşma dili olduğu anlaşılmaktadır. 1404 yılında Kafkasya’da bulunan Avrupalı misyoner Johannes de Galonifontibus Kafkasya’da ve Karadeniz’in doğu kıyılarında yaşayan Yunan, Ermeni, Çerkes, Got, Tat, Rus, Lezgi, Avar, Kazikumuk, Alan kabilelerinin hepsinin Türk-Tatar dilinde konuştuklarını yazmaktadır. 17. yüzyılda Kafkasya’da bulunan Evliya Çelebi, seyahatnamesinin “Çerkes Vilayetleri” bölümünde, Çerkesler’in Türk-Tatar dilinde konuştuklarını belirtmektedir. Konuşmalara verilen örneklerden Çerkesler’in Kıpçak Türkçesini bildikleri anlaşılmaktadır.
Türk dili tarihi açısından, özellikle Kuzey-Batı Türk lehçeleri ve Kıpçak’ça araştırmaları için paha biçilmez bir hazine değerinde olan CodexCumanicus 1362 yılında Petrarca adlı bir kitap koleksiyoncusu tarafından Venedik Cumhuriyeti’ne hediye edilmiş. Muhtemelen 1303-1362 yılları arasında yazılmış olduğu düşünülenCodexCumanicus Volga (İdil) ırmağının aşağı mecralarında faaliyet gösteren Fransiskan mezhebi mensubu İtalyan ve Alman misyonerler tarafından kaleme alınmıştır. Gotik harflerle yazılmış olan CodexCumanicus’ta Kıpçak Türkçesinin (Kumanca’nın) gramer özellikleri, Latince, Farsça ve Kıpçak Türkçesi (Kumanca) kelime listeleri, Kıpçak’ça-Almanca sözlük ve Kıpçak Türkçesi metinler yer almaktadır.
Bu sözlüğün yapılış amacının Fransiskan mezhebine mensup misyonerler tarafından Kumanları (Kıpçak Türklerini) Hristiyanlaştırmak amacıyla düzenlenmiş bir eser olduğunu düşünülmüştür. CodexCumanicus üzerinde geniş araştırmaları bulunan Türkologlardan D. A. Rasovskij ise bilhassa eserdeki dinî metinler üzerinde en çok çalışmış olan W. Bang’ın bu tezine karşı çıkmış ve bu çalışmanın Kumanlar arasında Hristiyanlığı yaymaya yönelik Katolik misyonerler tarafından yapıldığı fikrine pek sıcak bakmamıştır, Rasovskij,CodexCumanicus’un Latince, Farsça ve Kıpçak Türkçesinin yürürlükte olduğu bir yerde ve yalnız dinî maksatla değil, günlük hayatın gerektirdiği pratik bilgileri elde etmek amacıyla yazıldığını iddia eder.
CodexCumanicusen, bu el yazması sözlük,Latin alfabesiyle Türkçe yazılan ilk metin olarak en nihayetinde 1880 yılında GezaKuun Budapeşte’de tam metin olarak basılmıştır.
Doğu’ya, İslam ve Türk dünyasına olan merak, kendini basılan kitaplarda göstermeye başlamış ve Avrupa’da ardı arkası kesilmeyen bir şekilde Arapça ve Latin harfleriyle Türkçe yayınlar olarak bir biri ardına basılmaya başlamıştı. Bu kitap basma olayında bahsettiğimiz gibi İtalyanların çalışmaları önde gözüküyordu. İtalyanlar mevcut eserleri basmakla kalmayıp aynı zamanda Türk kültürü ve dili hakkında da ayrıntılı araştırmalar yapmaya başlamışlardı.
GiovanniLotti’nin Floransa konsolosluğu döneminde (1524-1528) elçilik sekreterliğini yürüten FilippoArgentini, 1533’te Regola del ParlareTurcho (Türkçe Konuşma Kuralları) adlı bir kitap yazmış ve FilippoArgenti’den sonra Türk dili hakkında yazdığı eser nedeniyle burada zikredilmeyi hakeden ilk şahıs GiovanBattistaMontalbano’dur(doğ. 1596 - öl. 1646). 1622-1632 yılları arasında, Türkçe-Latince bir sözlük, gramer kuralları ve Latin harfleriyle yazılmış bazı Türkçe atasözlerinden oluşan TurcicaeLinguaeperTerminosLatinosEductaSyntaxis in Usum EorumQui in TurciamMissionesSubeuntadlı bir eser yazmıştır.
Montalbano’nun ardından Giovanni Molino (doğ.?-öl.?) adlı bir Venedikli tercümandan da söz etmek gerekir. Doğum ve ölüm tarihi tespit edilemeyen bu tercüman, daha 1641 gibi erken kabul edilebilecek bir tarihte DittionarioDellaLinguaItaliana, Turchescaadlı İtalyanca-Türkçe sözlük yazmıştır.
GambatistaToderini(doğ. 1728- öl. 1799) adlı Venedikli diğer bir dil bilimci, Türk edebiyatı üzerine üç ciltlik LetteraturaTurchesta adlı bir eser yazmıştır. Toderini, eserinin ilk cildinde Türklerin okudukları gramer, musiki, matematik gibi ilim dalları hakkında bilgi verirken, ikinci cildinde İstanbul’daki medrese ve kütüphanelerden, üçüncü cildinde de İbrahim Müteferrika matbaasına ve burada basılmış eserlere dair bilgiler vermiştir.
Latin harfleriyle Türkçe eser kaleme alan bir başka İtalyan ise Ermeni asıllı CosimoComidas de Carbognano (1749-1807)’dur. XVIII. yüzyıla ait İstanbul coğrafyası kitabından başka (Carbognano 1993), Türkçe grameri hakkında Primi PrincipiDellaGrammatica Turca, Ad UsoDeiMissionariApostilicidiConstantinopoliadlı bir kitap yazmıştır.
İtalyanların diplomatik ve kültürel açıdan ele aldıkları kitaplar dışında, din adamı kimliğine sahip birçok şahıs da dinî idealleri için bir araç olarak gördükleri Türkçeyi öğrenmişler ve Latin harfleriyle Türkçe ibareler içeren metinler yazmışlardır. Bunlardan birisi, peder-misyoner sıfatıyla geldiği Osmanlı topraklarında Hristiyanlığı yaymak amacıyla Türkçeyi bir araç gibi kullanan BernardinoPianzola’dır. Yazılarında bazen Türkçe diyaloglara,kısa cümlelere yer verirken, bazen de eserinin tamamına yakınını Türkçe yazmıştır. Mesela 1777’de basılan KyssaChristoneaghanVartabedutiununMuktaseriStambolda ve EdrinedeSurpAndonun Kilisesinde P. BernardinosPianzolaÖjrettijine Göre adlı eserin ana metnini oluşturan 84 sayfanın 83’ü Latin harfleriyle yazılmış Türkçe’den ibarettir. Pianzola, bu eserinde Araplara, Ermenilere, Marunilere ve Müslümanlara Türkçe hitap etmekte, tüm muhataplarını Hristiyanlığa davet etmekteydi.
Avrupa’da Arapça kitap, Arapça Kur’anı Kerim dışında Latin harfleriyle Türkçe kitap yazma becerisi İtalyanlardan sonra Fransızlarda olduğu üretilen yayınlardan anlaşılmaktadır.
Fransa’nın İstanbul’daki ilk elçiliği de Kanuni Sultan Süleyman zamanında açılmıştır. Elçi Jean de la Forest ile birlikte 1535 yılında İstanbul’a gönderilen GuillaumePostel (1510-1581), I. François devrinde 1530 yılında açılanCollège de France’da Arapça, Yunanca, İbranice eğitmenliği yapmış, Fransa’da Doğu araştırmalarının öncüsü olmuş bir kişiydi. Batı dilleri dışında İbranice, Keldanice, Süryanice, Grekçe ve Arapçayı öğrendikten sonra Doğu ülkelerinden el yazması eserler toplamakla görevlendirilmişti.
Paris’e döndüğünde beraberinde matematik, tıp, felsefe, kozmografya ve din sahalarında yazılmış pek çok kitap getirmişti İstanbul’da kaldığı dönemde bildiği dillere Türkçeyi de eklemiş ve 1575 yılında basılan eseriyle Latin harfleri ile Türkçe yazan ilk kişilerden olmuştur
GuillaumePostel’den sonra anılması gereken AndréDuRyer (1558-1660)’dir. Ryer Fransa elçisinin tercümanı olarak görev yapmış ve 1630 yılında basılan RudimentaGrammaticesLinguaeTurcicae adlı eserinde Latin harfleriyle Türkçe yazmanın örneklerini vermiştir.
Fransızların ve dahi diğer Avrupa ülkelerinin diplomatik misyonlarda görevlendirdiği, elçi, konsolos, din adamı, tüccar vb. gibi personellerindeki özelliklere, yeterliliklerine baktığımızda ki biz buna liyakat diyoruz ne kadar da donanımlı insanlar olduğunu görebiliyoruz. Batıda Arapça dışında, İtalyanlar, Fransızlar ve devamında Leh, Macar ve İngilizlerin de hatırı sayılır sayıda Latin harfleriyle Türkçekitap bastıklarını görmekteyiz. Batının doğuya gönderdiği görevlilerin nasılda doğu dillerine ve kültürüne vakıf olduklarını bu çalışmalardan görebiliyoruz. Daha birçok ders, ibret alınacak güzel örnekler var, bu çarpıcı örnekleri Yunus İnce ve Bayram Akça’nın ‘’Osmanlı Döneminde Latin Harfleriyle Türkçe Yazılan Eserler ve Yazarları’’ adlı makalesin de daha ayrıntılı görebiliriz.
Avrupa’da matbaanın bulunmasıyla basılı matbuatta gözle görülür bir artış yaşanırken,ilgi duydukları, hayranlıklarını gizleyemedikleri mistik doğuile aşırı korktukları Türk tehlikesi için biraz olsun yukarıda bahsettiğimiz çalışmalar yapılırken, ilgi duydukları ve korktukları Türk dünyası, eş zamanlı tarihlerde acaba ne yapıyorlardı diye insan ister istemez biraz merak ediyor.
Matbaa, ilk olarak, 1446 tarihinde, Mainz'liJohannes Gutenberg (1399—1468) tarafından, Almanya'da icat edildiğini yazmıştık. Bu önemli, dünya tarihi açısından yadsınamaz olan icattan tam 280 yıl sonra, Osmanlı’da matbaanın Türkler için kullanımına müsaade edilmişti. Osmanlı ülkesinde Müslümanların, kitap basmaları günah ve Tanrı Buyruğu'na bir nevi hakaret sayıldığından, bu konuda dolayısıyla geç kalınmıştır. Çünkü Sultan II.Beyazıt tarafından çıkarılan ve oğlu I.Selim’in 1515 yılında yenilediği ferman ile matbaa ilmi ile uğraşmanın cezası idamdı.
Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde yaşayan Musevi, Hristiyan gibi, Müslümanolmayanlar, uzun yıllardır, kendi dilleriyle matbaalarında kitap basabiliyorlardı. İspanya’dan 1493 yılındagöçen Museviler, ilk matbaayı 1493 yılında İstanbul'da, bundan birkaç yıl sonra da Selanik'te açmışlardır.Ermeniler 1567, Rumlar ise 1627 de ilk matbaalarını kurmuşlardı.
Matbaa, Türkiye'de ilk olarak, Padişah III. Ahmet (1673 -1736) zamanında, Lâle Devri'nin vizyon sahibi Sadrazamı, Nevşehir'li Damat İbrahim Paşa'nın (1660 - 1730) gayretiyle, Yirmisekiz Çelebi-Zade Said Mehmet Efendi (...? —öl . 1761) ve İbrahim Müteferrika (1674 - 1745) tarafından İstanbul'da kurulmuştur. Hazırlıklarına, 1726 da başlanmış, 1727 de bitirilmiştir.
III. Ahmet döneminde. 1720'de XV. Louis'in Fransa'sına Osmanlı elçisi olarak atanan ve Paris'e gönderilip on bir ay süren elçiliği ile Osmanlı İmparatorluğunun ilk yabancı temsilcisi Yirmisekiz Mehmet Çelebi Efendi (yaklaşık 1670-1732) Paris’te Kraliyet Kütüphanesini dolaşmış, oradaki müthiş kitapları ve matbaayı görmüş, İstanbul’a döndüğünde benzer bir kütüphane ve matbaa kurmayı düşünmüştü. Mehmet Çelebi’nin bu düşüncesi ancak ileriki yıllarda sadrazam olacak olan oğlu Yirmisekizzade Mehmet Said Paşa sayesinde gerçekleşir.
Matbaanın faydaları ve gerekliliği hakkında, Padişah III. Ahmet'in fermanı ile, zamanın Şeyhül-İslâmı, Yenişehir'li Abdullah Efendi’den (...? — öl. 1743), 1727 yılı Temmuzunda Fetva alınmıştır. Fetvaya göre; Kur'an-ı Kerim ve diğer dinî eserlerin basılmaları yasaktı. Bu şekilde, kurulan matbaada, 31 Ocak 1729 tarihinde basılan ilk kitap «VankuluLûgatı»dır.
Şeyhülislam matbaanın yararlı, dine aykırı bir yönü olmayan ve teşvik edilmesi gereken bir sanat olduğunu belirten bir takdim yazısı yazarken, 1588’de III. Murat döneminde Avrupa’da basılan kitapların ülkeye girişinde bir sakınca görülmediği, ancak dini kitapların hariç tutulduğu gibi, Fıkıh, Tefsir, Hadis ve Kelam gibi dini kitapların dışındakilerin basılması için fetva vermişti.
Matbaanın kurulduğu 1726 yılından 71 yıl sonra dahi dinî kitap basımındaki yasak hala devam ediyordu. Nitekim 3 Ağustos 1797 tarihinde ve bundan 3 yıl sonra 1800 yılında sahaflarla ilgili düzenlemelerde, Kur’an, Hadis, Tefsir ve diğer Fıkıh kitaplarının basılması yahut satılmasının yasak olduğu belirtilmekteydi. Hatta 1846 yılında Saksonya’da basılan ve İstanbul’a getirilen Kadı Beyzavî Tefsirinin “basma olması” nedeniyle satışına izin verilmemişti. 1870’li yılların başına kadar matbaada Kur’an-ı Kerim basım yasağı devam ederken yurt dışından da basılı Kur’an-ı Kerim’ler ülkeye kaçak yollarla sokuluyordu.
İlginçtir İslam’ın sancağını taşıyan Osmanlı Devletinde Kur’an-ı Kerim’in matbaada basılması Tanzimat döneminden (1839) sonra mümkün olabilmiştir.
Osmanlı’da matbaada Kur’an-ı Kerim basmaya en nihayetinde 1873 yılında karar verilmiş ve basımına gidilmiştir. Abdullah CevdetPaşa nezaretinde Matbaa-i Âmire’de bünyesinde Kelam-ı Kadim Matbaası adı ile bir matbaanın kurularak basımın Maarif Nezaretinin denetimi altında yapılmasına karar verilmiştir. Hazırlıklardan sonra İstanbul’da Maarif Nezaretinin denetimi altında ilk Kur’an-ı Kerim basımı 1874 yılı sonunda, 1500 adet olarak gerçekleştirilmiş ve ardından 2000 yeni baskı için hazırlıklara başlanmıştı.
El yazması bir Kur’an en az 4000 kuruşa satın alınabilir iken Maarif Nezareti tarafından mühürlenen 15, 10 ve 8 kuruşluk maliyetleri ile ciltli olarak toplamda 30-35 kuruşa mâlolan Kur’an, 1881 yılında Maarif Kütüphanesi’nde 12 kuruşa satıldığı görülmekteydi. Matbaa ile çok pahalı olup sıradan insanların almaya gücü yetmediği el yazması Kur’an-ı Kerim’lerden sonra seri üretim ile neredeyse 400 kat ucuza satılabilen Kur’an-ı Kerim’e maddi yönden ulaşamamak neredeyse imkansız hale gelmişti.
Matbaanın 280 yıl geç gelmesi ve İslam’ın Sancak gemisi olan Osmanlı’da Kur’an-ı Kerim’in niçin bu kadar çok geç basıldığı hakkında bazı değerlendirmeler var ki, günümüz de ki tartışmalardan pek de bir farkı yok gibi. Nasıl ki günümüzde Türkçe Kur’an ve Tercümesi hakkında olumsuz değerlendirmeler varsa o yıllarda da benzer tartışmalar yaşanmış. Çok kısaca belirtmek gerekirse birinci sav, toplumun kitaba teveccüh etmediği yönünde bir değerlendirilme yapılırken en önemli tespit ise bugünde geçerliliğini koruyan tespit; matbu Kur’an-ı Kerim’in basılarak çoğaltılması ve kitlelere ulaşması, Ulemanın, din adamlarının din konusunda tek söz söyleme hakkının gideceği kaygısıydı.
1874 yılına kadar Osmanlı toplumu, çok pahalı ve nadir bulunan el yazması Kur’an-ı Kerime sahip olamadığı bilindiğine göre bu kadar yıl dinini hangi vasıtalarla öğrendiği ve uyguladığı sorunu da çok önemli bir yer kaplıyor aslında.Kaçak yollarla gelen Kur’an-ı Kerim’lerin nerede ve nasıl basıldığı, içeriğinin doğruluk payı, ne kadar çok önemliyse bir o kadar da önemli olan konu da, nadir bulunan, halkın alamayacağı kadar pahalı olan el yazması Kur’an-ı Kerime sahip olan din adamlarının ne kadar bu konulara vukufiyet sahibi olduğudur.
Tabii ki bu soruna çözüm bulan her zamanki ileri görüşlülüğü ile Mustafa Kemal Atatürk’tür. Cumhuriyet kurulduktan sonra Kur’an-ı Kerim’in Batı dillerinden özellikle Fransızcadan Türkçeye tercüme edildiği görülmüştür. Ancak birçok yanlış tercüme ve tefsir hataları bulunan çeviriler ortalıkta dolanmaya başlamıştır. Bunun üzerine Atatürk, Mehmet Akif Ersoy ve Mehmet Hamdi Efendi’den Kur’an-ı Kerim’i Türkçeye tercüme etmelerini istenmiştir.
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsir ve tercümesini tamamladıktan sonra 1936’da Atatürk’e takdim etmiştir. Dokuz cilt halinde olan tercüme ve tefsir ilk etapta on bin adet basılarak iki bin âdeti yazara verilmiş geriye kalan sekiz bin adet Türkçe Kur’an-ı Kerim ücretsiz olarak dağıtılmıştır. Atatürk, Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye tercüme ve tefsirini yaptırmakla kalmamış telif ve basım ücretlerini bizzat kendi parasıyla ödemiştir.
Bazı kaynaklarda matbaaya halkın ilgi göstermemesi Osmanlıdamatbaanın gecikmesinde bir neden olarak gösterilmiştir.Halk bazen bir konu hakkında bilgisi olmayabilir ancak yönetenler her zaman vizyon sahibi ve bilgili olmak zorundadır. Misal, internet konusunda halkın çok önemli bir kısmı daha internet hakkında bilgi sahibi bile değilken yönetenler bu hizmeti getirmiş, şu an bilgiye erişimde olmazsa olmazımız olan interneti bu yönetenler sayesinde kullanabiliyoruz. Yönetenlerin bilinci, düsturu, her daim, halkın önünde ve yol açıcı olacak şekilde olmalı diye değerlendiriyorum.
Osmanlı’da 1874 yılında matbaanın aktif çalışmaya başladığı zaman Batı’da, 1760’lı yıllarda başlayıp, 1830’lara kadar devam eden, buhar gücünü kullanan İlk Sanayi Devrimi yerini 1870 yılına kadar devam eden 2. Sanayi Devrimine bırakmış, demiryolu ile mesafeler kısalmış, elektrik teknolojisi kullanılmaya başlanmış, seri üretim mantığı yerleşmiş ve motor üretimine geçilmişti.
Osmanlı’da ilk eğitim öğretim alanındaki ıslahatlar 1824 yılında Sultan 2.Mahmut döneminde cılız da olsa başlamış ve akabinde Tanzimat dönemi ve 2. Meşrutiyet döneminde Osmanlı Modernleşmesi yolunda, eğitim öğretimle ilgili ciddi adımlar atılmıştı.
Yeni Cumhuriyet kurulmuş ve Osmanlı’dan eğitim öğretim mirası olarak; 1923 yılında, ilkokuldan üniversiteye toplam öğrenci sayısı, genel nüfusun ancak %3'ünü oluşturmaktaydı. Okuryazar oranı %6'ydı. İlkokulda okuyan öğrenci sayısının 273.107’si erkek öğrenci iken sadece 62.954'ü kız öğrenci olmak üzere toplam 336.061'di
Yeni Cumhuriyet eğitim, öğretim alanındaki seferberliği etkisini hemen göstermiş ve 1923-1938 yılları arasındaki Atatürk Cumhurbaşkanlığındaki dönemde ilkokul sayısında %137, öğrenci sayısında %166, öğretmen sayısında ise %224 oranlarında artış gözlenmektedir. 1938-1950 yılları arasındaki İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde ise, ilkokul sayısında %217, öğrenci sayısında %195, öğretmen sayısında ise %203 oranlarında artış gözlenmiştir.
Eğitim öğretim ve diğer konularda yüzyıllık geri kalmışlığı üzerimizden atabilmek için canla başla çalışan aynı zamanda ülkedeki geleneksel ve feodal ilişkileri ortadan kaldırarak merkezî otoriteyi güçlendiren, aşiret, tarikat gibi yerel otoritelerin dinî ve ekonomik çıkarlarına son vermiş olan Türk Devrimi, şüphesiz çeşitli direnç hareketleriyle karşılaşmış ve kimi karşı girişimlerle engellenmek istenmişti.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, dış tahriklerle ve desteklerle başlayan ve 1925–1938 yılları arasında devam eden silahlı faaliyetlerle bölge insanı, silahlı kitle hareketlerine teşvik edilmiştir. .Bu dönemde meydana gelen isyanlar, on beş yıl boyunca hükûmeti uğraştırmış; neredeyse Kurtuluş Savaşı kadar etkili olmuştur. Bu isyanlar, toplumsal yaşamda yapılması düşünülen devrimleri yavaşlatmış, demokratik gelişmelerin gecikmesine ve önemli maddi kayıplara yol açmıştır.
Yeni Cumhuriyet modernleşme çabalarını canla başla yürütürken iç isyanlarla boğuşmuş, devrimlerin hızı bu gerici ve ayrılıkçı iç isyanlarla yavaşlatılmaya çalışılmış, ancak Atatürk ve yakın çalışma arkadaşlarının gayretleriyle bu dertler bertaraf edilirken, hemen peşi sıra daha Cumhuriyet 6 yaşındayken 1929 yılında küresel bir ekonomik kriz tüm dünyayı etkilediği gibi yeni ve genç cumhuriyetimizi de dolayısıyla etkilemişti.
I. Dünya Savaşı sonrası mağlup olan Osmanlı’ya çıkartılan savaş tazminatları genç Cumhuriyetimize intikal etmiş ve bu borç yükünün ekonomik sorunlarını çözmeye çalışan Türkiye birde 1929’da patlak veren Dünya Ekonomik Krizi ile de büyük ölçüde etkilenmişti.
1929 Dünya Ekonomik Krizi’nin patlak vermesi sonucu dünya pazarlarındaki tahıl ve ham madde fiyatlarının düşmesi Türkiye’nin ihracat gelirlerini azaltmış ve bu durumdan en fazla etkilenen kesimlerden biri de büyük çiftçiler olmuştur. Çünkü Türkiye’deki büyük çiftçiler benzin fiyatlarının yüksek, ürün fiyatlarının düşük olması yüzünden makineli tarım yapamaz hale gelmiştir. Bu dönemde Ege ve Trakya’da birçok ekim alanları boş bırakılmıştır. Sanayi ve ticaret sektörlerinde de benzer sorunlar ortaya çıkmıştır. Bu gelişmelerin Türk ekonomisi üzerinde birtakım olumsuz etkileri olmuştur. Kısaca belirtmek gerekirse;
1. Dış borç ödemeleri ertelenmiş ve ithalat kısılmak zorunda kalınmıştır.
2. Türk tarım ürünlerinin fiyatı gerilemiş ve ihracat gelirleri azalmıştır.
3. Türkiye yapacağı ithalatın finansmanı için borç para bulmakta zorlanmaya başlamıştır.
4. 1929 yılında dış ticaret açığı artmış, fakat 1930’dan itibaren dış ticaret kontrol altına alınmış, tam tersine fazlalık veren bir yapıya geçilmiştir.
Türkiye’nin uyguladığı devletçi politikaların da etkisiyle, Sümerbank ve Etibank, gibi önemli yatırımları gerçekleştiren bankaların açılması; şeker, dokuma, kâğıt sanayi işletmelerinin kurulması; geniş ölçüde demiryolu, şose ve liman inşaatlarının gerçekleştirilmesi sağlanmıştır. Ayrıca sanayi üretiminin artması ile ithalat oranı düşürülmüş, dış ödemeler dengesinin olumlu yönde gelişmesi sağlanmıştır. Dünyanın her köşesini büyük oranda etkileyen ekonomik krize rağmen fazla dış borç almadan birçok altyapı yatırımlarının büyük oranda gerçekleştirilmesi sağlanmıştır.
Genç Cumhuriyet, Osmanlıdan miras savaş tazminatları, düşük eğitim seviyesi, iç isyanlar, 1929 Küresel ekonomik krizi ile uğraşırken birde dünyayı kasıp kavuran ve tüm dünyayı ateş çemberine çeviren,70 ila 85 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan, 1939 yılında başlayan ve 1945 yılına kadar 6 yıl süren 2. Dünya savaşının yıpratıcı etkisiyle uğraşmıştır.
Genç Cumhuriyet 1923 yılından 1944 yılına kadarki geçen süreçte ne badireler atlattığını biraz olsun anlatmaya çabaladık. Evet, 1944 yılının temmuz ayında 2. Dünya Savaşının tüm hızıyla sürdüğü bir zamanda Mustafa Güzelgöz 23 yaşında Ürgüp’e kütüphane memuru olarak atanır.
Özel sektörün yaygınlaşmadığı o zorlu yıllarda devlet memurluğunun ölçülemez bir değeri vardı. Genç Mustafa hemen göreve başlar ve kütüphanede heyecanla okurları bekler. Bir gün geçer, beş gün geçer, ancak gelen giden yoktur;Etraftakilerle, “Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” diye konuşur, herkesi çağırır.
Bu arada, ilk iş olarakharfdevrimi sonrasında kütüphanenin rutubetli bir odasına atılmış olanOsmanlıcakitapları çıkartarak kurtarır. Kütüphanecilik alanında herhangi bir bilgisi olmayan Güzelgöz, kütüphanecilik üzerine yazılmış bir el kitabından yararlanarak modern bir kütüphane oluşturma çabasına girişir. Yakın çevresindeki tanıdıkları ile konuşarak ellerindeki kitapları kütüphaneye bağışlamalarını sağlar.
Kitaplar tek tek güneşe çıkarılıp sayfa sayfa kurutulur ve tamir edilir. Bir arkadaşı, eski yazı kitapların tanımlanmasında yardımcı olur. Bu çalışmalar sırasında, kitapların dokuza ayrılarak sınıflandırılabileceğini anlatan bir broşür ellerine geçer. Güzelgöz, broşürden aldığı fikirle marangoza dokuz gözlü bir raf ve küçük bir fiş dolabı yaptırır.
Geçen günler içerisinde kütüphaneye gelen giden olmayınca kendince bu sıkıntılı durumu amirlerine bildirir. Tabii ki hiç de beklediği karşılığı bulamaz.
“Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?”
“Alıyorum.”
” Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak?
‘’ Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.”
Klasik, sorumluluk almak istemeyen atalet içerisindeki amirlerinin bu yaklaşımı karşısında bu durumdan kurtulmak için genç Mustafa arayışlar içerisine girer, kitap sayısını arttırmak ister, ayrıca özellikle çocuk kitaplarının ne kadar yetersiz olduğunu tespit eder
Ürgüp dışında çalışmakta olan hemşerilerinden adreslerini toplayabildiklerine el yazısı ile tek tek mektup yazarak kitap göndermeleri isteğinde bulunur. Bir ay sonra mektuba cevap olarak paketlerle kitaplar gelmeye başlar. Yapmış olduğu telkinler sayesinde bazı Ürgüplülerin gazete ve dergilere abone olmasını sağlar.
Bu faydacı çalışmalarının karşılığını kısa sürede alır ve kitap sayısı bir anda binlere çıkar ancak kütüphaneye yine bir türlü kimse gelmez. Kütüphaneye, kitap okumaya karşı olan bu ilgisizliğe karşı genç Mustafa pes etmez ve aklına, köylerin halkevlerini kütüphaneye çevirmek gelir ve Karain köyüne ilk köy kitaplığını kurar.
Genç Mustafa kütüphane görevlisi olarak halka nasıl faydasının dokunacağını düşünmeye başlar. Bakar ki kütüphaneye gelen giden yok, o da köylünün imkânsızlıklar sonucu yararlanamadığı kütüphaneyi insanların ayağına götürmeye karar verir.
Bu hizmeti nasıl yapacağını düşünür ve o zamanlar için o imkânsızlıklar içinde en pratik yöntemi bulur. Bunun için en uygun olan pratik ve faydacı çözüm, kitapları eşeklerle taşımaktır.
Kitapları taşımak için gerekli olan sandıkların krokisini hazırlayarak marangoza yaptırır. Ödünç vereceği kitaplar içinde bir izleme defteri hazırlayarak yollara düşer. Böylece 36 köye hizmet vermeye başlar.
İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İare Sandığı” yazar. Kitapları eşeğe yükler ve büyük bir coşkuylaköy köy, hizmet vermeye, kitapları köylünün ayağına kadar götürmeye başlar.
Seyyar, gezici kütüphane ile köyleri dolaşmaya başlayınca Ürgüp’teki kütüphaneye de bir yazı asarak yalnızca, Pazartesi ve Cuma günleri açık olduğunu belirtir.
Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amcayı gören köydeki çocuklar çok doğaldır ki çok şaşırırlar. Mustafa Amcaları o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir ve “Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der. Noel Baba gibi masalsı bir görüntüdür aslında, ancak Noel Baba bir efsane, bir mit, Mustafa Amca ise gerçeğin ta kendisidir. Noel Baba’nın hediyeler taşıyan arabasının hayali geyikleri yerine, Mustafa Amcanın kitaplarını taşıyan gerçek eşeği vardır.
Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir, iki gün durmakta, diğer günler ise eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir Köylerdeki çocuklar EşekliKütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca’nın ünü etrafa yayılır.
Zamanla insanlar kütüphaneye yavaş yavaş gelmeye başlar, ancak gelenler arasında kadınların olmadığını gören Mustafa yine o faydacı, çözüm odaklı düşünce sistemiyle ne yapıp edip kadınları da kütüphaneye çekmenin yollarını arar. Köy yerlerinde olmayan ama çok da ihtiyaç olan ve giyilecek elbiseleri kendi imkânlarıyla dikmeye çalışan kadınlara bu imkânı oluşturmak ve kütüphaneyi cazip, ilgi çekici bir hale getirmek için, dikiş makinaları üreten Zenith ve Singer firmalarına bir mektup yazar ve “Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişinekocaman yazayım” diyerek ilk sponsorluk çalışmasını gerçekleştirir.
Zenith ve Singer firmaları bu isteğe duyarsız kalmaz ve Zenith dokuz, Singer Firması ise bir tane dikiş makinesi genç Mustafa’nın kütüphanesine yollar. Makineler gelmiş ve Mustafa bu makineler sayesinde kadınları kütüphaneye çekmeye başlamıştır.
Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. Kadınların ilgisi o kadar çok olur ki,on makine yetmez olur ve dikiş dikmek için sıra oluşur. Mustafa bu durumu olumlu yönde değerlendirir ve sırada bekleyen kadınların eline birer kitap vererek kitapla tanışmalarını sağlar. Çok doğaldır ki o yıllarda kadınların okuma yazma oranının düşüklüğünü hesaba katarsak gelen kadınların çoğunun bu imkândan faydalanamadığını gören Mustafa, halkevlerinde okuma yazma kursları vermeye başlar.
Makine kullanmayı bilen kadınların yardımıyla dikiş kursları açılır. Kadınların kurs vakitlerinde göz önünedikiş, nakış,moda,yemekyapımı veçocukbakımı ile ilgili kitaplar konarak kadınların ilgi alanlarına ve ihtiyaçlarına yönelik kaynaklar sunulur. Böylece köylü kadınlar kütüphanelere çekilerek okuma alışkanlığı kazandırılmaya çalışılır.
Genç Mustafa, kütüphaneleri tam anlamıyla bir eğitim merkezi haline dönüştürmek için bunların yanına bir desporteşkilatı kurmuştur. Birçok kütüphanenin yanınavoleybolsahaları kurdurmuş ve gençleri futbola olduğu kadar diğer spor etkinliklerine de yönlendirerek hem diğer spor dallarını tanıtmayı hem de bedensel olarak güçlenmelerini sağlamıştır.
Genç Mustafa, haber kaynağının başlıca radyo olduğu o yıllarda Karain, Mustafapaşa ve Çökek köylerinde köyduvar gazetesi oluşturmuş ve bu faaliyet için panoları duvarlara astırmıştır. Köylünün dikkatini çekecek, köylüyü ilgilendiren haberleri bu panolara asarak açık haber kaynağı oluşturmuştur. Bol resimli haberleri gören insanlar resimlerin altındaki yazıları merak eder hale gelmiş ve okuma yazma sevgisi daha da artar olmuştur.
Köy duvar gazetesi ile yetinmeyen Mustafa, moderniletişimaraçları ile Ürgüp halkını tanıştırmak amacıyla köy köy gezerek 16 mm'liksinemamakinesiyle gösterimler yapar. Vatandaşın ilgisini çekecek, kültür-sanat,tarım,hayvancılıkve gündelik yaşamı kolaylaştırıcı bilgileri içerenbelgeselfilmleri köylerin uygun alanlarında göstererek köylüyü bilgilendirmeye çalışır.
Ayrıcafotoğrafmakineleri, agrandisör ve baskıda kullanılan sarf malzemelerini sağlar.Saydamgösterimi için bir makine bir dejeneratöredinir. Böyleceelektrikimkânı olmayan köylere bu hizmeti götürme imkânını da sağlamış olur
Genç Mustafa Ürgüp ilçesinde kütüphanecilik, sinema gösterimi, fotoğrafçılık ve spor dışında halk oyunlarını da gündemine alır ve folkloroyunlarını halka tanıtmaya başlar.Folklor oyunlarının yanında müziğe de el atarak İlkbandoçalışmalarını hayata geçirir.
Sosyal vekültüreletkinliklere öncülük etmenin yansıra genç Mustafa yörenin ekonomik olarak kalkınması için de çalışmalarda bulunur. Çökek köylüsünün ürettiği üzümün yok pahasına satıldığını görünce üzümün değerini bulabilmesi için köylüyükooperatifçilikçalışmalarına yöneltir. Köylünün elindeki üzümler değerini bulur ve bunun yanında üretilen üzümlerden üretilen iki bin tonluk şarap fabrikasının kurulmasını sağlar.
Üzüm de sağlanan ekonomik başarı diğer ürünler içinde söz konusu olur ve yörede üretilen elma, patates, soğan için de köylülerin ricasıyla Mustafa sayesinde tarım satış kooperatifleri kurulur ve köylülerin isteğiyle genç Mustafa bu işlerden anladığı için de kooperatiflerin başkanı olur.
Bu arada Demokrat Parti 1950 yılında iktidara gelmiş ve 1951 yılında Halkevlerini ve Halkevlerine bağlı olarak köylerde çalışan Halk Odalarının tamamını kapatmıştır. Buralarda bulunan kitaplar ise dağılmış, yok edilmiş ve bir kısmı da depolarda çürümeye terk edilmiştir. Mustafa Güzelgöz bu kitaplara sahip çıkarak yok olmalarını engellemek için, hepsini ortaokulun alt katındaki bir depoda toplamaya başlar. Hatta ilginçtir, Ürgüp Halkevinin kitaplarını fırında yanmaktan son anda kurtarır.
1952 yılından itibaren Mustafa Güzelgöz, köylere kütüphane kurabilmek için çalışmalara başlar. Kapatılan Halk Odalarının yasa gereği köy tüzel kişiliğinin malı olduğunu, bunların köylü yararına kullanılabileceğini öğrenir ve bu odaları kütüphane yapabilmek için köy muhtarları ile görüşerek “Kütüphane Koruma ve Geliştirme Derneği” adıyla bir dernek kurulmasını sağlar. Bu derneğin çalışmaları sonucu ilk köy kütüphanesi Karain Köyü’nde açılır.
Mustafa Güzelgöz kütüphane kuramadığı köylere eşeklerle ulaşır. Karlık, Yeşilöz, Ağaçören başta olmak üzere sırayla bütün köyleri dolaşmaya başlar. Artık halk onu “eşekli kütüphaneci” olarak anmaktadır. Kısa zaman içinde bütün köylerde tanınır ve yolu beklenir hale gelir.
Bir yandan kütüphanenin kitap sayısını artırmaya çalışırken diğer yandan da bir eşekle başlattığı dağıtımı 5 eşek, 2 katır ve 3 at olmak üzere toplam 10 hayvana çıkartır.
En ufak bir ün, şöhret peşinde değildir ama çalıştıkça ünlenir. Onu tanımak için araştırmacılar, yurt içi ve yurt dışından gazeteciler Ürgüp’e gelirler. Amerika’dan, İngiltere’den gelen kütüphaneciler onun çalışmalarını inceleyip gördükleri karşısında hayrete düşerler. Yürüttüğü çalışmanın boyutunu anlayabilmek açısından, 1990 yılında tüm Türkiye’de ödünç verilen kitap miktarının üçte biri kadar kitabı, Mustafa Güzelgöz’ün 1961 yılında sadece Ürgüp’ün köylerine dağıttığını söylemek sanırız yeterli olur.1963 yılında kütüphanenin karşısındaki arsaya Ürgüp Müzesi’ni açar ve bir süre müze müdürlüğüne vekâlet eder.
Merkezi ABD'de bulunan TheLaneBryantInternatıonalVolunteerCitation tarafından 1963 yılında düzenlenen ve 77 ülkeden adayların bulunduğu yarışmada Amerikan Devleti’nden bağımsız olarak ve halkına gönüllü olarak hizmet eden yaratıcı insanlar arasında düzenlenmektedir. “Dünyanın en yaratıcı insanları” yarışmasına Türkiye’den Genç Mustafa aday olarak gösterilir.
Yarışma için Amerika’dan üç kişi gelerek çalışmalarda bulunur. Bölgedeki yüksek okuma yazma oranı ve kütüphanecilik sisteminden çok etkilenirler. Çektikleri fotoğrafları ekledikleri olumlu görüşlerinin yer aldığı rapor yarışma jürisine sunulur. 21 Kasım 1963 tarihinde tüm dünyadan önerilen adayların eserleri toplanır. İlk eleme sonrasında Türkiye, İtalyan ve İspanyol rakipleriyle finale kalır.
İspanyol aday Miguel, dağlık bölgelerdeki köylere aşı götürerek salgın hastalıklarla mücadele etmiş ve halkın sağlığı ile yakından uğraşırken özellikle aşı sayesinde çocuk ölümlerinin azalmasını sağlamış ve ölümlerin önüne geçmiştir.
İtalyan aday Jiordano ise köprü altı çocuklarını okutmuş, onları topluma kazandırmak için uğraşlar vermiştir.
Jüri üyelerinin yarısı ödülü İtalyan adaya vermek isterken diğer yarısı da Güzelgöz’e vermek isterler. Türkiye’den yana olan jüri başkanı Dwight Cook yaptığı konuşmada, Güzelgöz’ün yaptığı hizmeti toplumsal bir önlem olarak gördüğünü, çocukların köprü altına düşmemesi için bu çalışmaların yapıldığını söyler. Eşit olan oylamada başkanın oyu ile Türkiye kazanır.
Mustafa Güzelgöz birinci seçilince, ‘’TheLaneBryant Uluslararası İnsanlık Hizmetinde Gönüllü Takdirnamesi" ile ödüllendirilir. Kütüphaneye Amerikan Barış Gönüllüleri tarafından 1963 yılında, gezici kütüphanede kullanılmak üzere 1960 yapımı bir Willy's Jeep bağışlanır. Aynı yıl Amerikan Barış Gönüllüleri Derneği, Güzelgöz'ü ABD Başkanı John F. Kennedy tarafından kendisine verilen "İnsanlığa Hizmet Ödülü" ile onurlandırır. 1967 yılında ise ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Parker T. Hart, Ürgüp ziyareti sırasında Güzelgöz ile tanışmış ve kütüphaneye bir kamyonet bağışlamıştır .
Birincilik sonrasında Türkiye içinden kendisine yoğun bir kitap bağışı başlar. O yıl Amerikan Barış Gönüllüleri kendisine bir jeep hediye eder. 1967 yılında Amerikan Büyükelçisi tarafından kendine arkası kapalı bir pikap daha hediye edilir. Bu şartlarda artık vefakâr eşeklere gerek kalmaz. Genç Mustafa 1968 yılında 11 yıl boyunca kendisine hizmet eden eşekleri gözyaşları ile emekliye ayırır.
Genç Mustafa, Kütüphane Müdürlüğü dışında on iki kurumda daha görev almaktadır. Başarıyla ve büyük bir şevkle yürütmekte olduğu bu görevler onu bölgesel kalkınma önderi haline getirmiştir.
Tüm bunlara karşın asli görevi olan kütüphane müdürlüğünü ihmal ettiği ve yürütmekte olduğu diğer görevlerinde şahsi çıkar sağladığı şikâyetleri üzerine hakkında bir soruşturma açılır.
Soruşturmayı yürütmek içinAnkara’dan müfettiş gelmiştir. Müfettişyaptığı incelemeler sonucunda kütüphane çalışmalarını aksattığı ve görev aldığı diğer kurumların ödeneklerini çıkarı için kullandığı sonucuna varır.
Yaşanan tüm olaylarda hep yanında olan yetkililerden destek bulabileceğini sanır ancak yanılır. Mustafa soruşturma döneminde ve sonrasında yalnız bırakılır.
Tahkikat sonucunda üçmaaşindirilmesine karar verilmiştir. Görüşmek amacıyla gittiği Nevşehir valisi Mehmet Bey, Mustafa’ya onun adına emekliliğini istediğini söyler.
1972 de Mustafa’ya bir jübile düzenlenir. Bu jübileye resmi makamlar da dâhil olmak üzere üniversiteden öğretim elemanları, Ürgüplüler ve İstanbul’dan gelen konuklar da katılır.
Görkemli geçen tören sonunda Mustafa Güzelgöz yaptığı veda konuşması ile 28 yıllık kütüphanecilik görevine 50 yaşında veda eder.
Bir İstanbul ziyaretindeMillet Kütüphanesi’nde kendisi hakkında bu olumsuz raporu yazan müfettiş Şemim Bey'le karşılaşır.
Aralarında geçen konuşmada raporu olumsuz yazması için kendisine baskı yapıldığını söyler ancak tüm ısrarlarına rağmen Mustafa Güzelgöz, kimin baskı yaptığını ÖĞRENEMEZ.
Hiç şüphesiz ki Mustafa Güzelgöz kimin baskı yaptığını tabii ki öğrenemeyecekti. Ülkemizde de çokça kullanıla gelen ve İngiliz atasözünden dilimize çevrilen ve siyasal lügatimize de dâhil olan ‘’ No good deed goes unpunished ‘’ İyi yapılan hiçbir iş cezasız kalmaz düsturu ile bu başarılı, aydınlanmacı, toplumsal çıkarı düşünen genç Cumhuriyetin erdemlerini içselleştirmiş başarılı bir yurtseveri tabii ki cezalandıracaklardı.
Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder.Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar, Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.2012 yılındaEray Okkan tarafından yapılan Güzelgöz heykeli İstanbul'daki Maltepe Üniversitesi'nin Marmara Üniversitesi Eğitim, Fen ve Edebiyat Fakültesi binasının önüne, 2017 yılında ise İstanbul'un Kartal ilçesi meydanına Niyazi Dedeoğlu tarafından yapılan heykeli dikilir.
Nevşehir’den nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ancak hatıralarda kalan, gönüllerde yer eden bir Mustafa Güzelgöz’ü kimse unutmaz tabii ki onca yıl kitapların yükünü çeken eşeği Yüksel’i de.
Fakir Baykurt'un ‘’Eşekli Kütüphaneci’’ romanından Mustafa Güzelgöz’ünemeklilik gerekçesini mutlaka okumalıyız:
‘‘Şimdi üstünden yıllar geçince düşünüyorum da, büyük bir, hatta iki hata yaptığımın ayırdına varıyorum. Ben çalışıp topluma, yurda hizmet ederken, halka ve onun çocuklarına karda kışta eşekle kitap götürürken, Ürgüp köylerinde yaşamı yükseltmek için düşündüğüm hizmetleri yürütürken ortada bir de politika olduğunu, kıskançlık, fesatlık olduğunu hiç aklıma getirmedim!''
Bu topraklarda yetişmiş nice isimsiz, kadir kıymeti bilinmeyen kahraman varken, uzun yıllar sonra gönüllerde yer etmiş olan Mustafa Güzelgöz’ün tekrardan hatırlanması ve gelecek kuşaklara aktarılması yadsınamaz bir davranıştır. Genç Cumhuriyetin ideallerini , erdem timsali, aydınlanmacı, toplumsal çıkarları kendi çıkarından üstün görmüş, eğitim gönüllüsü, tabiri caizse Eşekli Kütüphaneci mecazi anlamda değil gerçekten ‘’Heykeli dikilecek insan’’ Mustafa Güzelgöz bu memleketin masalsı, hayal ürünü değil gerçek efsaneleri arasında çoktan hak ettiği yeri almış bulunmaktadır.
Kaynaklar;
Doç. Dr. Ufuk TAVKUL, CodexCumanıcus Ve Karaçay-Malkar Türkçesi
Dr. KErim sarıçelik, Konya'da Modern Eğitim Kurumları (1869-1919)
Meral Taner, Handan Asude Başal; Cumhuriyetin İlanından Günümüze Türkiye’de İlköğretimde Ve İlköğretime Öğretmen Yetiştirmede Niceliksel Ve Niteliksel Gelişmeler,
Feyzullah EZER, 1929 Dünya Ekonomik Krizi’nin Türkiye’ye Etkileri
Yunus İnce, Bayram Akça,;Osmanlı Döneminde Latin Harfleriyle Türkçe Yazılan Eserler ve Yazarları
Atatürk Döneminde Meydana GelenAyaklanmalar (1924-1938) https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ataturk-doneminde-meydana-gelen-ayaklanmalar-1924-1938/?pdf=3820 adresinden erişilmiştir.
Abdullah ERDOĞAN, Atatürk’ün Kur’an-I Kerim’i Türkçeye Tercüme Ettirme, Hutbe Ve Ezanı Türkçe Okutma Çalışmaları Hakkında İnceleme
Mahmut GÜNDÜZ, İlk Kur'an-I Kerîm Basmaları,
B.A.Mystakidis, Sadeleştirilmiş metin, Malik Yılmaz, Osmanlı Hükümeti Tarafından İlk Kurulan Matbaa ve Bunun Neşriyatı,
Zeki Salih Zengin, Osmanlı Devleti’nde Kur’an Basımının İlk Safhası, Belleten Dergisi,
Hayrettin Filiz, https://www.egetelgraf.com/esekli-kutuphaneci-mustafa-guzelgoz-bir-insani-degistirirsen-dunya-da-degisir,
Yorum
Tebrikler Arkadaşım, çok güzel bir yazı olmuş.
Tebrikler Arkadaşım, çok güzel bir yazı olmuş.
Teşekkür ederim, sayın abim,
In reply to Tebrikler Arkadaşım, çok güzel bir yazı olmuş. by Mustafa ERTAN (doğrulanmamış)
Teşekkür ederim, sayın abim,
Pelerinsiz Kahraman
Kendi adıma, matbaanın tarihsel gelişim süreci, Batılıların maksatlı girişimleri ve Kur’an-ı Kerim’in doğru tercüme ve tefsirinin geniş kitlelere ulaştırılması çabaları dahil bilgilendirici yönü de öne çıkan bir yazı olduğunu belirtmek isterim.
Yazınız, Yurdum insanının da Batı’ya örnek olacak model ve uygulamalar üretebileceğinin çok güzel bir örneğini ortaya koymuş.
Yazınızın aynı zamanda Mustafa Güzelgöz’ün sağlığında maruz kaldığı haksız muameleye karşı “vefa” borcunun ödenmesi ve hakkımın teslim edilmesine de katkı sağlayacağını değerlendiriyorum.
Bir çırpıda okudum, emeğimize kaleminize sağlık.
Teşekkür ederim, bu onur…
In reply to Pelerinsiz Kahraman by Mehmet Kabak (doğrulanmamış)
Teşekkür ederim, bu onur verici yorumunuz için.
İnsanı bir filmin…
İnsanı bir filmin içerisindeymişçesine konudan konuya alıp götüren harika bir yazı olmuş . Kalemine yüreğine sağlık arkadaşım. 🌿✍️👌👏
Teşekkür ederim, bu nazik…
In reply to İnsanı bir filmin… by Nalân Melek (doğrulanmamış)
Teşekkür ederim, bu nazik yorumunuz için.
İyi yapılan hiçbir iş cezasız kalmaz
Mustafa Güzelgöz'ün her bakımdan ibretlik hikayesi ve matbaa'nın icadının insanlığın bilim ve bilgi paylaşımına sağladığı imkanlar hakkındaki güzel bilgilendirmeleriniz için teşekkür ederiz. Yeni yazınızı merakla bekleyenlerdenim...
Sevgili kardeşim teşekkür…
In reply to İyi yapılan hiçbir iş cezasız kalmaz by Halil KORKMAZ (doğrulanmamış)
Sevgili kardeşim teşekkür ederim,
Sevgili kardeşim teşekkür…
In reply to İyi yapılan hiçbir iş cezasız kalmaz by Halil KORKMAZ (doğrulanmamış)
Sevgili kardeşim teşekkür ederim,
Osmanlı Torunlarına
Osmanlı torunlarına, dedelerinin, İslamiyet'in temel kaynağı olan Kuran-ı Kerimin basımını ve herkes tarafından ulaşılabilir olmasını nasıl engellediklerini öğreten, halkın aydınlanması ve refaha kavuşması yönünde insanüstü çaba sarf eden vatan sevdalılarının ceza ile önlerinin kesilmesini anlatan ibretlik bu yazıyı kaleme aldığın için seni yürekten kutluyor, devamını dört gözle bekliyorum. Eline emeğine sağlık
Sevgili kardeşim, yazıyı iki…
In reply to Osmanlı Torunlarına by Ümit EKİNOĞLU (doğrulanmamış)
Sevgili kardeşim, yazıyı iki cümle ile özetlemişsin, teşekkür ederim, önsöz gibi bir yorum olmuş, sağol,varol
Sevgili kardeşim,yazıyı iki…
Sevgili kardeşim,yazıyı iki cümle ile özetleyip, özsöz gibi bir yorum yapmışsın, teşekkür ederim, sağol.
Yeni yorum ekle