
Doğan Soydan
8 NİSAN DÜNYA ROMANLAR GÜNÜNÜ
Çingeneler
Arka arkaya dizilmiş dört at arabası,bu arabaların sağında solunda salkım saçak yürüyenbir kalabalık, köye doğru geliyordu. Onları daha köyün uzağındayken tanıyan kır bekçisi Yahya:
—Vay eviniz yıkıla!Şunların gelişine bakın hele!.. Gelin gelin bu köyde Osmanlı’nın hazinesi var! diyerek bağırdı. Harman yerinde oturanlar ayağa kalkıp o yöne doğru bakıştılar. At arabaları ve onun yanında yürüyenler, az sonra İtsöğüdü’nün oraya gelince kim oldukları açık seçik ortaya çıktı; bunlar, yol boyunca ekili bostanları çekirge sürüsü gibi talan ede ede gelen kadınlı erkekli, büyüklü küçüklü Çingenelerdi. At arabalarının yanında toz duman içinde yürüyenlerden başka, tasmalı köpekler, eşekler, ipiçocukların elinde seke seke yürüyen yedek atlar, taylar görünüyordu.
Az sonra köye yaklaştılar. Her arabanın üstünde aşiret beyi görkemiyle oturan çeribaşılar vardı. Ayaklarından bağlanıp arabaların arka kapağına baş aşağı asılmış tavuklar, horozlar, sanki doğal halleri böyleymiş gibi sessiz sesiz sallanıyordu. Kır bekçisi Yahya, “Kapılara bacalara mukayyet olun!” diye oradakileri uyardı. Harman yerinde buğday eleyen Çil Zöhre, Çingenelerin geldiğini duyunca kuşağında sallanan anahtarı küçük oğluna uzattı,“Çabuk git, evin kapısını kilitle gel!” dedi. Topal Nazlı ile Kınalı Zalha da söğütlerin gölgesindeki hindileri, civcivleri koruma altına aldılar. Onların böyle davranmasına Koca Kadir sinirlendi:
—Sanki eviniz altın akçe doluymuş gibi!.. Neden korkuyorsunuz? Bunlar köyümüze her yıl gelip giderler, şimdiye değinbir zararlarını görmedik,diye çıkıştı.
Çingeneler köye girerken köyde ne kadar köpek varsa her biri bir köşeden çıkıp seğirttiler. Çingenelerin de üç dört tane yavuz köpeği vardı ama “Dağdan gelip bağdakini kovma” hakları olmadığını bilmiş gibi boğuşmaktan kaçındılar. Arabaların arkasında ayakları bağlı, baş aşağı sallanan tavuklar, horozlar köpek sesinden ürküp çırpındıkça tüyleri havada uçuştu. Bir yandan köpeklerin havlaması bir yandan tekerlek tıkırtısı bir yandan da Çingenelerin şamatası derken, bir gürültü koptu köyün içinde. Kara ceketli, pos bıyıklı çeribaşıları ellerini kaldırıp indirerek, gördükleri herkesi selâmlayarak köyün bir ucundan öteki ucuna doğru geçip gittiler;az sonra da harman yerine gelip her yıl konakladıkları çayıra yüklerini indirdiler.
Harman yeri köyün hemen önünde çayırlık, geniş bir alandır. Kışın biraz solmuş gibi olsa da yılın her mevsiminde canlı ve yeşildir; özellikle ilkbaharda ceviz yaprağı yeşilini andırır. Pınarbaşı’ndan kaynayıp kimi yerlerde yarım çember gibi bükülebüküle, kimi yerlerde çevlekler oluşturarak gelen Ceyhan Nehri, burada bir adam boyunu aşan yarları yalayarak geçip gider. Köylüler gün boyunca burada eğleşir; harman hasat işi olanlar çalışırken çocuklar çelik çomak oynar, top oynar, güreş tutarlar, yüzerler. İşi olmayanlar, Ceyhan’ın serinliğinde hem söyleşir hem dinlenirler. Birisi eğilip yardan aşağı baksa kendi resmini görür, suyun serinliği vurur yüzüne. Ceyhan’ın tek geçit yeri de buradadır zaten; çocuklar bile yürüyerek, yüzerek karşı yamaca geçip gider geçip gelirler. İşte, Çingenelerin çadır kurduğu yer bu geçidin hemen ağzında, köylünün işine yaramayan üçgen biçiminde bir köşedir. Kelleşmiş, otsuz yerler harman yerinin yalnız burasında görülür. Yeşilin ortasında oylum oylum duran kel ve otsuz yerler, bu Çingenelerin geçen yıldan kalan ocak yerleridir. Bu yıl da gelip aynı yere yüklerini indirdiler. Atları, eşekleri salıverdiler çayırların üstüne. Çok geçmeden kazıklar çakıldı, çadırlar kuruldu. Her Çeribaşı kendi çadırının gölgesine yastık, döşek açıp oturdu. Az sonra çadırların önündeki ocaklardan dumanlar yükseldi; yemek pişirenler, hamur yoğuranlar, ekmek yapanlar… Derken bu ilk günün akşamında hava kararır kararmaz kadın, erkek, çoluk çocuk hepsi çadırlarına çekildiler.
Çingenelerin asıl telâşı ertesi sabah başladı. Baştaki çadırın önüne küçük bir körük kurdular; gümüş küpeler, yüzükler, bilezikler, üstü kuşlu saç tokası yapanlar bu çadırdaydı. Onun yanındakiler elekleri, kalburları, kalbur kasnaklarını çadırın direklerine astılar. Ortadaki çadırda oturanlar iplere dizilmiş kenger sakızlarını salkım salkım edip direklere astılar; ağaç taraklar, arkası horozlu el aynaları, çengelli iğneler, oya boncukları, tespihler, sigara ağızlıkları satmak da bu çadırdakilerin işiydi. En sondaki çadırdakilerin işi ise davul zurna çalmaktı. Bu davulcuların, zurnacıların gelmesi, köyde oğlu, kızı evlenecek, çocuğunu sünnet ettirecek aileler için bulunmaz bir fırsattı.
İlk günün bu er zamanında her çadır bir yandan kendi hazırlığını yapıp kendi tezgâhını açarken, bir yandan da sanki geldiklerini müjdeliyormuş gibi daha gün ışımadan davul zurna çalmaya başladılar. On üç on dört yaşındaki çocukların kimi davul çalıyor kimi acemice zurna öttürüyor, büyükler de onlara yardım ediyorlardı. Bohçasını omuzlayan Çingene kadınlar erkenden köyün içine dağılmışlardı. Bohçayı nereye indirseler orası hemen kadınlarla, kızlarla doluyordu. Yatak kılıfları, yorgan yüzleri, entariler, başörtüleri, dikiş iğnesi, yorgan iğnesi, makara iplikleri…
Bu Çingenelerin içinde kendini en ağıra satan dazlak kafalı dişçiydi. Her gelmesinde öteki çadırlardan biraz uzak ve ayrı kurardı çadırını. Ötekilerin çaput yığınını andıran giyimlerine karşın dişçi takım elbiseli, fötr şapkalıydı. Hava ne kadar sıcak olursa olsun fötr şapkasını çıkarmaz, gümüş kapaklı piposunu ağzından düşürmezdi. Bir de ışıl ışıl parlayan altın dişi vardı ağzında. Bu altın diş, olduğundan daha genç gösteriyordu onu. Akşamları keman çalar, kemanın ince yanık sesi köyün öte ucundan duyulurdu. Ne zaman keman sesi duyulsa köyün gençleri, çocukları hemen oraya koşar, çadırın önüne bağdaş kurup onu dinlerlerdi. Çingenelerle en çok içli dışlı olan kır bekçisi Yahya, dişçinin kan çanağı gözlerine baktıkça, “Ocağı batası dişçi arakı içiyor” derdi.
Geldiklerinin ertesi sabahı dişçi de ötekiler gibi işe başladı. Çadırın önüne küçük bir körük kurdu. Takım taklavatı hazırladı; karga gagasını andıran kerpetenler, cımbıza benzer kıstırgaçlar, küçük küçük ilâç şişeleri, pamuk paketleri, alçı ve metal parçaları… Bunların hepsi bir tahta bavulun üstünde diziliydi. Eski bir dişçi koltuğu bile vardı. Her yıl geldiğinde diş çeker, diş yapardı.
Çingene dişçinin yolunu dört gözle bekleyenlerden biri de Pehlivan Ali’nin karısı Fatik Bacı’ydı. Henüz kırk beşinde olmasına karşın, sönmüş sigara izmariti gibi durup duran iki çürük kökten başka diş kalmamıştıağzında. Diş ağrısı yüzünden eli işe varmaz, gözü kimseyi görmez olmuştu. Sabahlara değin gözüne uyku girmediği günlerde dişağrısını tuzlu sarımsakla dindirmeye çalışırdı ama nafile…
Fatik Bacı’nın çektiği acı, kocası Pehlivan Ali’nin umurunda bile değildi. Sanki çok güzel günler yaşamış, yaşatmış gibi; geçmişin anılarıyla oyalanmaktan, öbür dünyaya günahsız gitmekten başka kaygısı olmazdı. Fatik Bacı elini eteğini çoktan çekmişti ondan. O gün onca ağrı sızısı yetmezmiş gibi bir de beyaz toprak getirmiş, evi badana yapıyordu. Gün ikindiye dönünceye değin haberi olmadı Çingenelerin geldiğinden, öğrenince de ölümcül hastaya ilâç bulmuş gibi sevindi. Komşusu Divane Elif geldi aklına; geçen yıl o da bu Çingene dişçiye yaptırmıştı dişini. Badana işi bitince Divane Elif’in evinde aldı soluğu:
—Kııız Elif Bacı’m ne dersin, şu Çingene dişçiye yaptırsam mı dişlerimi? dedi. Divane Elif onun ne çok acı çektiğini biliyordu, böyle bir karar vermesine sevindi.
—Allah razı olsun o Çingene dişçiden, yüzüme kan geldi, gözümün önü ışıdı inan ki!.. Beni dinlersen bir dakka bile durma, dedi. O geceyi zor geçirdi Fatik Bacı; bir yandan diş ağrısı bir yandan diş yaptıracak olmanın sevinciyle sabaha değin uyumadı. Yine de içinde bir sızı, yüreğinde bir korku vardı; “Elde yok avuçta yok, de ben ne yapayım şimdi!..” diye umarsızca söylendi. Bir ayağı dişçinin çadırına yönelse de öteki ayağı geri geri çekiyordu onu. Bu kaygı yüzünden gün yarı oluncaya değin gidemedi, oyalanacak işler buluyor, bir çare düşünüyordu. Boşa koyuyor dolmuyor doluya koyuyor almıyordu! “Gece oluyor gene!” dedi. Biliyordu ki gece olunca bir ise iki, iki ise üç oluyordu çektiği işkence. Çekingen, canı dişinde yürüdü Çingene dişçinin çadırına doğru. Hem gidiyor hem, “Çingene olduysa gavur olmadı ya!.. Azıcık vicdanı varsa derdime ortak olur” diye düşünüyordu.
Çeribaşıları çadırın gölgesine minder açmış çay içiyor, sigara tüttürüyorlardı. Ötekiler ise herkes kendi işini yapmakla meşguldü. Göz çukurunda bir avuç karasinek kaynaşan küçük, donsuz çocukların herbiri bir yerde kimi oynuyor kimi ağlıyordu. Köyün içine erkenden dağılan bohçacı kadınlar henüz dönmemişlerdi. Akşam yemeğinin telâşıyla üfleye üfleye ocak yakmaya çalışan Çingene kızlardan ikisi Fatik Bacı’yı görünce ocak üflemeyi bırakıp onun yolunu kestiler. “Hatın aba bir faline bakiyim, n’olursun hatın aba” diye diye kendi çadırlarının önüne çekmeye çalıştılar. Fatik Bacı’nın eli yüzünde, “Falınız batsın, aha benim falım görmüyor musunuz” diyerek kızarmış, şişmiş yüzünü gösterdi, dişçinin çadırına yöneldi.
Çingene dişçi her zaman olduğu gibi çadırın önüne bağdaş kurmuş, fötr şapkası başında, pipo tüttürüyordu. Komşu çadırdan bir çeribaşı ile köyden iki kişi daha vardı onun yanında. Dişçi bir şeyler anlatıyor ötekiler gözleri ıslana ıslana gülüşüyorlardı. Fatik Bacı’nın geldiğini görünce kalkıp çadırın üç beş adım ilerisinde karşıladı. Fatik Bacı, onun bir şey sormasına fırsat bırakmadan derdini dökmeye başladı:
—Aman deyim dişçi kardaş, medet deyip ocağına düştüm beni bu dertten kurtar. Bir yıldan beri bir gün dişim ağrır bir gün yüzüm şişer, bir gün yüzüm şişer bir gün dişim ağrır! Vallahi ölü müyüm diri miyim bilmiyorum! Bu acıyı çekecek dermanım kalmadı kardeş! Medet dedim ocağına düştüm dişçi efendi, ya şu dişlerimi yap beni kurtar ya da alnımın çatınabir kurşun sık!” diye yalvardı. Dişçi, Fatik Bacı’nın bunca dil dökmesine bir anlam veremedi. “Sen maraklanma hatın bacım, gözel bacım!”diyerek onu dişçi koltuğuna oturttu. Üst dudağını, alt dudağını eliyle tutup indirdi, kaldırdı sonra da ağzının içine tümden baktı. Sönmüş sigara izmaritinin ucu gibi durup duran o iki çürük kökten başka bir şey yoktu görünürde.
Dişçi:
—Saçı sırmalı anam, gözü sürmeli anam sen ne demeye kendine eziyet edersin böyle! Yapayım dişlerini hemen, istersen bir de sarı diş kondurayım arasına; gözün güleç olsun, cemalin gözel olsun. Allah seni erine bağışlaya! Ne demeye ağır yük vurursun canına!” diyerek Fatik Bacının gönlünü hoş tutmaya çalıştı,sonra da pazarlık başladı ve bir süre tartıştılar.
Dişçi:Temiz bir yüzlük alırım senden, dedi.
Fatik Bacı:Bende para pul ne arar dişçi kardaş!
Dişçi: Parasız pulsuz olmaz ki bu iş… Hiç mi yok?
Fatik Bacı: Vallah yok billah yok kardaş!..
Dişçi: Tamam da gözel bacım, eşek sürmenin bile bir ceremesi olur, dedi.
Fatik Bacı:Kölen olam dişçi efendi, medet dedim ocağına düştüm!diyerek bir kez daha yalvardı.
Fatik Bacının işin başında dil döküp yalvarmasının nedenini yeni anlayan dişçi:
“Gözel bacım adını bağışla hele adın ne senin” dedi.
Fatik Bacı:Adım batsın da bebeklere konulsun! Şehirlilerin kimi Fatma kimi Fatoş diyor ama köydekiler hep Fatik derler bana.
Dişçi: Benim adım da Hüsrev ama bizimkiler hep Hösem derler dedi sonra da yine pazarlığa getirdi sözü:
—Paran yoksa un ver, bulgur ver, yağ ver.
……………………………..
—Arpa ver, buğday ver… Ne versen alırım, dedi.
Fatik Bacı: Erim goca, eli tutmaz, gözü görmez, diyerek son bir daha direndi. Olmazsa kalkıp gidecek, yazgısına boyun eğecekti.
Dişçi: Hatın anam, gözel anam bak sana gözel bir diş yapacağım, arasına bir de sarı diş konduracağım, hepten beleş olmaz ki bu… Eşşeği sürmenin bile… diyecekti ki, Fatik Bacı onun sözünü kesti. Dişçinin sık sık eşekten söz etmesi, Fatik Bacı’ya, sanki kimsenin akıl edemeyeceği bir şeyi hatırlattı birden. İki parmağının ucuyla dişçinin gömleğini çekiştire çekiştire onu çadırın üç adım ötesine götürdü sonra da eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Çadırın önünde oturan çeribaşı ile o iki köylü duyamadılar onun ne dediğini ama,dişçinin, iki elini kasığına bastıra bastıra gülmesi onları pirelendirdi. Dişçi, gözleri ıslanıncaya değin güldü, kan çanağı gözleri daha da kızardı. Gülmesi bittikten sonra da “Usludan yeğdir delimiz” diye türkü söyleyerek çadırına girdi. Az sonra piposuna tütün doldurup geri geldi. Fatik Bacı can telâşıyla bir kez daha yalvardı dişçiye: “Daha ne istersin ki, he de bitsin şu iş…” dedi. Dişçi, çadıra gidiş geliş arasında, Fatik Bacı’nın az önceki teklifinin hiç de yabana atılır olmadığını düşündü. “Eşeğin fazlası Çingene’ye yük olmaz” diye söylendi açıktan. Birkaç kez yineledi bu sözü… Çadırın önünde oturanlar duydular ama bir şey anlamadılar dişçinin bu sözünden; “Eşeğin fazlası Çingeneye yük olmazmış!..” Bir dişçinin, bir Fatik Bacının yüzüne bakıp kaldılar.
Onlar böyle anlamlı anlamlı bakarken, Dişçi, Fatik Bacı’ya dönerek, “Tamam!..” dedi. Çadırın önünde oturan Çeribaşı ile o iki köylü şaşıp kaldılar dişçi ile Fatik Bacının önce didişip sonra da bir çırpıda anlaşmasına. Biri dudak büktü biri boyun büktü, birbirinin gözüne bakıştılar, yine de bir kuşku vardı uslarında. Dişçi, ertesi gün işe başlamak üzere pazarlığı bitirip Fatik Bacıyı evine yolladı.
Çadırın önündeki mindere yeniden oturdu. Kendisi bir şey söylemeyince, saatlerden beri orada çene çalıp zaman harcayan köylülerden biri:
“Ne o, bizim Pehlivan Ali’nin karısı diş mi yaptırıyor?” dedi. Dişçi, Fötr şapkasını çıkarıp başını kaşıdı, bir yanıt da vermedi. Ötekiler de katıldı söze: “Ulan dişçi, bizim köye bir Çingene dölü bırakıpmı gideceksin, nedir?”deyince hep birden bir daha gülüştüler. Öyle ki çadırdan epey uzaklaşan Fatik Bacı’nın kulağına kadar uzandı bu gülüşmenin yankısı. Fatik Bacı o günden sonra dişçinin çadırını tozlu yol etti. Dişler yapılıncaya değin her gün gitti geldi.
Beşinci günün ikindisinde Fatik Bacının dişleri yapıldı. O ilk gün şalvarını nasılefil efil savurarak çadıra geldiyse, dişleri takıldıktan sonra da evinin yolunu öyle tuttu. Yüzü, sanki ağzında yutulması zor bir lokma varmış gibi kabarmıştı ama hiç umurunda değildi bu… Hem hızlı hızlı köyün içine doğru yürüyor hemÇingene Dişçi için dua üstüne dua okuyordu.
“İlk önce ben görmeliyim” diye geçirdi usundan. O sarı diş nasıl görünüyordu acaba? En çok da bunu merak ediyordu. Yol boyunca bir eliyle ağzını kapatıyor, kimsenin görmesini istemiyordu. Evine varınca çeyizinden kalma boy aynasının karşısına geçecek, eski Fatik ile yeni Fatik’i yan yana koyup şöyle bir bakacak… O sarı diş gerçekten dişçinin dediği gibi “yüzünü güleç,cemalini gözel” etmiş miydi?
Eve geldiğinde kocası Pehlivan Ali bir şeyler yazıyormuş gibi bastonun ucuyla toprağı çiziktirip duruyordu. Fatik Bacı seslenmeden içeri girdi. Gelirken yolda düşündüğünü yapmadı; hemen aynanın karşısına geçip sarı dişine bakmadı. Önce, aylardır bedeninden çıkarmadığı iş giysilerini soyunup bir kenara fırlattı, soğuk su ile duş aldı. Sonra çeyiz sandığında sakladığı çiçekli fistanını çıkarıp giyindi, pullu başörtüsünü örtündü, şalvarını değişti. Kınalı zülüflerini başörtüsünden dışarı taşırıp uçlarını tel tel taradı. Bütün bunları yaptıktan sonra boy aynasının karşısına geçti. Sağına dönüp baktı, soluna dönüp baktı. Sarı dişin albenisini görebilmek için gülmeye çalıştı ama olmadı; içinden gelmiyordu gülmek. Birkaç kez denedi bunu, olmadı, gülemedi! Şimdi köyün içine doğru şöyle bir yürüyecek, önüne gelen herkesle konuşacak, konuşurken gülecek, güldükçe o sarı diş ışıl ışıl parlayacak. Köylüler, Fatik Bacılarının bu denli alımlı çalımlı güzel bir kadın olduğunu ilk kez görecekler!.. Giyinip kuşandıktan sonra en az bir saat böyle düşündü, düşler kurdu. Tam üç kez evin önüne bu yeni giysileriyle çıktı çıktı geri girdi. Ne kadar denediyse olmadı; gidemedi köyün, köylünün içine.Az önce giyindiği çiçekli fistanını yeniden soyundu, pullu başörtüsünü, çiçekli şalvarını özenle katlayıp çeyiz sandığına yeniden yerleştirdi. Eski giysilerini giyinip dışarı çıktı. Pehlivan Ali hâlâ bastonun ucuyla yeri çiziktirip duruyordu.
Fatik Bacı, köyün uzaklarına doğru uzun uzun baktı, sonra evin önünden uzaklaşıp mezarlık tarafına geçti; Çingene dişçiye vereceği eşeği arıyordu. Araya araya söğütlerin altında, çalıların arasında buldu eşeğini. Emektar eşek derin düşünceye dalmış gibi başını yere eğmiş, kulaklarını sarkıtmış hareketsiz duruyordu. Sahibini görünce başını yerden kaldırdı, kulakları dikleşti, çapaklanmış kara gözlerini ona dikip mecalsiz birkaç adım attı. Fatik Bacı, eşeğinin sırtını okşamış gibi sıvazlarken, eşek de onun tezek kokulu fistanını kokluyordu.
Yeni yorum ekle