Baş Sağlığı Tiyatrosu Üzerine

Edebiyat

Baş Sağlığı Tiyatrosu Üzerine

Biri öldüğünde, hiç kimse ölen kişinin namına ağlamıyor kanaatimce. Kimi geçmiş yaslarını hatırlayıp üzülüyor kimi ölen kişiyle iyi kötü hatıralarına dertleniyor. Ölümün buz gibi yüzü, sıcacık kalplere değince hayatın pek de matah bir şey olmadığı gerçeğiyle yüzleşmiş oluyor insan denilen nesne. Asıl yas işte o zaman başlıyor gibi geliyor bana zira ertelenen, önemsenen, boş verilen hatta bile bile yarım bırakılan her şey anlamını yitirmiş bir hâlde ve kadim bir istikrarla ama her taraftan el sallamaya başlıyor…

Terkidünya eden kişi yaşlıysa mesela kaç çocuğu olursa olsun, neler yaşamışsa yaşasın birdenbire kıymete biniveriyor. “Son görev” kisvesi ile hayır işleri yarışması başlıyor bir silsile şeklinde. Eski fotoğrafların romantik cümlelerle paylaşılmasından tutun da sağken merhum/merhumeye kerhen de olsa bir tas su vermekten imtina edenler “tabuta omuz verme” mücadelesine giriyor. Taziye verip alırken takılan maskelerin renkleri gökkuşağını kıskandırırken, en ihtişamlı gözyaşını kimin döktüğü dahi esasında bir rekabet konusuna dönüyor… Helvayı hangi yağla kavurduklarından başlayarak gösterişli birtakım ikramlar yapanlar da oluyor, kırk gün kırk gece Yasin okutanlar da…

Öte yandan, belki de en iç acıtan ifadedir “başın sağ olsun”. Neden sağ oluyor cenaze sahibinin başı? Kimse ölmeden de sağ olamaz mı başımız? Yıldızlar geçidinde, birinin ayağı takılıp düştü diye mi bizim geçit merasiminde boy göstermeye devam edişimiz? Gizli gizli bir sevinç mi ya da “o gitti ben kaldım” acımasız nihayeti? “Bu kez de bizi ıskaladı, oh yaşasın” nidasının ahlaklı(!) yüzü mü?

Zihnimde bu düşünceler birbiriyle cenge tutuşurken geldi hatırıma Muhyiddin Abdal… 16.yüzyıl kaynaklarında ismi geçen, Edirne ile Kırklareli arasındaki Çöke’de yaşadığı söylenen Türk Hurufi şair... Bektaşî ulularından biri olarak kabul edilmektedir ve hece vezni ile yazdığı şiirlerini küçük bir divanda topladığı bilinmektedir. İşteUlu Ozan, şiirlerinden birini sanki cenaze merasimleri için yazmış gibidir:

“İnsan, insan derler idi

İnsan nedir şimdi bildim

Can candeyu söylerlerdi

Ben can nedir şimdi bildim.

Kendisinde buldu bulan

Bulmadı taşrada kalan

Canların kalbinde olan

İnanç nedir şimdi bildim.

Bir kılı kırk yardıkları

Birin köprü kurdukları

Erenler gösterdikleri

Erkân nedir şimdi bildim.”

Dizeler beş asır öncesinde söylenmemiş gibi anlaşılır ve duru bir Türkçe ile yazılmış olmanın yanında hem Dünya göçünü toplayıp gidenlere atfedilecek anlamlar içermektedir hem de o göçü toplayıp gidenin arkasında kalanların ibretlik hâllerine… Mısraların, insanın özünü anlamaya yönelik bir çağrıniteliğinde olduğu görülmektedir. Şair, insan kavramını bir kenara koyarak, bunun derinliklerine inmekte ve insanların sadece fiziksel olarak tanımlanamayacak kadar karmaşık ve derin bir yapıya sahip olduğunu dile getirmektedir. “İnsan nedir şimdi bildim” dizesiyle, insanı anlamanın zamanla gelişen bir farkındalık ve derinleşen bir bakış açısı gerektirdiğini vurgulamaktadır. Dolayısıyla bu şiir, insanın hem iç hem de dış tabiatını anlamaya yönelik bir arayışın sembolüdür.Çünkü itikadımca, gün olup hak vaki olduğunda “nasıl bilirdiniz” sorusuna verilen cevapta sıkışıp kalmıştır hayatın bütün bu kısa ama zahirde uzun görünen esrarı. Sonrasındaki en sevimsiz maskeli balo ise bu nedenle taziye evleridir…

Mevta sağ iken ona bir kâse çorba içirip bir bardak su ikram etmeyenler başta olmak üzere ilgili ilgisiz herkes bir anda yas sahibi olur. Sonrası sosyalleşme ortamı, bir şekilde yemeler içmeler, sinsi dedikodular, utanmaz laf yarıştırmalar; garip günah çıkarmalar, üzgün yüz ifadeleri, kısık ses tonları, timsah gözyaşları… Dünya sürgününü tatbik edip ruhlar âlemine intikal eden ve çoğunlukla “rahmetli” addedilen kişiler, ecnebilerin inandığı gibi bizi “bir yerlerden görüyorlarsa” öbür tarafta karşılaştığımızda durumumuz pek iç açıcı gibi görünmüyor… Yok eğer bir yerlerden gözlemlenmiyorsak vicdan denilen nesne yüzünden, birileri öldüğünde mütemadiyen eski yaslarımızı yenileyişimiz bu yüzden! Ne diyordu şiirin devamında şair:

“Sıfat ile zat olmuşum

Kadr ile berat olmuşum

Hak ile vuslat olmuşum

Mihman nedir şimdi bildim.

Muhiddin eder Hak kadir

Görünür her şeyde hazır

Ayan nedir, pinhan nedir

Nişan nedir, şimdi bildim.”

Muhyiddin Abdal’ın da metnin son bölümünde içsel bir aydınlanma ve Yaratıcıyla bir olma arayışını dizelerine yansıttığı görülmektedir. Şiir, her şeyin Allah’tan geldiğini, O’nun kudretinin her yerde ve her şeyde mevcut olduğunu, insanın ise bu dünyada yalnızca bir misafir olarak gün geçirdiğini anlatmaktadır. “Ayan” ve “pinhan” gibi kavramlar, görünür ve görünmeyen arasındaki ilişkiyedikkat çekmektedir. Gerçeklik hem zahirî (görünen) hem de bâtınî (gizli) boyutlarıyla Allah’ın tecellisidir. Her şeyin bir arada olduğu, görünür ve görünmeyen arasındaki farkın aslında bir ilüzyon olduğu anlatılmaktadır. Burada, hayatın sonunda insanın içsel bir keşfe çıktığını ve her şeyin Yaratıcıdan kaynaklanan bir yansıma olduğunu anlamaya başlayan şair, aslında biri öldüğünde bizi de yüksek bir farkındalık hâli oluşturmamız/oluşturduğumuz gerçeği ile yüzleştirmiş olur…

Dr. Seda Artuç Bekteş

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.