
Yaşamak Güzel Şey
Albert Camus’un “Giyotin Üzerine”, Arthur Koestler’in ise “Darağacı Üzerine” adlı kitaplarının “Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler” adı altında birleştirilmiş hâliyle yayımlanan kitapta Camus ve Koestler’in idam, yani ölüm cezası ile ilgili görüşleri yer almaktadır. Ölüm cezasının anlamsız olduğu ve ölümün bütün suçları sıfırladığı belirtilir. Bu durum bana hemen Orhan Veli Kanık’ın “Ölüme Yakın” şiirini hatırlattı.
“…
Ölürüz diye mi üzülüyoruz?
Ne ettik, ne gördük şu fâni dünyada
Kötülükten gayri?
Ölünce kirlerimizden temizlenir,
Ölünce biz de iyi adam oluruz;
Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış,
Hepsini unuturuz.
…”
Orhan Veli’nin şiirinden, Albert Camus ve Arthur Koestler’in söylemlerinden ölümün bazı şeyleri sıfırladığını, unutturduğunu, yeni anlamlar yüklediğini görebiliyoruz. Ölüm belki de birçok olumsuz anılan şeyleri silip atıyor, insanları iyi adam vasfına çıkartıp, kirlerinden arındırıyor. Zaten sahip olduğumuz inancın gereği ölenin ardından kötü konuşmak dinî bir kural olmasa da ahlaki bir ilkedir. Sahihhadislerde bu konuyla ilgili birçok hadis vardır ki bu hadislerden ölenin ardından kötü söz söylenmemesi gerektiğini anlarız. Hz. Muhammed’in “ölülerinizin iyiliklerini, güzelliklerini anın ve kötülüklerini sarfı nazar edin”. (Tirmizi, Sünen, Cenaiz, 33, II/215; Ebu Davud, Sünen, Edeb, 49, IV /275), “bir arkadaşınız öldüğü zaman onu bırakın, onu gıybet edip ayıplamayın” (Ebu Davud, Sünen, Edeb, 49, IV /275) ve “ölülerinize sövmeyiniz” (Buhari, Cenâiz 96) şeklinde öğütlerde bulunduğu bilinmektedir.
Buna göre ölüde görülen iyi ameller söylenebilirse de kötü hâlleri söylemek caiz değildir. Kimin ve nasıl dile getirdiği belli olmayan bazı mahfillerde yapılan değerlendirmelerde “Hz. Peygamber (ASM)'in kötülüklerinin zikredilmesini yasakladığı ölüler, kâfir, münafık, günahları açıktan işleyen ve bi'dat ehli olmayan ölülerdir. Bu özellikleri taşıyan ölülerin kötülüklerini zikretmekte bir sakınca yoktur. Çünkü bu ölülerin kötülükleri arkalarından anılınca Müslümanlar bundan ibret alır ve kendilerini onların kötü akıbetinden korumak imkânı bulurlar.” gibi kendilerince ölenin arkasından kötü konuşmayı caiz kılacak bir çıkarım oluşturmuşlar. Kime göre kâfir, kime göre münafık bunun kararını kim verecek yada bu karar alma sürecini kendilerinde nasıl buluyorlar, Allah’ın kullarına soracağı soruları, Allah’ın vereceği kararları kendilerinde o yetkiyi nasıl buluyorlar o da ayrı bir problem.
Bazı aklı başında din adamlarının dile getirdiği gibi, bir fasıkın(İlâhî emirlere itaatten ayrılıp âsi olan mümin veya kâfir) ölmeden önce tövbe etmiş olması ihtimali mevcut olduğundan, fasık bile olsa hiçbir Müslümanın ölümünden sonra kötülüklerini zikretmenin caiz olmadığıdır.Sözün özü, ölünün ardından iyi vasıflarını konuşmak dinî bir vecibe olduğu kadar insani olarak da en ahlaki bir düsturdur. Ancak ne yazıktır ki, son günlerde, Hz. Muhammed’in “ölülerinizin iyiliklerini, güzelliklerini anın ve kötülüklerini sarfı nazar edin.”Hadis-i şerifine rağmen, bazı dinî makam sahiplerinin ve muhafazakâr kesimde yer alan “akil”insanların arzu edilen dinî akidelere sahip olmadıkları gibi ahlaki vasıflara da sahip olmadıklarını yitip giden değerlerimizin ardından yapmış oldukları beyanatlarda nüzülerek öğreniyoruz.
Evet, ölüm bazen olaylara farklı bakmamıza, ölüm neticesinde yitip giden değerlerimizi anlamamız açısından bedeli çok ağır olan bir imkân veriyor. Hani güzel bir atasözümüz vardır ya “Kel ölür, sırma saçlı olur; kör ölür, badem gözlü olur” kıymetini yaşarken bilemediğimiz şeylerin değerini ölüm gibi istenmeyen bir olguyla tecrübe etmemiz tabii ki insanı üzmüyor desek hiç de inandırıcı olmaz.
Bazen, yaşarken kıymetini bilemediklerimizin farkına ölümleri ile varırız, ancak bu farkına varma çok yıpratıcı, sarsıcı ve yıkıcı olmaktadır. Değeri ölünce anlaşılan sanatçılar vardır ki, genellikle yaşarken ürettiği sanatın kıymeti pek anlaşılmaz ve nedense ölümünden sonra, sağlığında iki paraya satılamayan eserleri daha sonra, yitip gittiği zaman paha biçilemez hâle gelir. Ya da yaşarken değerini anladığımız ama sanki hiçbir zaman yitip gideceğini düşünemeyeceğimiz sanatçıların aniden ölüp gitmeleri üzerine içimizde oluşan boşluğu, anlamsız hiçliği,pişmanlığı tarif edecek mantıklı bir açıklama bulamayız.
İnsan neden bazı şeylerin değerini yaşarken bilemez diye düşününce, aslında çok da kendimize haksızlık etmememizin gerektiğini düşünüyorum.Çünkü yaşayan, varlık olarak her an elimizin altında, yanımızda, çevremizde olan şey, bizlerde herhangi bir olumsuz,yoksunlukduygusu oluşturmuyor ve nasıl olsa yaşıyor, nasıl olsa hemen yakınımda, nasıl olsa yanına ziyarete giderim deyip gönül rahatlığı içerisinde var olanın bizde yarattığı olumlu duygu bizleripsikolojik olarak rahatlatırken vicdanımızda da herhangi bir olumsuz durum oluşturmuyor.
Sevdiklerimiz, saydıklarımız büyüklerimiz ve daha nice varlığı ile onur duyduğumuz insanların var olduklarını bilmek biz insanlar için gidip göremesek de, ziyaret edemesek dekonserlerine, sergilerine gidemesek de biliriz ki o kişi var olduğu müddetçe bizim gönlümüzde her daim yer alır.Operası, tiyatrosu, sineması vb. gibi sosyokültürel imkânlara sahip bir şehirde yaşayıp da, o mevcut imkânları, nasıl olsa var, nasıl olsa istediğim zaman giderim konforu ile kullanmamak insanlarda nasıl bir rehavet sağlıyorsa, o tip imkânların olmadığı yerleşim yerlerinde yaşamak da insanasanki olsa her daim o imkânları kullanacakmış ama olmadığından dolayı kullanamıyormuş gibi rahatsızlık verirken bu imkânların yoksunluğunuhissetmek insanı bir o kadar da mutsuz eder.
Aslolan varlığın değil yokluğun sarsıcı etkisidir. İnsan doğası, olan ile değil, olmayan, kayıp ettiği değerlerin yokluğu ile dertlenir, hüzünlenir. O yüzden yitip giden olguların ardından üzülür dururuz. Turgut Uyar’ın o müthiş dizelerinde olduğu gibi;
“Hatırla, denize hiç bakmadık çünkü kıyısındaydık”
Ne güzel de anlatmış dimi, duyguların şairi, her daim denizin kıyısındaysak ne gerek var denize bakmaya, Kadıköy’den Beşiktaş’a vapurla giden insanların kaçı o vapurun salına salına yüzdüğü, seyrettiği boğazın koyu lacivert sularında çevresine alıcı bir gözle bakıp dünya şaheseri muhteşem İstanbul manzarasının farkına varıyor acaba. Muhtemelen birçoğu günlük hayatın gailesine dalıp o muhteşem seyirlik manzaranın farkına dahi varamıyor, çünkü şairin dediği gibi “denize hiç bakmadık çünkü kıyısındaydık”.
Ondan sonra, o muhteşem manzaranın farkına varamayan denizdeki balık, kıyısında olup da denize hiç bakmayanlar misali, o sahip oldukları imkândan mahrum kalıp, çok uzaklara gitmek durumunda kaldıkları zaman,sıla hasretiyle Melike Demirağ’ın muhteşem sözleri, Şanar Yurdatapan’ın olağanüstü notalarıyla can verdiği “Ah şimdi İstanbul'da olmak vardı anasını satayım, Püfür püfür bir vapurun yan tarafında, Ah şu anda İstanbul 'da olmak vardı anasını satayım…” şarkısını, kıymetini bilemediği İstanbul’un hatırasını karasal iklimin hüküm sürdüğü bir taşra şehrinde, ay ışığında parıldayan karlı dağların eteklerinde el yapımı rakısını içerken terennüm edip hayıflanıp dururlar.
Nedense olan şey için değil de olmayan şey için hayıflanır dururuz. Yokluğun insanı dertlendirmesi, hüzünlendirmesi aslında yokluğun, varlığa nazaran olumsuz bir anlam yüklenmesiyle açıklanabilir gibi. Misal balıklar, içinde bulunduğu deniz ile ilgili bir sorunları olduğunu hissetmezler, çünkü o balıklar, içinde bulunduğu denizin farkında bile değillerdir,ta ki sudan çıkıncaya kadar. Ne demiş Türk Divan edebiyatının, zengin bir hayal gücü, ince ve duyarlı bir üsluba sahip şairi Hayâlî Bey (?-1557) “O mâhîler ki deryâiçredirderyâyı bilmezler (Balıklar da denizde olup denizi bilmezler).”
Bazı, ama doğrusunu söylemek gerekirse insanların birçoğunda, ölüm gerçeğinden duydukları korkunun esası, daha çok ölüm ya da ölüm sonrası yaşanacaklardan değil de ölümden sonra geride bıraktıkları içinduyulan hassasiyet olabilir. Geride kalan dünyada hayat devam edecek, güneş doğacak, kuşlar cıvıldayacak, yeni kedi yavruları doğacak ve bu dünyanın güzelliklerine tanıklık edemeyecek olmanın verdiği elem, sevdiklerinin yaşayacağı sevinçlere paydaş, üzüntü ve acılarına payda olamamanın vereceği sıkıntı ve benzeri dünyevi düşünceler insanları ölüm sonrası korkularına neden olduğu söylenebilir.
Öleceğini bilen tek varlık olan insanın evrensel bir özelliği olan ölüm endişesinin temel kaynaklarından biriside neyden yoksun kalacağımızdan duyduğumuz korkudur.
Bu korkunun diğer bir sebebini de 21.yüzyılın önemli sosyolog ve filozoflarından biri olan Polonyalı ZygmuntBauman (1925-2017), insanların, sahip olduğu sorumluluk duygusu ile yaşamları boyunca yapması gereken sorumlulukların bir kısmının eksik kalacağını düşünmeleri, ölüm geldiğinde ise görevlerini, sorumluluklarını yeterince tamamlayamayacakları düşüncesini taşımaları ve bu yarım kalmışlık duygusu, henüz yaşarken ölümle ilgili endişe duyulmasının temel nedenini oluşturduğu düşüncesini ifade eder.
Bu düşünce bizim toplumumuzda kendini “Gözü açık ölmek / ölmemek”, “Ölsem de artık gam yemem”şeklinde çok güzel bir yer bulmuştur. Misal; çocuğunun okulu bitirip, bir işe başlaması, evin taksitlerinin bitip kendini güvende hisseden bir ana/baba bu durum için, tüm sorumluluklarını yerine getirmiş olmanın rahatlığı ile “Bugünleri de gördüm ya, ölsem de artık gam yemem, gözüm açık gitmez,” şeklinde olduğu gibi, bunun aksi hâlinde ise; yapması gereken sorumlulukları yapamayıp, gerçekleşmesini çok istediği şeylerin yerine gelmemesini durumunda iseinsanlar bu yarım kalmışlık duygusu ile ölmekten ama daha doğrusunu ifade etmek gerekirse “Gözü açık ölmek”den korkarlar.
Bu ölüm kaygısının, korkusunun diğer bir anlamlı açıklamasını ise Chicago Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Sistematik Teoloji profesörü, 1904 yılında Kahramanmaraş’da doğan Joseph Haroutunian şu şekilde ifade eder. “İnsana özgü olan ölüm endişesi, sevginin bir işlevidir. Ölümden ya da yok olmaktan endişe duyarız; çünkü genel olarak kendimizi sevdiğimiz gibi komşularımızı da severiz.”Sevgi gücünün diğer bir yaşamsal değerini de yıllar yıllar önce Seneca şu şekilde ifade etmişti: “Kişiyi hayata sımsıkı bağlayan zincir, yaşam sevgisidir. Bu sebeple yaşam sevgisini içimizden toptan söküp atmamak gerekir.”
Tabii ki bu düşünceler, yaşam formu içinde kutsanası düşünceler, ancak bu duyguların yaşanabilmesi için ilk şart bilinçli olmanın gerektiğidir. Bilinçli olmak insan olmanın erdemidir. Eğer ki herhangi bir rahatsızlıktan dolayı bir insanın bilincinin olmadığını düşünecek olursak, o kişi yaşasa bile o biraz önce sıraladığımız dünyevi duyguların zaten farkında dahi olamayacağıdır. Bir insanın bilincinin olmaması yarı ölmekten bir farkı yok gibidir. Nice alzheimer hastası yaşasa bile bu dünyadan tüm duygusal bağlarını koparmış gibidir. Schopenhauer ölüm için; beyin faaliyetlerinin durması neticesinde bilincin yok olduğu zaman gerçekleşen bir olaydır demiştir. Ölüm, bilincin yok olmasıyla başlar ve bilinci olmayan, hiçbir şeyi düşünemez, algılayamaz. Epikuros’a göre ise ölüm duygulardan yoksun olma hâliydi. Bilinç olmayınca, bilincin yitip gitmesiyle çok doğaldır ki duygulardan da yoksun oluyoruz. Yani insanların genellikle korktukları ölüm sonrası geride kalanlar için ölen kişinin hiçbir tasarrufu ve düşüncesinin olamayacağıdır. Gidenler için artık düşünecek bir şey kalmamıştır, düşünmesi ve kaygı duyması gerekenler geride kalanlardır.
Beyin ölümü olmuş, bilincini kaybetmiş ve yoğun bakımda yaşam destek ünitelerine bağlı olarak yaşamaya çalışan bir hasta ile toprak altında mezarda yatan birisi arasında tek fark, yoğun bakım odasında, yaşam destek ünitesinden solunum cihazı ile kalp atışını kontrol eden cihazdan çıkan sinyal sesidir.İkisinde de bilinç yoktur, yani aslında ikisi de ölmüştür. Birisi hem ruhen hem de bedenen ölmüşken diğeri bilinci yok olduğundan yalnızca kalp atışının desteklediği şekilde yalnızca bedenen yaşamaktadır ve geride bıraktıkları için toprak altında yatanın ne kadar yaşayanlara bir faydası varsa o bilincini kaybetmiş ve yaşam destek ünitesinde yatan hastanın da ancak o kadar faydası vardır. Bu hastamızın geride kalanlara hiçbir tasarrufunun olamayacağını kendisinin bilmesine imkân yokken geride kalanlar içinde en acımasız gerçek de budur.
Ölüm hâlinden korkmak için bilinçli olmak gerekir demiştik. Bilinçsizlik ölüme eşdeğer bir durumdur. Eğer ki bilinç ortamı ortadan kalktığı zaman ölümden de korkmanın bir anlamı kalmıyor. İnsan olmanın erdemi bilinçli olmaktır. Varlığın yegâne temeli bilinçli olma halidir. Bilinç varsa yaşam var, yoksa Vita tenekesindeki sardunya çiçeğinden bir farkımız kalmaz. Bilincimizi, beyinsel yetilerimizi yitirdiğimiz zaman bu dünya ile düşünsel, duygusal hiç bir bağımız kalmaz ve ölüm dâhil hiçbir şeyden kaygımız, korkumuz kalmaz.
Ölümden büyükler kadar çocuklar da korkar değil mi? Çocuksu duyguların ne kadar dışavurumsal olduğunu bilmeyen yoktur. Çocuk karanlıktan korkar, yalnızlıktan korkar ama eğer ki bilinç ortamı ortadan kalkıp da öldüyse hiçbir şeyden korkmaz artık. Bu anlatmaya çalıştığım zor durumu cumhuriyet dönemi şairlerimizden Oktay Rıfat ne güzel, ne de anlamlı bir şekilde dizelere dökmüş:
“Çocuk
Öldü, öldüğünü bilmiyor,
İki eli yanına geldi götürecekler
Gitmem diyemiyor
Tadamadı helvadan ve lokmadan
Bir teşekkür olsun edemedi
Tabutunu taşıyan dostlara
Ah ölümü kimseninkine benzemiyor.”
(Oktay Rıfat, Yaşayıp Ölmek, Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler, Adam Yayınları, 1982, İst.)
Aslında ölüm zannedildiği gibi bir kötülük değildir, ama insanı oldukça tedirgin eden, korkutan kötü bir algısı, görünüşü vardır. Çünkü yaşamak arzusu ile yitip gitme korkusu insana yerleşmiştir. Ölüm birçok nimeti elimizden alıyor, alıştığımız her şeyden bizi yoksun bırakıyor gibidir. Ölümden nefret etmenin bir sebebi de sahip olduğumuz şeyleri bilmek, gideceğimiz yeri bilmemektir. Bilinmeyen şey insanı ürkütür.
Ölüm korkusunun saçma olduğunu düşünen Seneca’ya göre korkumuzun nedeni ayırt edilmezse, gerçek nedenlerle görünür nedenler arasında ilişki olmadığı görülür. Çünkü kişi ölümden değil, ölüm düşüncesinden korkar. Aslında ölüme hep aynı derece uzak olduğumuz için ölümden korkmak gerekirse hep korkmak gerekir, çünkü yaşadığımız hiçbir an ölümden arınmış değildir (Seneca’da Felsefe ve Ölüm Fatma Zehra Pattabanoğlu, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 2015/2, Sayı 22).
Seneca’nın dediği gibi, yaşadığımız sürece ölümden arınmış değiliz. Ana rahmine düştüğümüz, ilk yaşam belirtileri görüldüğü andan itibaren yaşam ve ölüm,Çin kültüründeki evrende her şeyin ve durumun birbirinden ayılmaz iki karşıt kutbu vardır anlayışını simgeleyen, birbirini tamamlayan, biri olmazsa diğerinin anlamı kalmayan Yin-Yang anlayışı gibi yaşamın mütemmim Cüz’üolan ölüm ile herzaman birlikte yaşarız.Ölüm, inanç, tanrı, aşk, sevinç, mutluluk gibi konuları günümüz varoluşçu düşünce penceresinden işleyen İsveçli oyun yazarı ve film yönetmeni Ernstngmar B(1918-2007), muhteşem filmi TheSeventhSeal (7. Mühür) de yaşamın anlamının ölümde saklı olduğu düşüncesinin ön plana konulduğu ölüm ile şövalyenin satranç yani ölümüne oynan oyun öncesi konuşmalarında da görüyoruz. Ölümü simgeleyen rahip (Azrail) şövalye ile karşılaşınca;
Şövalye Azrail’e “Kimsin”’ der ve Azrail “Ben ölümüm” diye cevap verince, şövalyede “Benim için mi geldin?” ’demesi üzerine, Ölüm “Uzun zamandır senin yanındaydım” diyerek ölüm olarak daha doğumumuzdan itibaren yaşam gibi hep yanımızda olduğunu belirtir.
İngmarBergmanYedinci Mühür filminde haçlı seferlerinden dönen şövalye ve yardımcısı üzerinden hayatın anlamını, Tanrının varlığını, varoluşsal bir düşünce penceresinden bakar. Analitik psikolojinin kurucusu, derinlik psikolojisinin Sigmund Freud ve Alfred Adler ile beraber üç büyük kurucusundan birisi olan İsviçreli psikiyatr Carl GustavJung(1871-1961); varlığı anlama ve hayata anlam verme çabası insana özgü bir nitelik olduğu ve bu özelliği ile kendisi için anlamsız bir gizem olan hayatı ve kendi var oluşunu anlamlandırmaya çalıştığını, insanın temel güdüsünün, yaşamı anlamlı kılma çabası olduğunu ancak kendine özgü olan bu sorgulamalarında ise çoğu zaman yetersiz kaldığını ifade eder.
Bu durumda ise varoluşsal bir boşluğa ve hiçlik duygusuna kapıldığını ve bu içine düştüğü durumdan Tanrıya olan inanca dört elle sarılarak bu durumdan bir kurtuluş yolu olduğunu belirtir. Bu davranışı ile içine düştüğü umutsuzluktan kurtulduğunu ancak yaşamındaki karşılaştığı ve başa çıkamadığı zorluklar medeniyle inancında şüpheler oluştuğunu, yüzleşmiş olduğu kötülüklerin ve çaresizliklerin büyüklüğü karşısında iman ettiği Tanrı’sının neden hiçbir şey yapmadığını, neden sesiz kaldığını sorgulamaya başladığını ve bu inancının hayalinde yarattığı bir şey ve o ana kadar yaşadıklarının boş şeyler mi olduğunu düşünmeye başladığını aktarır.
Yedinci Mühür filminde bu soruların cevabı varoluşsal bir düşünce ile aranırken hayatın dehşeti ve sözde anlamsızlığı göz önüne alındığında insanların nasıl olurda umutsuzluğa kapılamayacağı öne sürülür ve bunun cevabını da, nitelikleri ve felsefi özgürlüğü açısından varoluşçuluğun kurucu isimlerinin başında yer alan, Danimarkalı filozof ve teolog SorenAabyeKierkegaard (1813-1855) vermektedir.
Aklın, bizleri asla bir cevaba götürmediğini,her zaman şüpheleneceğimiz bir şeyler ya da düşünsel hatalar yapma ihtimalimizin olduğunu, bu durumdan inanç sıçraması yaparak bir Tanrı olduğuna ve onun planına uygun olacak şekilde yaşamamızın, ya da Tanrının olmadığına karar verip, kendi küçük anlamlarımızı yaratacak bir hayat yaşamamız gerektiğini söyler. Hayat, yaşam olayını ise “hayat çözülmesi gereken bir problem değil, tecrübe edilmesi gereken bir gerçekliktir.”şeklinde ifade etmiş ve kendisinden oldukça çok etkilenen,20. yüzyılın en önemli filozoflarından sayılan, mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunan Avusturya doğumlu matematikçi, filozof, Ludwig Josef Johann Wittgenstein (1889-1951), ise yaşamı “Ortada bir bilmece yok. Yaşam paradoksunun çözümü, yalnızca bu paradoksu görmezden gelinmesiyle çözülür.” diyerek Kieregaarg ile paralel bir çözüm önerisi sunarken bu söylemler bir an için günümüz gençlerinin deyimiyle “çok da şey etmemek lazım” ya da askeri bir söylem olarak “meseleyle boğuşmamak lazım” ifadelerini biraz da gülümseyerek aklımıza getiriyor
Montaigne, ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı hayattan ölüme geçerken de duymamamız gerektiğini söylüyorSchopenhauer, insanın sahip olduğu doğal bilince uygun olarak en fazla ölümden korktuğunu söyler. Yalnızca kendi ölümünden değil, yakınlarının ölümünden de dehşet duyan insan bunu bencilce bir acıyla değil, derin bir merhametle yapar. Doğan herkes ölüm korkusunu da bu dünyaya beraberinde getirir ve aslında bu ölüm korkusu yaşama iradesinin diğer yüzüdür, Schopenhauer, henüz varlığa kavuşmadığımız geçmiş zaman hakkında dehşete kapılmadığımıza göre ölümden sonraki durum hakkında da hayıflanmamamız gerektiğini söyler. Dolayısıyla ölüm yalnızca bilinçle ilgili bir şeydir.
Ölüm hakkında söylenegelen açıklamalar çoğunlukla ölüm için korkulmaması, ölüm ile yaşamın aynı anda yaşanamayacağı, ölüm sonrası hayatın olacağı veya olmayacağı şeklinde olduğunu görmekteyiz. Ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğu, bu bize bahşedilen hayatı yaşanılması gerektiği gibi yaşamamız anlatılır her türlü öğretide.
Ölümün kutsandığı, ölüm ileşehitlik kavramıyla Cennetin müjdeleneceği ve bu yüzden ölümden değil korkmak, ölmek için canın hiçe sayılmasını öne süren İbrahimîdinler kadar Budizm, Hinduzm, Şamanizm gibi diğer inanç sistemlerinde de bu durum görülebilmektedir. Çok daha eski zamanlarda Sümerliler zamanında krallar için Antik Yunan’da Tanrılar için, Eski Mısır’da firavunlar için ölenlere şehit karşılığı bir tanımlama yapıldığı bilinmektedir.
Antik Yunan, kahraman kültleri kavramını, kişilerin ölümünden sonra tanrılaştırılması veya apotheosis ile yaratmıştı. Yaşamlarında büyük işler başarmaları, ölümden sonra ElysianFields'da (cennet) tanrılar arasında yer almakla ödüllendiriliyordu(https://www.worldhistory.org/martyr/).
Altay Türklerinin ölüm kitabında ve eski Türk yazıtlarında han için ölenlere, “Gökte sanki canlılar arasındaymışsınız gibi olacaksınız” diye yazar… İslamiyet öncesi Türklerde er kişinin vatanı uğruna gözünü kırpmadan/hiç düşünmeden canını feda etmesi "vatan mefhumunu"kutsal bir kavram olarak kabul edilmesi sonucunu ortaya çıkarmıştır. Eski Türklerde, vatan için savaş sırasında gerçekleşen ölümün "kutsi" bir yönü/onur verici bir anlamı vardı.Çoğu zaman meşru nedenler olmasa da tarih boyunca şehitlik mertebesi egemenlerin ezilenlere verdiği yüce bir makam olduğu görülmektedir(www.haberhurriyeti.com/makale/3363842/sedat-kaya/sehitlik-kavrami-uzerine).
Şehitlik kavramıyla insanların canını gözünü dahi kırpmadan bir ideal uğruna verebileceği bir motivasyona ulaştırmak tarihte çokça görülen bir durumdur. Bu motivasyon olmasa binlerce kişiyi ta İskoçya’nın, İsveç’in, İspanya’nın dağlarından, köylerinden yoksul köylüleri Kudüs’ü Müslümanlardan kurtarma ideali iddiasıyla üzerlerindeki kilolarca ağırlığındaki zırh ile binlerce kilometre nasıl yürütebilirlerdi.
Fransa’nın Clermont şehrinde,1095 yılında Katolik dünyanın lideri papa II.Urbanus tarafından “Kutsal toprakları” Müslümanlardan geri alma bahanesiyle “Deus le volt’’(Tanrının isteği) sloganıyla, dinini motivasyonla Haçlı Seferleri başlamıştı (Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler, İ. Ethem Polat, I. Baskı, Vadi Y, 2006,Ankara). Bu hareketin en temel itici gücü dinî söylemlerdi. İsa aşkına, din uğruna fedakârlık ve sevgisi üzerine oturtulan söylemler ile bu seferlere katılacak gönüllülere “Cennetin Krallığı’’ vaat edilirken asıl sebep sosyal ve ekonomik sorunlardı (Haçlı Seferleri, Prof. Dr. Işın Demirkent, Dünya K. 2004,İstanbul).
Tarihçi FrancoCardini Haçlı Seferlerine iştirak eden şövalyelerin “Servet Avcısı” olarak görüldüğünü ifade ederken Bizans İmparatoru AleksiosKomnenos (1048-1118) Haçlı Seferlerine katılan şövalyelerin asıl amacını çok iyi anlamıştı dinî gerekçelere sığınarak Doğu’da devletler kurmak olduğunu ifade etmişti. İmparatorun kızı ve aynı zamanda dünyanın ilk kadın tarihçisi de olan AnnaKommenos (1083-1153) ise “Kutsal mezarı kurtarmak için Türklere karşı savaşa gidiyorlarmış gibi yaparak, ülkelerindeki arazilerini satmışlar ve kılıç zoruyla doğuda yeni araziler, mülkler zapt etmek derdindeydiler” diyerek haçlıların gerçek amaçlarını tüm çıplaklığı ile dile getirmişti.
Papa II.Urbanus seferlere asker temin etmek için Kudüs’ü ele geçirince oralarda yerlerden yağ, bal fışkırıyor, siz savaşa gidin sizin olmadığınız zaman burada işleri takip edeceğiz, savaşınız ölürseniz günahlarınız ve yaptığınız kötü işler için Allah’tan mağrifet dileyeceğim(Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler, Ethem Polat) diyerek yoksul insanları savaşa sevk edip kendisi içinde tüm Hristiyanlık dünyasının tek hâkimi olmanın hesaplarını yapıyordu. Ölümün kutsanması geçmiş zamanlarda görüldüğü gibi günümüzde de çokça görebilmekteyiz. Kerameti cübbesinden menkül, ulema-ı ekber’den allame-i cihan hocamızın dediği gibi “Allah cümlemize Cuma günü ölmeyi nasip etsin Amin. Ama bu cuma değil tabii ki”tabii ki bu Cuma değil, hayat tatlı çünkü.
Bu seferler göstermiştir ki yoksullara Cennetin krallıklarını vaat edenler yapılan savaşlar neticesinde yeryüzü krallıklarını ilan etmişti. Bu seferler neticesinde birçok krallıklar kurulmuştu, Urfa haçlı Kontluğu, Antakya Haçlı Prinkepsliği, Kudüs Krallığı, Trablus Kontluğu, İstanbul Latin İmparatorluğu, Kıbrıs LuizyanKrallığı, Mısırdaki oluşumlar vb. gibi birçok yeryüzü krallıkları kurulurken cennetin krallıkları ise din idealleri uğruna canını feda edenlere kalmıştı.
Haçlıların doğuya yapmış oldukları görünürde dinî ancak asıl amaçlarının doğunun zenginliklerine ve topraklarına el koymak olan bu seferler sırasında yüzbinlerce Müslüman Türk, Arap ve Musevileri katletmişler vahşetin anlatılamaz derecelerini batılı tarihçiler ve Arap tarihçiler tarihe not düşmüşler, vahşetin boyutları yalnızca insanları kılıçtan geçirip katletme yanında yakarak da vahşetin limitlerini zorlamışlar bunun yanında İznik civarında Türklere karşı yaptıkları katliamlarıAnnaKommenos yazmış olduğu anılarında“…10.000 Norman askerî ana kucağındaki süt bebeklerini ya sakat ettiler ya da şişlere takıp ateşte kızarttılar, yaşlıları ise her çeşit işkenceden geçirdiler.”diye yazarak yapılan katliamın boyutunu anlatmıştır ( İ. Ethem Polat).
Vahşetin boyutlarını insanın aklı almayacak boyutlara geldiğini 1098 yılındaki Türklerin hâkimiyetindeki Antakya kuşatmasında görüyoruz, haçlılar normal katliamları geçmiş kendi tahribatları neticesinde oluşan kıtlık ve açlık nedeniyle ele geçirdikleri Türkleri ateşlerde pişirerek yemişlerdi. Haçlılar resmen insan eti yiyerek yamyamlık yapmışlardı. Bu yamyamlığı Tarihçi RadulfusCadomensis şu şekilde anlatmıştır. ”Askerlerimiz yetişkin Müslümanları yemek kazanlarında pişirdiler, çocukları şişe geçirip ızgara yapıp yediler” (Işın Demirkent). Bu sefere katılmış olan Richard de Pelerin’in yazmış olduğu CahnsonD’Antioche (Antakya Destanı) adındaki eserinde.
“…
Haydi, şurada ölmüş yatan Türkleri toplayınız,
Tuzlar ve pişirirseniz, pekâlâ yenir onlar,
Türkler yüzüldü, bağırsakları çıkarıldı,
Etlerinden haşlama ve kebap yapıldı,
Doyasıya yediler, amma ekmeksiz olarak,
Bunu gören putperestler(Türkler) pek korktular,
Ağlamadık Türk kalmadı.” (İ. Ethem Polat) diyerek haçlıların bu işi zevke dönüştürdüklerini anlatır.
Bu insan eti yemenin devamı Suriye'nin kuzeyinde, İdlib'in 33 km güneyinde yer alan Maarat el-Numan şehrinde de yaşanmış ve aynı Antakya’da olduğu gibi burada da haçlılar tarafından Müslümanlar pişirilip yemişlerdi. Bu insanlık suçunu Haçlı tarihçisi Guibert de Nogent“HistoriaHierosolyminita” adlı eserinde tüm açıklığı ile anlatmıştı.
İngmarBergman’ın muhteşem 7.Mühür filminde varoluşçu bir düşünceye düşen Tanrının neden sessiz olduğunu, kötülüklere neden sessiz kaldığını sorgulayan Şövalye, kendi deyimiyle Kutsal Haç için savaşmaya gittiği Doğu’da Türklere, Müslümanlara Musevilere ve hatta diğer mezhepten Hristiyanlara karşı yapılan katliamları, işkenceleri görünce varoluşçu bir iç hesaplaşmaya gitmesi, sorgulamalara başlaması muhtemelen bu sebepten dolayı olabilir mi?
Haçlı Seferleri zamanında yığınlar hâlinde gelen haçlılara karşı koyan, Müslümanlığı ve Orta Doğu’yu koruyan bu bağlamda İslam dinini ve Arap milletini hem Haçlılara hemde ileri ki yıllarda Moğol akınlarına karşı koruyan güç bölgedeki Türk gücüydü ki bunu Arap tarihçilerde gönül rahatlığı ile dile getirmektedirler. Haçlılara karşı ilk mücadeleyi veren Anadolu Selçuklu Sultanı İslam’ın ve Müslümanlığın savunucusu olarak anılan I.Kılıçarslan olmuştur. II.Haçlı Seferlerinde Haçlıları 1147’de Eskişehir’de Dorylaion savaşında ağır hezimete uğratanI.Kılıçarslan’ın oğlu I.Mesut, devamında Dinin Yıldızı namlı Artukoğlu İlgazi, Harput Hükümdarı Artuklu Belek Gazi, Aksungur Porsuki, SeyfüddinSavar,MemlüklüSultanı Eşref el Halil, Musul Selçuklu Atabey’i İslam’ın Süsü namlı İmameddinZengi, Nurettin Mahmut Zengi, Selahattin Eyyübi, Memlük Sultanı Baybars ilk akla gelen Türk komutanlardır.
Haçlı Seferleri 1095 de başlayıp sonuncusu 1444 Varna Savaşında Osmanlıya karşı girişilen son seferle sona ermiş ve 349 yıl sürmüştü. Özellikle Anadolu’da ve Suriye Mısır arasındaki savaşlarda insanlığı utandıracak barbarlıklar yaşanmış, yamyamlık seviyesinde vahşetler görülmüş, din adına hareket eden batılı güruh,kendi dininin ana söylemlerini dahi hiçe sayarak tarihte görülmemiş vahşete sebep olmuştu. Günümüz Katolik dünyası bu yaşanan vahşeti kabul etmek durumunda kalmış ve Ortaçağ karanlığına ve barbarlığına daha fazla sahip çıkamayacağına karar vermiş ve neticesinde 2000 yılında Papa II.John Paul, Müslümanlar, Museviler ve Doğu Hristiyanlarından, Katolik kilisesinin geçmişte işlediği suçlardan dolayı, kadınlar ve çocuklar dâhil herkesten özür dilemiştir(İbrahim Ethem Polat, Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler, Vadi Y. 1. Basım, 2006,Ankara).
Dünya üzerinde öleceğini bile bile yaşayan tek canlı, insandır. “Bilmek acı çekmektir!” tezinin, belki de en somut delilidir insanın öleceğini bilerek yaşamaya devam etmesi. Çünkü yaşama dair her şey, bir parça ölüm kokar ve bu kokuya tahammül etmek oldukça zordur. Öte yandan; sonsuzluktan kopup gelen özün, içinde fânilik gerçeğiyle yüklü olan küfenin altında ezilmesi, duyumsanan acının dozunu arttıran başka bir etkendir.
Yaşamı sürdürmekle bu denli meşgul olmamamızın nedeni ölmek zorunda olduğumuzu bilmemizdir. Geçmişi korumamızın ve geleceği yaratmamızın nedeni ölümlülüğün farkında olmamızdır.
Çok doğaldır ki ölüm hakkında ne denirse densin, ister dinî ister felsefi açıklamalar biz insanların ölüm olgusundan korkmaması için yeterli değildir.Schopenhauer, insanın sahip olduğu doğal bilince uygun olarak en fazla ölümden korktuğunu söyler. Her türlü mantıklı açıklamaya rağmen, insan ölümden korkmaktadır, çünkü öleceğini bilen ve bunun bilincinde olan tek canlı varlık insandır. İncil’de bahsedildiği gibi; “Çünkü yaşayanlar öleceğini biliyor” (Vaiz 9:5, Eski Ahit).Dünyada ölmenin ve zamanın farkında olan insan hiç şüphesiz ki geçip giden zamandan ve ölümden kaygı duymaktadır. Kısaca insanlar ölümlüdür. Çünkü sadece bizler bu bağlantıyı kurar ve kendimizi ölümlü bir varlık olarak biliriz. Belki de insanlığa verilmiş en ağır sorumluluk, öleceğini bilmesi bilincidir.
Ernest Becker'a göre ölüm bilgisi, insan için ağır bir yüktür. Bu yüzden pek çok insan, ölüm gerçeğini inkâr eder; en azından bu konu üzerine düşünmekten ve konuşmaktan kaçınır. İnsanlar, fiziksel benliklerinin ölümüne inanırken, zihinlerindeki sembolik benliğin ölümsüz olduğuna kendini inandırabilir. İşte bu çelişki, insan varoluşunun en temel çatışmalarından biridir.
Yani insanlık bedenen ölmeyi kabullenebilirken ruhen ölmeyi içine sindirememektedir. İngmarBergman’ın ölüm, yaşam, Tanrı, varlık ve yokluğun varoluşçu bir pencereden bizlere sunduğu 7. Mühür filmde Ölüm (Azrail) şövalyenin canını almak için yanına geldiğinde, şövalyeye “Hazır mısın?” diye sorması üzerine “Bedenim hazır, ben değil”’ diye cevap vererek ruhen ölüm ile yüzleşmeye daha hazır olmadığını ifade eder. Bu temel çatışmayı Sigmund Freud; “kimse kendisinin öleceğine inanmaz” ve bilincimiz “sanki bizler ölümsüzmüşüz gibi davranır.” diye bilincimizin ölüm karşısındaki tavrını açıklar. Bilincimiz ölüm karşısında ölümsüz gibi davranarak aslında insanlığı rahatlatmaktadır. Çünkü insan öleceğini bilir, bunun bilincindedir ancak ölümün ne zaman geleceğini bilemediğinden hiç ölmeyecekmiş gibi rahatlatır içini.
“Öleceğini bilerek yaşayan tek canlı insandır ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar”demiş şair Necip Fazıl Kısakürek, gerçi dile getirdiği özlü sözü çok daha önceleri yukarıda bahsettiğimiz gibi söyleyenler çok olmuştu.
Ölüm geldi mi eşit ve adil davranır. Ölümün ziyaret ettiği kişilerin sosyal statüsü hiç önemli değildir. Zenginmiş, fakirmiş, çok önemli bir insanmış hiç önemli değildir. İnsanların bu hayatta tek eşitlendiği olay sanki ölüm gibidir. ZygmuntBauman’ın ifade ettiği gibi “Ölüm, o ürkütücü baş dansçı (Maitre de dance), papayı, kralı, lordu keşişi, çocuğu, soytarıyı, her meslekten ve her konumdan insanı dansa katılmaya davet eder ve bu daveti hiç kimsenin reddedecek gücü yoktur.”Evet baş dansçı kimi dansa kaldırıyorsa o kişinin yani eceli gelmiş kişinin, vadesi dolmuş kişinin, o dansa icabet etmeme şansı hiç yoktur. Bauman ölümü haber veren kişiyi, görevliyi “Baş dansçı” olarak tanımlarken, dinî akidelerimiz gereği biz o görevliye “Azrail” diyoruz.
Baş dansçını dansa kaldırdığı kişilerin bu dansa icabet ememe gibi bir şansının olmadığını söylemiştik. İnsanlığın son dansı da denebilir. Bu dansa Fransızca “La DanseMacabre”, İngilizce“TheDance of theDeath” denirken Türkçe karşılığı ise “Ölümün Dansıdır.”
DanseMacabre, ölümün her şeyi fetheden ve eşitleyen gücünün, ölümün evrenselliğine dair sanatsal bir alegorisidir diyebiliriz. İnsanın hayattaki yeri ne olursa olsun, Ölümün Dansı hepsini birleştirir (No matterone'sstation in life, La DanseMacabreunitesall.). Bir tema olarak DanseMacabre, ölümün nasıl büyük bir sosyal dengeleyici olduğunu, bu dansa davet edilen her kim olursa olsun ölümdansındankaçamayacağı, ırkı, cinsiyeti, mesleği, sosyal konumu ne olursa olsun bir gün Ölüm Dansı’nın herkesi bir araya getireceğini anlatılır.
DanseMacabre’yi betimleyen Orta Çağ ressamlarının tablolarında; hayatın her kesiminden temsilcileri, tipik olarak bir papa, imparator, kral, çocuk ve işçi ile birlikte mezara kadar dans etmeye çağıran ölülerden veya ölümün kişileştirilmesinden oluşur. İnsanlara hayatlarının kırılganlığını ve dünyevi hayatın ihtişamının ne kadar boşuna olduğunu hatırlatmak için MementoMori (ölümü hatırla) olarak ortaya çıkmıştır. Dansı bizim halaylara benzetebiliriz. Bu halayda her sınıftan, her ırktan, zengin yoksul, soylu, köylü demeden herkes vadesi dolduğu zaman yer alır.DanceMacabre sanatın bir çok dalında ölümü imgeleyen bir metafor olarak sıkça kullanılagelmiştir. Özellikle sinema da çok etkili kullanıldığı sahneler aklımızda yer almıştır. Yedinci Mühür filmin son sahnesinde ölüm dansını kasvetli, tedirgin edici bir şekilde görmekteyiz. Çoğunlukla ölümle yüzleşecek olanlar bir vesile ile dans sahnesinde yer aldıkları görülmektedir. O dansı yapıyorsan kaçınılmaz olarak, bir sonraki sahnede öleceksin mesajı verilmektedir.
İnsanın öleceğinin bilmesi yaşama tutunmasını sağlayan en önemli motivasyonudur. Bauman’a göre yaşamı sürdürmekle bu denli meşgul olmamamızın nedeni ölmek zorunda olduğumuzu bilmemizdir. Geçmişi korumamızın ve geleceği yaratmamızın nedeni ölümlülüğün farkında olmamızdır.
Merleau-Ponty, “Ne doğumum, ne de ölümüm bana benim deneyimlerim gibi görünebilir,” demiştir. Ölüm kişisel yani şahsa özel bir tecrübedir. Herkes bu tecrübeyi en nihayetinde yaşar, ancak bu tecrübe dediğimiz gibi şahsa özel bir tecrübedir. Bu tecrübenin diğer kuşaklara aktarılması falan söz konusu değildir. Adeta tek kullanımlık bir tecrübedir ve nerede kullanacağımızı bilemediğimiz bir tecrübedir.
Ölümden korkmak, ölümle yüzleşmek dediğimiz gibi bizim bilincimizle öğrendiğimiz ve sanki o an’ı yaşayacakmışız gibi olacağını düşünmekten korkuyoruz. Epikür’ün ifade ettiği ‘’ Ölüm varsa biz yokuz, biz varsak ölüm yoktur.’’Ölüm aslında insana kötülüğü yoktur. Çünkü insan sağken, yaşıyorken ölüm yoktur, ölünce de zaten insan yoktur. İnsanın ölüm düşüncesinden korkmasına sebep olan bir duygu da Joseph Harontunian’ın öne sürdüğü gibi “ölüm fiziksel yaşamın sona ermesi ya da organizmanın çözülüp yok olması değil, insanların birbirinden ayrılmasıdır, insanın ölümü budur. Ölüm endişesi böyle bir varlığın kaybına ilişkin bir endişe değil, bu kişilerin dostluğunun yok olmasına ilişkin bir endişedir.”
Ölüm, “ölümlülük”, insanlığın en büyük yenilgisidir. “Ölümsüz eserler” vermek yoluyla, bedenin ölümlülüğü düşüncesinin ölümsüzlüğüyle alt etme çabası, insanın ölümlülük karşısındaki en masum çabalarındandır.
Freud da benzer görüştedir: “Kendi ölümümüzü hayal etmek gerçekten de olanaksızdır; bunu her hayal etmeye kalkıştığımızda, aslında o anda bile bir seyirci konumunda olduğumuzu algılayabiliriz.”
Ölümle başa çıkılamayacağını bilen insanlık, endişe duyduğu, korktuğu ölüm olgusundan uzak durmaya, ölüm ritüellerini dışlamaya çabalamıştır. Fransız tarihçi MichelVovelle’in(1933-2018), “Halka açık cenaze törenlerinin düşüşe geçmesi, ölüleri yaşayanların dünyasından uzaklaştırmakta bulunmuştur… Bütün otoriteler-sivil, bilimsel, dinsel-18.yy sonuna doğru büyük şehirlerde mezarlıkların şehrin merkezine olabildiğince uzak bir yerde kurulması için bir araya gelmişlerdir. Ölülerin kilise bahçesine gömülmesini yasaklayan 1776 Kraliyet Fermanı yalnızca kendiliğinden evrimi onaylamıştır.” ifadesinden de ölüm, ölüm sonrası törenler ve defin yerleri yani mezarlıkları göz önünden uzak tutarak bir nebze de olsa bu korkularından kaçınacaklarını dile getirmiştir;
Fransız düşünür ve sosyolog, postyapısalcı felsefe ve postmodernizm üzerine olan çalışmalarıyla bilinen Jean Baudrillard, ölümü, ölenleri hatırlatacak olan mezarlıkları şehir merkezlerinden gözden ırakta yerlere yapılmasının ilk gettolaşmanın örnekleri olduğunu dile getirmiş. Bu vesile ile ölüyü dışlama yoluyla yaşam ve ölümü birbirinden uzay bağlamında ayrılmış olduğu söylenebilir…
Fransızlar mezarlıkların şehir dışında oluşturulması neticesinde ölümü dışladıklarını düşüne dursunlar, biz Türklerin tam aksi bir davranış gösterdiklerini “İstanbul’dan Sayfalar”kitabında İlber Ortaylı çok güzel bir biçimde açıklamaktadır. Eski zamanlarda insanlarımızın ölüm olayına, ondan korkup kaçarak değil de, mezarlıkları sıcak bir dostlukla kucaklayıp yanına alarak direndiğini belirtir. Mezarlıkların, dışarıdaki hayatla bir bütünlük içerisinde olduğunu, ölülerin Osmanlı kentlerinde dirilerle birlikte yaşamaya devam ettiğini, küçük mahalle mezarlıklarının yanı başında çocukların neşeyle oynadıklarını dile getirir (İlber Ortaylı, İstanbul’dan Sayfalar, Dünden bu güne mezarlıklar, syf. 25, Hil Y.,1986,İstanbul). Mahalledeki tüm yaşam cıvıltısı, yaşamın her türlü hareketleri mahalle ile mezarlıkta beraber yaşadığını anlatır. Yaşayanların bu mahalle arasındaki mezarlıklardan çekinmediğini, ürpermediklerini bu minik, servi ağaçlarıyla bezenmiş mezarlıkların bulunduğu yerleri güzelleştirdiğini yazar. İstanbul, Edirne ve Bursa gibi Osmanlı şehirlerindeki mezarlıkların bu şekilde olduğunu söyler.
İlber Ortaylı, eski zamanlarda mezarlıkların sosyal yapı içerisinde yaşayanlarla ölülerin birbirinden çekinmediği, ortak bir yaşam sürdürdükleri mahalleleri anlattığı mezarlıklardan birisi olan Dünyanın 4. Türkiye’nin ise en büyük mezarlığı olan Karacaahmet mezarlığının eski fotoğraflarına baktığımızda gerçekten de çoluk çocuk, yaşlısı genci tüm mahalleli o mezarlığın içerisinde çok rahat bir biçimde hayatlarını sürdürdüğünü görmekteyiz.
Yaklaşık olarak 700 yıllık bir tarihi olan çok eski bir Yeniçeri ve Bektaşi mezarlığı olan ve uzun yıllar Üsküdar Mezarlığı olarak anılan bu mezarlık daha sonraları İstanbul'a Hacı Bektaş-ı Veli tarafından İslam dinini yaymak üzere gönderilen Karaca Ahmet Sultan'dan alarak Karacaahmet adını alır (https://kamilcaglayan.blogspot.com/2016/01/uskudar-dan-kiziltoprak-700-yillik.html).
1852de yazdığı ve bir seyahatname klasiği olan "Constantinople" kitabında, Fransız şair ve yazar TheophileGautier (1811-1872), Karacaahmet''i, "Şark''ın en büyük ve kalabalık mezarlığı" olarak belirtirken “Doğu dünyasının en büyük ve görkemli mezarlığı” olduğun ifade ediyor.Karacaahmet Mezarlığından, ünlü Azeri gezgin ve bilim adamı Hacı Zeynel Abidin Şirvani'nin seyahatnamelerinde ( 1826-27 ) "Üsküdar 'da uzunluğu bir fersah, eni yarım fersah olan bir mezarlık vardır (1fersah:yaklaşık 5,5–6,5 km’dir)(yaklaşık olarak 18 km karelik bir alan). Oradaki her bir mezarın yanı başında bir servi ağacı dikilidir " şeklinde bahsedilir.
Türkiye’nin en büyük mezarlığı, Üsküdar’dan Kurbağalı Dere’ye Kadıköy e kadar bir yeri kapladığı geçmiş zaman belgelerinden öğreniyoruz. Mezarlık bu kadar geniş yer kaplarken içindeki muhteşem sanat eseri olan mezar taşlarıyla birlikte korunabilse, özel bir sanat tarihi eğitimi almış olanların dahi okumakta zorluk çektikleri istif metoduyla yazılmış muhteşem mezar taşlarını koruyamayanların, nereden çıktığı belli olmayan dedemim mezar taşını okuyamıyorum safsatasına gösterdiği hassasiyeti bu mezarlığın korunmasına gösterselerdi şu anda dünyanın sayılı tarihi değeri olan açık hava müze mezarlığı olabilirdi.
Mezarlık deyip geçmemek gerekir. Dünyanın çeşitli ülkelerindeki açık hava sanat müzeleri gibi mezarlıkların olduğu ve o ülkelerin en çok ziyaret edilen tarihi mekânları olduğu, birçoğuna da ücretle girildiği bilinmektedir. Birçoğunun tarihi Karacaahmet Mezarlığından çok çok daha yeni olan bu mezarlıklar bulunduğu ülkenin yöneticileri tarafından gözleri gibi bakılmakta ve koruma altına alınmaktadır. Örnek verecek olursak Ukrayna’daki Liviv kentindeki Lychakiv Mezarlığı, ABD’deki New Orleans mezarlığı, İran Tebriz’deki 1000 yıllık Şairler Mezarlığı Makberat’ul Şuara, İngiltere, Londra’daki High Gate Mezarlığı, Fransa,Paris’deki Dünyanın en çok ziyaret edilen ve yılda 1,5 milyon ziyaretçi ağırlayan, Oscar Wilde’danBalzac’a, Chopin’den Edith Piaf’a, Yılmaz Güney’den Ahmet Kaya’ya kadar birçok ünlü isme ev sahipliği yapan CimetièreduPèreLachaise, icinde Nazım Hikmet Ran'ın ve eşi VeraTulyakova'nın yanı sıra Anton Çehov'dan NikolayGogol'eMayakovsky'denSergeiEisenstein'e Rus tarihinin bir çok ünlü isminin yattığı Moskova’nın en çok ziyaret edilen, ücretli açık hava müzesi gibi olan Moskova'ninPere Lachaise'i konumundakiNovodeviçi Mezarlığı ilk akla gelen tarihi mezarlıklardır..
Osmanlı zamanında çoğunluk, öleceği zaman vasiyetinde Karacaahmet’debu muhteşem mezarlığa defnedilmek istermiş, sebebi ise "Osmanlı zamanında İstanbul'dan yada Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa kıtasındaki toprakları üzerinde yaşayıp da hacca gitmek isteyen kişiler, önce Üsküdar'a geçip burada toplanır, sonra toplu hâlde yola çıkarlardı. Haccın başlangıç yeri sayıldığı için, Osmanlılar döneminde Üsküdar, Kâbe toprağı sayılırdı. Üsküdar'ın Harem semtine, bu ismin verilmesi de bundandır. Kâbe'den Üsküdar sahiline kadar Harem-i Şerif 'in karadan bir uzantısı sayıldığı için Harem-i Şerif 'e atfen bu isim verildi. O zamanlar hacca gidenler, Üsküdar'a geçtikleri andan itibaren sanki Kâbe'deymiş gibi kemâl-i edeple davranmaya özen gösterirlerdi"(Prof. Dr. Osman ÖZSOY).İşte bu sebepten dolayı İstanbul’un karadan Kâbe ile temasını sağladığı için Üsküdar’ın sahil şeridine Mekke’deki Harem-i Şerif'e atfen Harem diyen ecdadımız, öldükten sonra da Kâbe toprağı saydığı bu semte gömülmek isterlermiş
Şimdilerde ise Fransızların anlayışına yakın bir biçimde mezarlıklarımız olabildiğince şehirden uzak, ıssız, dağ başında yerlere planlıyoruz ki ölüleri iyice dışlayalım ki ölümü bizlere hatırlatamasınlar.
Yaşam alanlarının dışında, insanlardan uzakta olan mezarlıklar yapısal olarak ürküntü verici oluyor, görselliği ile o uzun,sivri servi ağaçlarının karanlık görüntüsü, o karanlığın içinde beyaz soğuk mermerin kontrast oluşturması, hele birde gözlerden ırak sessiz,ıssız, terkedilmiş gibi bir yerde ise insanın ürpermemesi, korkmaması imkânsız gibi.
Yıllar önceydi,1982 yılının mayıs ayı; lisede öğrenciyken bir Kuşadası gezisine katılmış ve gece geç saatlerde İzmir’e dönmüştük. Bizim mahalleye Çamdibi’ne yakın geçen ilk Belediye otobüsüne bindim Ya Pınarbaşı ya da Altındağ semtine giden otobüse binmiştim. Altındağ Caddesinde Evrenosoğlu İlkokulunun orada inip ara sokaklardan geçip eve gitmeyi düşünmüştüm. Otobüs bir sonraki durakta tam da Kokluca Mezarlığının duvarının dibinde durmuştu.
Kokluca Mezarlığı şimdilerde İzmir’in göbeğinde yer alsada çok eskiden şehir merkezine neredeyse bir saatlik mesafede,eski bir Rum köyü olduğuve 1200’lü yıllarda burada bulunan bir manastırın varlığından, bu bölgeye de “Koukoulos”adının verildiği Bizans kaynaklarında yer aldığı, yıllar içerisinde Koukoulos adının bozularak bu köyün adının “Kokluca”ya dönüştüğü söylenmektedir. Mezarlık olarak da 1934 yılında resmen açıldığı söylense de daha 1900’lü yıllarda kullanıldığı, mezarlıktaki ŞerbetçizâdeAbdülhamîd bin Süleymân’a ait 1911 tarihli eski Osmanlı mezar taşlarından anlıyoruz.
İzmir’in en eski mezarlığı olan Kokluca tanınmış birçok kişiyi servi ağaçlarının altında, bağrında yatırarak ev sahipliği yapmaktadır. Misal olarak;
Babasının ölümü üzerine İzmir Hisar Cami imamlığına tayin edilerek ölünceye kadar bu vazifesine devam eden, aynı zamanda uzun yıllar, İzmir Mûsikî Cemiyeti'nin başkanlığını yapan ancak çok iyi usul bilmesine rağmen nota bilmeden dinî ve ladinî musikinin ayin, ilahi, semai kâr, durak, beste ve şarkı formunda dört yüz elliye yakın eseri olan Klasik Türk Musikisi Bestekârı Rakım Elkutlu (1869-1948).
1899 yılında Harbiye’den teğmen rütbesiyle mezun olan, I.Dünya Savaşında Çanakkale ve Suriye cephelerinde savaşan, 15 Eylül 1919-20 Kasım 1920 tarihleri arasında geçen Erzurum Müstahkem Mevki Komutanlığı sırasında, 29 Ekim-9 Aralık 1919 ve 12 Haziran-18 Eylül 1920 tarihleri arasında Kazım Karabekir'in teftiş görevi nedeniyle Erzurum'dan ayrılması üzerine onun yerine, 15. Kolordu Komutanı ve Erzurum Vali Vekili olarak görev yapan ve Osmanlı’nın son Batum valisi olan, daha sonra 1926 yılından 1935 yılına kadar İzmir valiliği yapan ve soyadını Atatürk’ün vermiş olduğu Kazım Dirik (1880-1941), Kazım Dirik’in naaşı daha sonra Ankara Devlet Mezarlığına taşınmıştır.
1900 yılında 15 yaşında girdiği Tıp Fakültesi Eczacılık Yüksek Okulu’nu (Tıp Medresesi Fenn-i İspençiyari Şubesi) 18 yaşında İzmir’in diplomalı ilk eczacıları arasına girerek, 1903’te “en genç eczacı” olarak tamamlayan ve yapmış olduğu çalışmaları neticesinde İzmir Vilayeti Genel Meclisi tarafından kendisine Eczacıbaşı ünvanı verilen, İzmir’in ilk ilaç üreten Türk eczacısı ve Eczacıbaşı Şirketlerini kuran Süleyman Ferit Bey (Eczacıbaşı) (1885-1973),
Henüz 17 yaşındayken, kuruluş yıllarında kulübün hem ilk veznedarı hem de tarihteki ilk Fenerbahçe Futbol Takımı'nın kaptanı olan ve oturduğu Moda Beşbıyık Sokak'ta bulunan 3 numaralı evinde Fenerbahçe'nin kuruluş kararı alınan, Heybeliada Mekteb-i Bahriye-i Şahane'den mezun olduktan sonra girdiği Bahriye Mektebi'ni (Deniz Harp Okulu) 1907 yılında bitirip bahriye teğmeni olduktan sonra 1915 yılında Çanakkale deniz savaşlarına katılan, Kurtuluş Savaşı başlarında komando grupları eğitip, Anadolu'ya sevk eden; akabinde hemen kendisi de savaşa katılan ve fevkalade yararlı hizmetlerinden dolayı Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası ile taltif olduktan sonra askerlikten ayrılıp eğitim gönüllüsü olan ve daha sonrasında Ege Üniversitesi'ni kuran ekip içerisinde yer alan ve Ege Üniversitesi Yabancı Diller Fakültesi'nde Dekanlık görevinin yanında; İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde de profesörlük görevinde bulunanbir vatansever Enver Necip Okaner (1889-1959),
Doktor olarak tüm İzmirlilerin gönlünde taht kuran, 1931 yılında belediye başkanı olarak 10 yıl İzmir’e hizmet eden ve İzmir’i İzmir yapan büyük insan Dr. Behçet Uz (1893-1986),
Altay Spor Kulübü'nün efsanelerinden, 1931 Balkan Oyunları'nda Türkiye rekoru kıran 4x400 bayrak takımında koşan ve aynı zamanda da Fransa'nın Racing Kulübü'nde futbol oynayan Türkiye'nin ilk profesyonel futbolcusu Vahap Özaltay (1907 1965),
Türk arkeolojisinin duayenlerinden Ordinaryüs Profesör Dr. Ekrem Akurgal (1911 2002) ,
Türk millî futbolcu ve teknik direktörü efsane Sait Altınordu (1912- 1978),
1973-1980 döneminde İzmir’e adını yazdıran İzmir Belediyesi başkanı İhsan Alyanak(1924-2008),
Türk sinemasında bir döneme damgasını vuran Issız Adam filminin efsane şarkısı olan ve ilk çıkışından 32 yıl sonra yeniden Türkiye'de en çok dinlenen şarkılar arasına giren ve Ocak 2009 Billboard Türkçe Top 20 Listesi'nde 1 numaraya kadar yükselen ‘’Anlamazdın’’ şarkısını seslendiren 70’li yılların muhteşem ses sanatçısı Ayla Dikmen (1944-1990),
Müzeyyen Senar, Muazzez Abacı, Zeki Müren, Bülent Ersoy, Sibel Can ve İbrahim Tatlıses'in olduğu tanınmış birçok ünlü sanatçıyla ortak çalışmalar yapan ve orkestralarında başkemancı olarak görev yapan TRT İzmir Radyosu'nda ve Kültür Bakanlığı Klasik Türk Müziği Korusunda çalışan "Devlet Sanatçısı" Mustafa Taşpınarlı (1945-2023),
Tabii ki Kokluca Mezarlığı Türk Dünyasının önemli şahsiyetlerine ev sahipliği yaparken geçmişi başarılarla dolu ancak hangi akla hizmet ettikleri bilinmeyen ve 1926 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin Banisi ve Hamisi Mustafa Kemal Atatürk’e İzmir’de suikast düzenlemeye çalışan ve yakalanan, yargılamalar sonucunda asılarak idam edilen tarihi kişilere de ev sahipliği yapmaktadır.
Suikastın tetikçileri arasında yer alan Ziya Hurşit (1892-1926),
TBMM 1. Dönem'de Trabzon mebusluğu yapmış olan Hafız Mehmed Bey (1874-1926),
Malta Sürgününden döndükten sonra 1923 yılında TBMM İstanbul II. dönem İstanbul milletvekili olan veRauf Orbay’la birlikte Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucusu ve yöneticileri arasında yer an, İsmail Hakkı Canbulat (1880-1926),
Cephedeki çadırında ayı beslediği için daha ziyade Ayıcı Arif lakabıyla tanınan Kurmay Albay Mehmet Arif Bey (1883-1926),
1921 yılında Sakarya Meydan Muharebesi sonrasında Mirliva(Tuğgeneral) rütbesine terfi eden, Ağustos 1923 tarihinde Erzurum milletvekili seçilen. Rüştü Paşa (1872-1926),
Kurtuluş Savaşı yıllarında İzmit'te Jandarma Yüzbaşı olarak görev yapan ve Kuvâcılarla birlikte hareket eden. Bu süreçte zeybek kıyafetleri giymesi hasebiyle “Sarı Efe” olarak anılan ve 400 kişilik süvari birliğiyle Yunan kuvvetleriyle kimi zaman da iç isyancılarla mücadele eden Sarı Efe Edip Bey (1882-1926),
Evet işte böyle bir tarihî özelliği olan Kokluca Mezarlığının duvarının dibindeki otobüs durağında gecenin bir vakti otobüsten inince alçak olan duvarlarından o gecenin karanlığında soğuk mermer mezar taşları ile göz göze geldim.Hava rüzgârlı ve rüzgârın etkisiyle boş olan caddede vahşi batı filmlerinin olmazsa olmazı sahnelerinden rüzgârdan yuvarlanan çalılar misali uçuşan naylon poşetler gerginlik yaratmak için elinden geleni ardına koymuyordu.
Uçuşan naylon poşetlerin oluşturduğu korku senaryosuna, servi ağaçlarının rüzgârdan çıkardığı ıslık vari ürkünç sesleri de katılmış ve insanın içini ürpertmeye çoktan başlamıştı bile. Bir de mezar taşının üzerinde başını 360 derece çevirip kocaman gözleriyle bana bakan bir baykuş olsa,korku gerilim filminin senaryosunda eksik sahne kalmaz ve çocuk yaşta saçlarımıza ak düşmemesi için hiçbir neden kalmazken, yetişkin bezi kullanmak içinde artık 90 lı yaşları beklememize gerekkalmazdı. Şimdi olsa araç trafiğinden capcanlı olacak cadde o zamanlar gecenin ilerleyen saatlerinde nedense bomboştu. 14 yaşında lise iki öğrencisi olarak bu durumdan ziyadesiyle ürpermiş, doğrusunu söylemek gerekirse bir hayli tırsmıştım.
Mezar taşıyla gözgöze geldikten sonra, sanki bacaklarıma beton dökülmüş gibi bir ağırlık hissettim.Hemen mahallede yaz akşamları sokakta yapmış olduğumuz yavru geyik sohbetlerindeki cin muhabbetlerinde öğrendiğimiz kadarıyla 3 Kulhuvallah 1 Elham süresini okumak aklıma geldi, ancak o kadar tırsmışım ki daha birinci süreyi bitirmeden tüm gücümü toplayıp hemen yolun karşısına kendimi attım. Atmayıp da ne yapacaktım, korkudan sureleri okuyamamıştım ki. Yolun karşısına geçince karşımda yüksek duvarlı, kemerli bir kapı gördüm, başımı yukarıya kaldırdığımda Altındağ Kokluca Rum Ortodoks mezarlığı yazan tabelayı gördüm, daha on saniye önce yolun karşısında beyaz soğuk mezar taşından korkup karşıya geçmiştim ama yine karşımda bu sefer de beyaz soğuk ve oldukça ürküntü verici haç formlu koca mezar taşlarını görmüştüm.
Hadi karşıda Müslüman mezarlığında 3 Kulhuvallah 1 Elham süresini okuyup korkudan kurtulma imkânı vardı, eee burada ne yapacaktık, Latince de bilmiyoruz ki bir dua edelim, gerçi Latince bilsek n’olucak ki, Latince duayı burada yatan mevtalar anlamaz ki, burada yatanlar Rum Ortodoks, Rumca bir şeyler okumak lazım, filmlerde gördüğümüz Hristiyan cenaze törenlerinde rahibin okuduğu dua da “Toprak toprağa, küller küllere, toz toza.’’yı mı söylemek lazım, ne bilimmm, o arada “Baba, oğul, kutsal ruh” deyipkaçayım dedim, ortam tam bir gerilim korku filmi kompozisyonu hâline gelmişti, birde duvarın kenarındaki evin balkonunda sallanan sandalye de dizlerine battaniye örtmüş bir hâlde oturan yaşlı adam olsa senaryo için eksik bir sahne kalmamış olacaktı. Zaten Michael Jacson’ın“Thireller” albümünün videosundaki mezardan çıkan ölüleri, daha önce de GregoryPeck on "TheOmen" filmini seyretmiş ve o çocuk hâlimizle kendi kendimizi korkutacak kadar materyali de zihnimize nakşetmişiz ki sorma gitsin.
Rum Ortodoks mezarlığının yanındaki sokaktan geçip eve doğru gitmem gerekiyordu. O sokak da korku filmlerine konu olacak kadar tedirgin ediciydi zaten. O zamanlar üzüm işletme, tütün depolarıyla dolu olan bu mahalle geceleri oldukça ıssız olurdu. Uzun depolar, yüksek duvarlı işletme binaları çok fazla insanın yaşamadığı mahaller oluşturuyordu. Gecenin o karanlık saatlerinde elektrik direğinde feri gitmiş 60 mumluk, sarı bildiğimiz ev tipi ampulle ölgün, titrek aydınlatılmasıyla gerginliğin dibini sıyıracak hâle gelmiş, o uzun ve oldukça sevimsiz sokağın girişine geldiğimde de, hemen sokağın başında;
Hani, kısa paça, vücuda tamamen yapışıp bacaklarının tüm çirkinliğini dışa haykıran dapdar pantolon giyip, içine günlerin biriktirdiği terden mamul bakterilerin dışa kekremsi bir koku saldığı sentetik bir tişört giyen ve üstüne çakma, yine vücuda tam oturan ve yılların marka değerine yadsınamaz zararlar veren Adidas markalı eşofman üstü giyip fermuarı da boğazına kadar çekip, bir taşın üzerine tüneyip semt oturuşu yapan, bir elinde fıldır fıldır salladığı kelebek türü çakı, diğer elinde de naylon poşette satılan sarma sigara, kulak üstü ve ense kazınmış, başın üstünde mantar gibi kalmış jöleli, bence aşırı yağlı saçlarıyla, genellikle tek başına takılamayan en az iki kişilik timle sokağın başında dikilen ve gelen geçen özellikle de kendilerinden daha çelimsiz, zayıf ve güzel insanlara sözlü tacizde bulunup, hiç yoktan kavga çıkartıp saldıran, gününü böyle geçiren tipler misali koskocaman bir sokak köpeği hemen evin kapısının önünde sol patisinin üzerine koyduğu sağ patisinin üzerine başını yaslamış, kulaklarını hassas bir biçimde dikmiş, gözlerini de kısmış bir şekilde bana bakıyordu.
Zaten korku duvarını aşmışım, yüreğim ve malum yerim güm güm atıyor,büyük bir hışımla koşarak girdiğim sokağın başında bu koskocaman köpeği gördüğümde ahaa tamam dedim bide bunun saldırısına maruz kalırsak korku, gerilim filminin sonu belli olacak. Köpek şöylece bir uzun uzun bana baktı ve yavaş yavaş ayaklanmaya başladı, içtiği uzun Tekel 2001 sigarasından son bir derin nefes çekip, içtiği biranın kapağından yapmış olduğu küllüğe sigarasını sakince bıraktı ve ayaklandı, direk dalacak bana, ama ben öyle bir korkmuşum, öyle bir hızlı koşuyorum ki daha köpek ayaklanamadan ben neredeyse on metre uzaklaşmıştım bile, muhtemelen bana saldırıp biraz gecenin sıkıntısını üzerinden atmak isteyen köpek kendi kendine “ulan ne korkmuş, benim korkutmama gerek kalmadı, amma da hızlı koşuyopezevenk, neredeyse FratelliFranco’nun yemiş işletmesine vardı, neyse şu kenara koyduğum bir iki fırt kalmış sigaram bari ziyan olmasın” deyip hiç istifini bozmadan sigara keyfine devam etmiştir herhâlde.
Nasıl bir hışımla koşup evin oraya geldiysem, kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu, neyse herhangi bir kötü olaya, hem Müslüman hem de Hristiyan mezarlığında ecinnilerin musallat olmasına mahal vermeden, çarpılmadan, köpeğin keskin dişlerine yakalanmadan, güvenli mahalleye gelmiştim. Neyse gelecekte aleyhime delil olacak, teşkil edecek ifşalarda, itiraflarda bulunmayayım da karizmamızfazla çizilmesin.
Doğadaki insan hariç diğer bütün canlılar yaşamak için mücadele ederken ölmemek için de tehlikeden kaçarlar ancak bu bir bilincin eseri değil içgüdüsel bir davranışın sonucudur. Çünkü hayvanlar belki öleceği zamanı hissedebilirler ancak bu dediğimiz gibi içgüdüsel bir davranıştır. Misal öleceğini hisseden bir fil uzaklara doğru gider, öleceği yere “Fil Mezarlığı”naulaşmaya çalışır ama giderken de çoluk çocuğa herhangi bir miras bırakayım, Serengeti Millî Parkında birkaç karış toprak bırakayım diye düşünmez, aklına dahi gelmez. Ya da Sumatra ormanlarında yaşayan Orangutanların hemcinsi olan ve Avustralya'nın Perth kentindeki bir hayvanat bahçesinde yaşayan, Puan adlı dünyanın bilinen en yaşlı dişi Sumatra orangutanı, yaşlılığa bağlı sağlık sorunları ile uğraşırken, paketinde kalan son birkaç dal mentollü Meltem sigarasından derin derin içine çekip dertlenip kendi kendine “Kızım Perth yaş oldu 62,Dante gibi ömrün ortasını geçeli de çok oldu, bugün varız yarın yokuz, bir ayağımız çukurda bekleşip duruyoruz, çoluk çocuğa dünyalıklarını da yapamadık, torun torba ne yer ne içer, daha mürüvvetini göremediğim torunlar var, kına gecelerini dahi göremeyeceğim…” diye hayıflanmış mıdır? 62 yaşında arkasında 11 çocuk ve 43 torun bırakıp öldüğünde acaba bu çoluk çocuk ne yapacak bensiz diye düşünmüş müdür?
Bir suyun başında su içen zebralardan birini günlerce aç kalmış bir timsah ansızın suyun içinden çıkıp da bir zebrayı kaptığı zaman diğer zebralar içgüdüsel bir tepkiyle tehliken kaçar ve timsahın, arkadaşları olan zebrayı kapıp su içinde kaybolduğu zaman hiçbir şey olmamış gibi gene su içmeye devam ederler. Hiçbir zebra da zılgıt çekip “Gettiii de getti, dağ gibi Rüstem dayı gitti, gözü kör olmayacası timsah aldı da götürdü onuuu, gözü doymadı, gözünü toprak doyursun, soyumuzu sopumuzu kuruttu naletolacası, gettiii Rüstem Dayııı…” gibi ağıt çekip timsahın bir haftalık yemeğine kurban giden arkadaşları için üzüldüklerini göremeyiz.
Zebrayı güzelce mideye indirdikten sonra çöken rehavetle yemek sonrası tellendirdiği uzun Samsun sigarasıyla hemen gölün kıyısında uzanıp dinlenen timsah biraz önce arkadaşlarını yediği zebralarla uyum, barış içerisinde vakit geçirir. Hiçbir zebrada, ya bu biraz önce Rüstem Dayıyı yedi bitirdi diye timsaha kin beslemezken göletten suyunu içer ve hayatını hiç bir şey olmamış gibi devam ettirir. Çünkü ondan beklediğimiz ve yapmadığı için eleştirdiğimiz Zebranın yapmasını istediğimiz davranışlar, duygular bilinçlibir varlık olan insanın duygulardır.
Ya da Afrika’da Serengeti savanlarında bir aslanın antilop sürüsüne dalıp bir antilobu kaptığında diğer antiloplar dediğimiz gibi içgüdüsel bir biçimde tehlikeden ya da ölümden kaçar, ancak hemen iki metre yanlarında arkadaşlarını büyük bir ağız şapırtısıyla keyifle götüren aslana da bir tepki göstermezler ve otlanmaya devam ederler. Aslan kardeş de aslan payını yer ve hemen biraz ilerideki ağacın altında uzun Maltepe marka sigarasını tüttürüp gölgede uyumaya başlar. Uyuyan aslanın hemen yanında otlamaya devam eden antiloplar için arkadaşları ölmüşmüş, kalmışmış, onlar için herhangi bir sorun yaratmaz.
Çünkü ölüm olgusu bilinçli, düşünen insanların iç dünyasında yer alan bir olgudur. Hayvanlar öldümü yalnızca ölürler. Ancak insan öldü mü geride birçok yaşanmışlıklar, hatıralar bırakır. Ölen kişi için bu pek de problem yaratmaz, bu problem geride kalan sevenleri içindir.
20. yüzyılın önemli psikiyatri kuramcısı ve uygulayıcısı. Antipsikiyatrinin oluşumuna önayak olan, uyum ve delilik problemlerine ciddi katkılar sağlayan, yaşanılan hayatın gerçekliğini hesaba katmayan ve sadece genel çerçeveyi çizen psikiyatrik anlayışa insani boyutu ekleyen, varoluşçuluktan mistizme yönelmiş, akıl sağlığı ve psikozlar hakkında yazıları olan İskoç psikiyatrist Ronald David Laing (1927–1989)’in ifade ettiği gibi "Öldüğünüzde ölü olduğunuzu bilmezsiniz. Bu sadece başkaları için zordur.’’
Şimdi, hayvanlar ölünce sadece ölürler geride anılar,yaşanmışlıklar bırakmaz dedik, ancak bu söylemim doğal hayattaki serbest dolaşan hayvanlar içindi, yoksa evlerimizde bizlere yaşam arkadaşlığı, dostluk, yarenlik eden evcil canlılar için değildir sözlerimiz. Yıllarca evlerimizde baktığımız minnacık bir muhabbet kuşunun kaybı bile o ev sakinlerini derinden etkilemektedir, sözümüz evlerimizin doğal bireyleri olan evcil can dostlarımız için değildir.
Doğadaki serbest yaşayan, vahşi hayattaki hayvanlarda bilinç olmadığını, içgüdüsel bir davranış biçimi olduğundan bahsetmiştik. Evcil hayvanlarda, misal kedilerimizde bilinç var mıdır? Muhtemelen vardır. Nasıl mı? Müsaadenizle ifade etmeye çalışayım.
Sabahın erken, kör saatinde, uyanmamızı sağlayan beynimizdeki sistemlerden olan Retiküler Aktivasyon Sistemi (RAS) daha vücudun biyolojik saatini ayarlamadan, sabah uyanmamızı sağlayan kortizol hormonu bile beyninin sıcak kıvrımlarında uyanayım mı, uyanmayayım mı diye kıvranıp dururken, evde herkesinuyuduğu bir zamanda, nasıl ve nerden bulduğu merak edilen enerjisi ile oyuncak taş bebeğin tereddütsüz açılan gözleri misali aniden gözlerini açıp tavana bir iki dakika boş boş baktıktan sonra, hiç yatakta debelenmeden hemen yatağın sağ tarafından, önce sağ ayağını sonra da sol ayağını yere paralel getirir ve akşam en geç 22.30’da yatmadan önce yatağının bir ayak boyu ötesine, yan yana koymuş olduğu, Ulus Çıkrıkçılar yokuşunda ucuza almış olduğu misafir terliklerini ayağına geçirir ve sakince banyoya süzülür, banyoya gitmeden önce cezvede ısıttığı suyu alüminyum tıraş tasına koyduktan sonra, hâlâ nerede satıldığını bilemediğimiz klasik Arko marka tıraş sabununu,boz porsuk kılından fırçasıyla iyice köpürttükten sonra özenle yüzüne sürüp vaz geçemediği emektar tek jiletli manuel tıraş bıçağı ile mutlaka iki perdaholacak şekilde tıraş olduktan sonra musluktan akan illa ki soğuk suyla yüzünü önce yıkar ve sonrasında köşesinde dikkatli bir gözün görebileceği, siyah makara ipliği ile 4403 rakamı işlenmiş küçük boy bir havluyla kurulayıp cam şişedeki Boğaziçi limon kolonyasını yüzüne sürdükten sonra tahriş olmuş yüzünün yanmasını da aynı havlu ile kendine yelpaze yaparak giderir.
Tıraş keyfi sonrası aynanın karşısında sağ elinin başparmakla birlikte işaret ve orta parmağının arasına aldığı çenesini yavaşça sağ tarafa çevirip yüzünün bir sol tarafına, daha sonra başını sol tarafa çevirip bir de sağ tarafına tıraş sonrası kendini beğenen adam tavrıyla uzun uzun beğenerek bakar ve sonrasında tıraş bıçağını, tasını, fırçasını ve sabununu özenle yıkar kurular ve dolabın sağ alt gözündeki yıllardır değişmeyen yerine koyar.
Tıraş seremonisi bittikten sonra tekrar yatak odasına gider ve sessizce pijamasını çıkarıp askıya yerleştirdikten sonra dolabın sağ tarafına, askının kopçası duvara bakacak şekilde asar. Yatak başının hemen sağ tarafındaki komodinin üzerinde yılların alışkanlığı ve sırasının hiçbir zaman değiştirmediği,hergünün tekrarlanan ritüeli olarak akşamdan çıkardığıalyansını, özel bir denizcilik şirketinde uzun yol kaptanlığı yapan babası bahriye zabitliğinden mütekait önyüzbaşı rahmetli Rüstemzade Ahmet Bey’in bir yurt dışı görevinde İtalya’dan mezuniyet hediyesi olarak aldığıorijinal İsviçre yapımı 17 yakut taşlı kurmalı Nacar marka saatini, yakın gözlüğünü, işitme cihazını,sırasıyla parmağına, bileğine, gözüne ve kulağına taktıktan sonra da protez takma dişlerini akşamdan içtiği su bardağı ile karışmasın diye koyduğu kulplu bardaktan özenle alır ve damaklarına yerleştirir.
Dolabın sol tarafındaki akşam yatmadan önce özenle çıkardığı ceket, pantolon ve gömleğini astığı askıdan çıkarır ve önce gömleğini sonra modayla uzaktan yakından alakası olmayan,gömlek ile son derece de uyumsuz alaca renkli geniş kravatını taktıktan sonra nasıl olduğunu anlayamadığımız bir biçimde pantolonunu göbek deliğinin üstüne kadar çeker ve kemeri de son deliğine kadar taktıktan sonra ceketini giyer ve salona geçer.
Gazetesi, bitmez tükenmez enerjisinin bir kısmını harcamasına neden olan ve bu nedenle gönüllü olarak yıllardır tek aday olarak daimi apartman yöneticisi olduğundan apartman görevlisi tarafından mümkün olan en erken saatte kapısına, dilimlenmiş tam buğday ekmeği ile birlikte naylon poşette kapısının tokmağına sessizce asılır.
Apartman görevlisi için günün en stresli işi, yöneticisinin gazetesini en geç sabah 07.00’de kapıya asmak olurdu. Eğer ki olurda bakkal sabah erken saatte gelen gazeteleri, ekmekleri zamanında açmayıp gecikmeye mahal verirse, görevli için günün stresli başlayacağının işaretiydi. O yüzden az sıkıntı çektirmemişti mahalledeki bakkala. Neyse herhangi bir gecikmeye mahal vermeden gelen gazeteyi bakkaldan alıp yöneticisinin kapısına asan görevliden sonra, kapı her zamanki gibi sadece bir kolun sığacağı kadar açılır ve bir sol kol görülür, kapı tokmağına asılan poşeti sol eliyle sessizce alır ve hemen kapıyı kapatır. Kapı aralığından sadece sol kol görülürken aşağıda ise mavi pijama ve ucuz misafir terliği gözlerden kaçmaz.
Sabah kahvesini hiçbir zaman pijaması ile içmez, mutlaka sabahın erken saatinde mesaiye gidiyormuş gibi her daim kravatını takar ceketini giyer, ancak evde rahat ortam olduğundan ceketinin düğmelerini iliklemez ve alıştığı biçimde kahvesini, ısıyı mükemmel şekilde dağıtan, kahvenin demleme sürecinin hassasiyetine uygun ideal bir bakır cezvede yapılan kahvenin daha sağlıklı ve doğal olduğuna inandığından öyle elektrikli kahve makinelerinde değil antika olmasa da bir hayli eski, çok uzun yıllar önce Erzincan bakırcılar çarşısından almış olduğu bakır cezvesinde ağır ağır, hiçbir aceleye mahal bırakmaksızın kendisi yapar.Duble fincanda,tek kesme şekerli Türk kahvesi eşliğinde pencerenin kenarındaki berjere kurulur ve gazetesini okurken bir yandan da televizyonu sol kulağı ağır işittiği için son ses açıp sabah haberlerini dinler ve aynı zamanda apartmana da dinletir.
Yönetimi altındaki apartmanda sıra dışı bir şey yaşandığında, yani nasıl diyeyim akşam 8 den önce birisi kapıya çöp poşeti mi koydu, ya da yabancı bir araç park yerine mi park etti, bu dayanılacak, tahammül edilecek şeyler değildi ve hemen yıllar önce alınmış, sağ üst tarafında çekince uzayan anteni ile kapaklı tuşlu, Motorola cep telefonuyla apartman görevlisini hemen arayıp,darlayıp,ivedilikle önlem alınmasını sağlayan yöneticimiz çoğunlukla bir yere çıkmaz ama çıkacakmış gibi iki günde bir, yeni neslin adını dahi duymadığı Nuri Leflef kundura boyası ile ayakkabısını berjerin önüne serdiği, sabah okuduğu ama gazete ile verilen bulmaca eki ayrılmış olan gazete üzerinde özenle dakikalarca boyar, ayakkabıların iyice boyandığına, istediği standartlara geldiğine ikna oluncaiki parmağına sıkıca sarmış olduğu bir bez parçası ile Nuri Leflef ayakkabı cilası ile önce iyice bir cilalar sonra ahşap fırça ile parlatır en nihayetinde cilalanmış ayakkabıyı çakmakla ısıtarak cilanın daha iyi nüfuz etmesini sağlar, son işlem ise yıllardır kullandığı kadife bez ile cilalanmış ayakkabısını iyice parlatır.
Ayakkabısını dolaba kaldırmadan önce aynı markanın olmasına dikkat edilerek ayakkabı üzerine diş fırçası ile badem yağı sürülür vebir bez parçasıyla her tarafına itinayla yedirilir ki ayakkabı esnekliğini, yumuşaklığını korusun.Kuyumcu hassasiyetinde icra edilen boyama ve cilalama işi bittikten sonra, boyasını, cilasını, ahşap fırça ve kadife bezini yıllardır kullandığı ve gittiği her yere bıkmadan usanmadan götürdüğü ağızdan büzmeli torbasına koyar ve portmantodaki kendine ayrılmış olan en dar, hacimce en küçük yere itinayla yerleştirir.
Çok zorunluluk olmadıkça evden çıkmaz ancak her sabah kahve eşliğinde gazete keyfinden televizyonda ki haberleri hem kendisi hem de apartmana dinlettikten sonra mutlaka evinin yakınındaki ormanlık alanda yürüyüşünü yapar ve kesinlikle ihmal etmez. Karmış, fırtınaymış hiçbir tabiat olayı engel olamaz. Yürüyüşünü muntazaman yapar yürüyüş sonunda da öğrenciliğinde her sabah yaptıkları gibi basit ama çok önemli birkaç jimnastik hareketleri yapardı.
Evine geldiği zaman, sıralı yaptığı hiçbir ritüeli aksatmaz,sıcaktan az, soğuktan fazla ılıkça bir duş sonrası bol limonlu duble maden sulu içeceği mutlaka hazırlanır ve rahmetli babasının Almanya’dan getirdiği Dual marka pikabına,zengin koleksiyonunda yıllardır özenle sakladığı RimskyKorsakov’un uzunçalarını, o büyülü sesleri çıkartacak olan kristal iğnenin altına koyar ve muhteşem Şehrazat eserini tabii ki son ses ayarında dinlerken, binlerce ciltlik kitaba ev sahipliği yapan kütüphanesinden bir kitabı alır ve büyük bir huşu ile okumaya başlar.
Günde bir gazete haftada bir dergi ve ayda bir kitap okuma alışkanlığını yıllardır sürdürmeye gayret eder.Kahramanımız, sabahları uyandığında, güne merhaba dediği saatlerde, pozitif motivasyon verecek, canlandırıcı, hareketli klasik müzikleri tercih ederken, kahvesini büyük bir huşu ile yudumlayıp ormanı gören penceresinin yanındaki berjere oturup kitabını okurken daha ziyade, dingin, iç huzurunu doruklara çıkaran Türk Sanat müziğini tercih eder ve her şarkıya da eşlik ederek, plağında çalan eseri de eş zamanlı olarak terennüm ederdi.
Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti, İnzibat-ı Askeriye Kumandanlığı Reis-i Erkân’lığından mütekait Miralay Rüstem Bey güzel bir yaşam ortamı kurduğu huzur yuvasından mümkün mertebe dışarıya çıkma ihtiyacı hissetmezdi.
Biraz önce yukarıda değindiğimiz gibi evlerimizde beslediğimiz evcil hayvanlarımızdan kediler de bilinç var mı? Diye kendi kendimize sormuştuk. Büyük ihtimal, özellikle bizim evde beslediğimiz üç tane tekir, sarman cinsi kedilerimizde bilinç var. Nerden mi bu kanıya vardım? Müsaadenizle açıklayayım.
Bazen gazetelerde, sosyal medyada ya da sokağımızdaki ağaçlara iliştirilmiş kayıp kedi ilanları görürüz. Kedinin minnoş bir fotoğrafı, cinsi ki mutlaka çok değerli, binlerce lira eden fiyatıyla insanı bir hayli düşündüren türden baya cins kediler, Ankara, Van Kedisi, British Shorthair, Norveç Orman Kedisi, ExoticShorthair, diğer soyağacındaki kedilere kıyasla daha kısa bacaklı, uzun ve yoğun tüylü, genetik mutasyonları sonucu kısa olan bacakları ile yumuk yumuk Cüce kedi olarak da bilinen Munchkin kedisi gibi insanın kıyamadığı kediler nasıl oluyor da evden kaçıyorlar. İlanlar da görüyoruz, kedimi bulana 7,8 binlira ödül vereceğim gibi türden haberler.
Naçizane benim de evde beslediğim yurdum sokak kedilerinden Sarman ve Tekir cinsi üç kedim var. Sokaktan almış ve evde besliyorum, bayağı da uzun yıllar oldu, evde ne koltuk bıraktılar, ne perde tırmalamadıkları, maması, tedavisi, bakımı derken fark ettim ki kendime gösteremediğim özeni, masrafı onlara yapıyorum.
Kardeşim milletin ikinci el Tofaş marka otomobil fiyatına satılan cins kedileri özgürlükleri uğruna bakıldıkları evlerden habire kaçıp doğaya gidiyorlar, bizim evdeki kediler ise sımsıkı eve bağlanıp kaldılar. O kadar da bilinçli olarak, bazen kapı pencereyi de açık bırakıyorum ki devrimci, özgürlüğüne düşkün, insanın boyunduruğundan kurtulmanın motivasyonuyla en küçük bir açığı fırsata çeviriphemcinsleri nasıl evlerden firar edip özgürlüklerine kavuşuyorlarsa, istiyorum ki benim kedilerden de hiç olmazsa, bari birisi bu özgürlük idealine meraklı olsun, doğaya firar edip özgürlüğün tadını çıkarsın, sahibinin verdiği mamalar yerine doğada avcılık yetisini kullanarak, kuşuydu, börtüsüydü böceğiydi, eskiden atalarının avlanıp beslendiği gibi avlansın, mart ayını beklemeden her türlü özgürlüğünü yaşasın.
Yoook kardeşim nerdeee, mütekait Miralay Rüstem Bey gibi eve kapanıp kaldılar. Açık kapıya bakıp ellerinden gelse patileriyle içeriden kapatacaklar. Hani diyorlar ya hayvanlarda bilinç neyin yok, vallahi benim kedilere bakınca bu söylemin geçersiz olduğuna ben ikna oldum, özellikle de kedilerde bilinç var.
Ancak, bu kadar da duyarsız olamaz insan diye düşünüyor olabilirsiniz, tabii ki biraz latife yapalım dedik, yoksa evin bir bireyi olan evcil dostlarımızı seviyor ve koruyoruz. Evde 8 yıl gibi yaşayan ve beni oldukça bıktıran Hollanda cinsi tavşanımız geçen aylarda ölünce o minik bedenini toprağa verince inanın daha önce onun hakkında düşündüklerimden bayağı üzüldüm, ne yalan söyleyeyim biraz da kendimden utandım.
Evcil hayvanlarıyla uzun yıllar birlikte yaşayan birçok insanımız var. Birçok insanımız hayatın küskünlüğünü, yalnızlığını, terk edilmişliğini, ihtiyaç duyduğu ve hemcinslerinden bulamadığı sevgiyi şefkati, sadakati evlerindeki evcil dostlarından buluyor belki de. İşte bu can dostlarını insanlar kaybettikleri zaman içlerinin parçalanmasına sebep olan bu duygular değil mi?
“İnsan büyür beşikte, Mezarda yatmak için,” Nihal Atsız yıllar süren hayat döngüsünün başlangıcını ve sonunu altı kelime bir cümle ile gayet sarih bir biçimde ifade etmiş.
Hayatın döngüsü daha önce bahsettiğimiz gibi aslında çok basit bir formülü vardı. Canlılar doğar, büyür, gelişir, yaşlanır ve ölürler. Hepsi bu, bu dünyadaki varlık sebebimiz diğer felsefi ve dinî anlamlarından sıyrıldığı zaman bu kadar yalın ve çıplak bir hâl alıyor.
“Ben de beşikte yattım
Salıncakta uyudum
Meme emdim
Geceleri arpa boyu büyüdüm
Adam oldum elim ekmek tuttu
Bütün sevdiklerim öldü
Günler su gibi geçti
Anasız babasız kaldım böyle.”
İşte hayatın yalın hâlini muhteşem dizeleriyle bizlere anlatan Oktay Rıfat;
“Bu çocuk büyür
Babası kadar olur
Ondan sonra efendim
Ölür.”
diyerek hayatın formülünü daha da sadeleştirir.
Hayatımızın anlamı sadece bu mu? Kaderimiz, alınyazımız böyle mi yazılıyor?
Romalı filozof Seneca, ölümün kaderin değişmez bir çizgisi olduğunu şu ifadelerle de anlatır: “Umma artık, yakarmalarınla değiştirmez kaderini Tanrılar. Kader kararlaştırılmış, saptanmış bir kez, büyük ve sonsuz bir zorunluk yönetir her şeyi, her şeyin gittiği yere gideceksin sen de. Yeni bir şey değil ki bu! Sen, bu yasa için doğdun.”
Seneca’ya göre Tanrı kaderi değiştiremez. Dolayısıyla kadere karşı sınırlı gibi gözüken bu Tanrı fikri, filozofu kötülükten sorumlu olmayan bir Tanrı anlayışına götürmektedir. Savaş, hastalık ve işkence istenmeyen şeylerdir. Ama başımıza gelirse metaneti yitirmeden katlanmak gerekir.
Seneca’ya göre ölüm kaderimizdir; “Herkes ölüme yazgılıdır. Her şey eninde sonunda doğa tarafından çağrılacak ve gömülecek. Merak edilen nasıl olacağı değil, hangi gün olacağı. Oysa er ya da geç aynı noktaya varılacak.’’ der ve “Bir yerde ölmemiz gerekiyor, er geç.” diyerek son noktayı koyar. Ölümden insanın korkmasını da şu şekilde ifade ediyor,“aslında ölüm bir kötülük değildir, ama kötü bir görünüşü vardır. Çünkü yaşamak arzusu ile çözülüp dağılmak korkusu insana yerleşmiştir. Ölüm birçok nimeti elimizden alıyor, alıştığımız her şeyden bizi yoksun bırakıyor gibidir. Ölümden nefret etmenin bir sebebi de sahip olduğumuz şeyleri bilmek, gideceğimiz yeri bilmemektir. Bilinmeyen şey insanı ürkütür” (Fatma Zehra Pattabanoğlu).
Seneca’ya göre, “Ölüm nedir?” sorusuna verilecek cevap “ya bir son, ya bir geçiştir.” Seneca bu cevabıyla yıllar önce ölüm sonrası hayat var mı? Ahiret hayatı var mı? Ya da yaşadığını yaşadın, bu dünya da ne gördüysen hepsi o, yaşadığınla, görüp geçirdiklerinle bu dünyadan gidersin, ahiret hayatı falan yok deyip insanların bugün içine düştükleri dualitenin tohumlarını atmış gibidir.
İnsanların ancak ölümle eşitlendiğini düşünen Seneca ölümün adil olduğunu, insanları eşit kıldığını düşünür. Bu sebeple de ölümün kötü bir şey olmadığını. Ölüm karşısında tedirgin olmanın sebebini de onu, yani ölümü daha önceden düşünülmemesinden, ruhi bir hazırlık yapılmamasından kaynaklandığını belirtir.
Seneca’ya göre, insanların hayatları başka olsa da sonları, birdir. Bunun için insanın asıl görevi, kendini yazgıya sunmaktır. Çünkü evrene uymak büyük bir tesellidir.
Tanrının yazgı karşısında bir şey yapamaması insan yaşamında onun sorumluluğunun sınırlandırılması anlamına gelmektedir. Ancak bu sınırlı Tanrı anlayışına göre, Tanrılar kötülüğün varlığını da engelleyemezler, dolayısıyla kötülüğün sorumlusu olmaktan kurtulurlar.
Ancak yine de Seneca’da Tanrı, insan yaşamının en küçük ayrıntısına egemen olan ve kontrolü altında tutan ilahî gücün sahibidir. Tanrısal öngörü olan bu yönetici güç, aslında Tanrı’nın kendisini kendi yarattığı evrende sunuşudur
Seneca dindar bir eğilim göstererek, Tanrılara yönelen bir kimsenin mutlu olmasının da aslında kader planı içinde bulunduğunu kabul etmektedir. Böylece her şeyde Tanrısal olanı gören kimse sıkıntı çekmeyecek, kaderin yükü altında ezilmeyecektir. Zira insan Tanrı’nın egemenliğini görüp bayram etmek için, kısa bir süreliğine bu dünyada bulunmaktadır.
Seneca bir Tanrının olduğunu, insanlık yaşamının en küçük ayrıntısına hâkim olduğunu, çizdiği yazgıya insanların tabi olmasını, tabi olduğu ölçüde mutluluğa ulaşacağını, ancak çizmiş olduğu kadere müdahale edemediğini, yaşanacak olan kötü olayları da engelleyemeyeceğini ve sorumlusu olamayacağını belirtir.
Epikürcüler ise tanrıların olduğunu ancak tanrıların dünya işleriyle meşgul olamayacaklarını, ölüm denen olgudan korkulmaması gerektiğini ve bizlere sunulan hayatın güzelliklerini yaşamayı söylemlerinde dile getirir.
Bu anlayışlara koşut söylemleride yıllar sonra Spinoza’da dillendirmiş ve Spinoza'nın Tanrısı, İbrahimî dinlerin geleneksel Tanrısından çok uzaktır. Spinoza'nın Tanrısı planlar formüle etmez, emirler vermez, beklentilere sahip olmaz veya yargılarda bulunmaz Spinoza'ya göre Tanrı, doğanın kendisidir; evrenin sonsuz, ebedî ve zorunlu olarak var olan özüdür.
Çook Yıllar sonra Hümanizm düşüncesinde “her şey insan içindir”inancı ile Tanrı her şeyi insanlar için yarattığı söylemi neticesinde, Tanrı olmasaydı hiç bir şey olmazdı anlayışı süregelmiş ve bu I. ve II. Dünya Savaşlarına kadar devam etmiş, bu küresel, kitlesel top yekûn savaşlarda milyonlarca insan cephelerde insanlık dışı şartlarda yaşayıp daha doğrusunu söylemek gerekirse bu şartlarda ölmeye başlıyor. Bu küresel savaşlar insanları doğrudan etkilemeye başlıyor, eskiden öyle miydi? İki ordu bir ovada karşılaşıyor akşama kadar meydan muharebesi yapıyor ve bu savaştan o ülkelerin insanlarının haberi dahi olmuyordu. Top yekûn, kitlesel savaş, kıtlık, salgın hastalıklar oluştururken, olumsuz şartlar altında fabrikalarda erkek nüfus kalmadığı için kadınlar ve çocuklar çalışmak durumunda kalıyordu. Şehirler işgal altında kaldığında kadınlar ve çocuklar korumasız kalıyordu.
Yaşanan bunca ölüme, kötülüğe, maruz kalmış insanlık için Tanrının neden sessiz kaldığı, binlerce suçsuz, sabi, bebeklerin dahi katledilmesine Tanrının neden kayıtsız kaldığı,Tanrı varsa neden bu kötülüklere,yıkımlara engel olmuyor,mademki Tanrı her şeyi insanlık için yarattı, bu kadar acı, bu kadar ölüm insanlar içinse, o zaman bu Tanrı insanlık için kötü bir Tanrı olmuyor mu? Akıllarda oluşan bu sorulara din adamlarının verdiği cevaplar ise, ‘Evet bir Tanrı var ama tüm bu kötülükler, yıkımlar, distopyalar, insanın kendi eseri, insan bu olaylara kendi eylemleriyle neden olmuştur’şeklindeydi.Eğer bu yaşananlar insanların kendi seçimiyse, dünya kendini, insanlığında yok olmaya başlamasına Tanrı seyirci kalıp yaşananlara karışmıyorsa dinlerin anlamı insanlar için sorgulanması gereken konular olmaya başlamıştı. Tanrı ortada yok ve hiçbir şeye karışmıyor, sadece mutlak başlangıcı temsil ediyorsa o zaman bizler sadece onun oluşturduğu uzay/zaman düzleminde milyarlarca ihtimalden sadece biri oluyoruz.
İnsanlığın kitlesel cinneti neticesinde top yekûn yok oluşa doğru sürüklendiği bir anda yaşananlara eğer Tanrı engel olmayacaksa o Tanrı neden orada? Her türlü sosyal yaşamı, ekonomiden cinsel yaşama kadar her şeye müdahil olan bir Tanrı, insanlığın yok oluşuna neden sessiz kalıyor? Akıllara düşen ilk cevap ise demek ki Tanrı yok şeklinde oluyor.
Kilise din âlimlerinin bu duruma kafa karışıklığına verdikleri cevap ise; Bu kadar ölüm, bu kadar acı, yıkım, hepsi insan için. Çünkü Tanrı bizi bunlarla sınıyor, bu dünya bir sınav yeri olduğu yönünde oluyor. Bu cevap karşısında insanların, savaşlarda, kitlesel yok oluşlarda ölen bebeklerin, gençlerin de mi sınandığı ve eğer Tanrı bu şekilde sınıyorsa, o zaman kötü bir Tanrı olmuyor mu? Böyle bir Tanrı iyi olabilir mi? Şüphesi ile baş başa kalması durumu ortaya çıkıyordu ki bu durumda, yani Tanrının yaşananlar ile hiçbir ilgisi yoksa o zaman bu durum da, her şey insan içindir düsturu ile oluşmuş Hümanizm felsefesinin çökmesi demekti.
Demek ki, Tanrı her şeyi insan için yaratmamış, kendi krallığı içinde yaratmamış, o zaman varoluşçu bir bakış açısıyla bu probleme yaklaşım; kader ve sınav diye bir şey yoktur, insanlık bir çeşit bu dünyaya atılmış ve tanrı gibi bir kozmik varlığın kadiri mutlak bir gücün kulu kölesi değildir, tamamen özgürdür ve tüm seçimleri ve eylemlerinden kaçınılmaz olarak kendisi sorumludur. Elbette ki dışarıdan etkiler ve toplumsal normlar denen şeylere maruz kalınır, yönlendirilir ama tüm bu olaylar Tanrısal değil tamamen insani durumlardır.
İnsan özünde tanrının tasarladığı ve idealler dünyasında hâlihazırda özü oluşmuş ve sonradan madde dünyasında vücut bulmuş bir şey değildir. İnsan önce var olur ve daha sonra yaptığı seçimlerle ve eylemleriyle kendine şekil verip kendi özünü oluşturur.
İngmar Bergman’ın 7. Mühür filminde Haçlı Seferleri’nden evine Avrupa’ya dönen şövalyenin vebadan dolayı insanların kitlesel ölümleri karşısında neden Tanrının bu ölümlere engel olmadığını, sessiz kaldığını varoluşsal bir pencereden sorgularken insanları da bu konuda düşünmeye zorluyordu.
1905-1980 yılları arasında yaşamış, 20. yüzyılın en ünlü, en önemli Fransız yazar ve filozoflarından, aynı zamanda varoluşçuluk felsefesinin de önde gelen temsilcilerinden biri olarak kabul edilen çağdaş düşünürlerden Fransız Jean Paul Sartre’ın varoluşçu felsefesinden bahsetmesek olmaz.
Sartre varoluşçuluk felsefesinin en önemli temsilcilerinden biridir ve pek çok otoriteye göre de kurucularındandır. Bu felsefenin temelinde “insan nedir?” sorusu yatar. Jean Paul Sartre’a göre insanın özü doğuştan belirlenmemiştir. Yani insan aslında tanrısal bir tasarım değildir, onu var eden belirli kalıplar yoktur ya da belirli bir kalıpla yaratılmamıştır. Sartre, özün varlıktan sonra geldiğini söyler. Yani “insan önce var olur, sonra kendisini yaratır.” İnsan hayatı boyunca yaptığı tüm seçimlerin sonuçlarından sorumludur ve bunlardan kaçamaz( https://www.pskdilaraalkan.com/jean-paul-sartre-ve-felsefesi,).
Dünya üzerindeki en gelişmiş canlı olan insanlık, binlerce yıldır ister Antik çağ filozoflarının, ister çağdaş filozofların ölüm hakkında dedikleri olsun, ister ölümün bir son değil ebedi bir hayatın başlangıcı olduğunu müjdeleyen İbrahimî dinlerin söylemleri olsun, her türlü söylemi dinlemiş, algılamış ancak yine de çok da insani bir düşünceyle ölümden korkmuştur. Çünkü dünya üzerinde öleceğini bilen tek canlı varlık insandır. Bu insana verilmiş çok ağır bir sorumluluk mudur, yoksa insanlığa verilmiş bir ayrıcalık mı? Bu olgu bilinmez bir şeydir. Ancak insanın öleceğini bilmesinin sebeplerini araştıran bilim insanları, insanı diğer canlılardan ayıran dört önemli geni keşfetmişler. Bu genler sayesinde insan diğer bütün canlılardan ayrılmaktadır.
Üstbilişsel (kişinin kendi düşünme süreçlerinin farkında olması ve bu süreçleri kontrol edebilmesi) psikoloji ekolü olan nöropsikoloji bilimi DNA’da yazılı hayatı anlama kabiliyetimizi, metakognisyon (kişinin kendi düşüncelerinin farkında olması) genleri denilen dört gene bağlıyor.
Yenliği Arama Geni; İnsanın her durumda yenliği araması ve uygulaması. Binlerce yıl önce mağarada, çalıçırpıyla yapılmış barınma yerlerinde yaşayan insanın şimdilerde akıllı binalarda yaşaması bu gen sayesinde, ancak bir arı veya leylekbinlerce yıl önce nasıl bir barınma yeri yapıyorsa bugünde aynı şekilde yapmaktadır.Yani bir aslan binlerce yıl öncede antilop sürüsüne saldırarak beslenmesini sağlıyorsa şimdide hiçbir yenilik katmadan yine koşarak avlanmasını gerçekleştiriyor. Bu insan da olan gen aslanda da olsa muhtemelen , ‘’ne koşacağım kardeşim, bir dişi antilop birde damızlık alırım, onları çoğaltır bir çit içerisinde besler, acıkınca ocak başı mantığı ile keser bir tanesini ızgara yapar yerim’’ demesi lazım gelirken hâlâ canını dişe takıp bir tane antilop yakalayacağım diye neredeyse telef olacak gariban aslan..
Metakognisyon Geni: Bu genin özelliği kişinin anlam arayışına yönelmesini sağlıyor. Neden? Niçin? Bunun anlamı nedir? Gibi soruları sorduruyor. Diğer canlılarda neden? Niçin? Sorularını sorma kapasitesi yok. Bu insana özgü bir davranış.Bu genlere sahip olmasak herhalde ormanlardaki primatlardan farkımız kalmaz, binlerce yıldır ağaç dallarında, mağaralarda bir muz için, bir parça et için koşturur dururduk.
Zamanın Farkında Olma Geni: Canlılar arasında bir tek insan geçmiş ve gelecek arasındaki zamanın farkında olurlar. Diğer canlılarda zaman algısı yoktur. Bu duruma zihin teorisi de deniliyor.
Öleceğini Bilme Geni: İnsan öleceğini bilerek yaşayan tek canlı türüdür. Diğer canlı türlerinde ölümü algılama veya öleceğini bilme gibi durumlar yoktur. İşte bu gen, insanların ölümden korkmasına neden olan, sahip olduğu en önemli gen. Her şey bu genin başının altından kalkıyor. Bu gene sahip olmayan hayvanları görüyoruz. Bir geyik sürüsüne saldıran aslan, içlerinden birini kapıp da sürünün hemen yanında afiyetle o geyiği yerken diğer geyikler biraz telaş yaptıktan sonra aslanın hemen birkaç metre yanında otlamaya devam ederler. Aslan yiyeceğini yedikten sonra çekilip bir ağacın altında istirahat ederken, hiçbir geyiğin ölen arkadaşı için tedirgin olduğunu göremeyiz. Aslandan kalan parçaya bakıp da “yaa koca Rüstem Abi de bir deri bir kemiğe dönmüş, dağ gibi geyikti, bizlere çok emeği geçti, yıllardır göç yollarında bize rehberlik etti, yol gösterdi, gerçi muhabbeti de hiç çekilmezdi, habire geyiğe bağlar, geyik muhabbeti bitmezdi, gerçi fıtratında geyiklik var ancak yine muhabbeti çekilmezdi, ama iyi adamdı Rüstem Abi, yazık oldu, onu bir yere gömelim de göç günlerinde mezarını ziyaret edelim” diye bir düşünce de olduklarını göremeyiz.
Ölüm, ölüm korkusu, yaşamak düşüncesi şiirlere konu olmuş ve Orhan Veli olağanüstü sözleriyle ölümü, ölümün zorluğunu dizeler dökmüş;
“…
Biliyorum, kolay değil yaşamak;
Ama işte
Bir ölünün hâlâ yatağı sıcak,
Birinin saati işliyor kolunda.
Yaşamak kolay değil ya kardeşler,
Ölmek de değil;
Kolay değil bu dünyadan ayrılmak.”
Ölüm korkusu genlerimize yazılmış bir kod, zihnimize kazınmış istenmeyen bir olgudur. Ölümü karşılamak, ölüme razı olmak istediğimiz kadar ölüm ile ilgili bilgimiz olsun göğüslenecek bir kavram değil gibi. Daha önce belirttiğimiz gibi eğer bilinç ile ölüm aynı anda yaşanıyorsa bu ölüm kavramı kabullenecek türden bir olgu değildir. Ağır demans hastası, ya da bilincini kaybetmiş bir yoğun bakım hastasının ölüm karşısındaki tavrı ile öleceğini bilen, sabah ezanı ile asılacağını bilen bir mahkûmun ölümü göğüslemesi aynı derecede değildir.
Herşeye rağmen yaşamak ölüme nazaran güzel şey. Ne demiş Nâzım Hikmet;
“Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
Bir sincap gibi mesela,
Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
Yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
…
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
Ölmekten korktuğun hâlde ölüme inanmadığın için,
Yaşamak yanı ağır bastığından.”
Yaşamanın güzelliğini Melih Cevdet Anday ne de güzel dizelere dökmüş;
“Yaşamak güzel şey doğrusu
Üstelik hava da güzelse
Hele gücün kuvvetin yerindeyse
Elin ekmek tutmuşsa bir de
Hele tertemizse gönlün
Hele kar gibiyse alnın
Yani kendinden korkmuyorsan
Kimseden korkmuyorsan dünyada
Dostuna güveniyorsan
İyi günler bekliyorsan hele
İyi günlere inanıyorsan
Üstelik hava da güzelse
Yaşamak güzel şey
Çok güzel şey doğrusu.”
Yaşam bizlere bahşedilmiş en güzel bir şeydir. Bu bize verilmiş hayatı anlamlandırmak, güzelleştirmek bizim elimizde, Türk fotoğraf dünyasının duayenlerinden Ara Güler’in yaşamla ilgili şu sözü çok şey anlatıyor aslında, “Yaşam size verilmiş, boş bir film. Her karesini mükemmel bir biçimde doldurmaya çalışın.”Bizler hayatımızı bir ressamın boş tualini renklendirdiği, fotoğrafçının boş bir film makarasını en güzel an’larla doldurması gibi hayatımızı coşku, neşe, mutlu bir hâlde yaşamamız bizim elimizde, bu hayat bizim yazgımızda ne kadar süreceğini bilemiyoruz ve bu nedenle Neyzen Tevfik’in dediği gibi;
“Hayat
Çatlak bardaktaki suya benzer
İçsen de tükenir...
İçmesende...
Bu yüzden hayattan tat almaya bak
Çünkü yaşasanda bitecek
Yaşamasanda!”
Neyzen Tevfik’in Epikürist yaşam felsefesine kulak vermeli, çatlak bardaktaki su misali hayatımız, içmeden bırakırsak, bardaktaki su zayi olabiliyor. Ara Güler’in dediği gibi yaşam bize verilmiş boş bir film makarası, bu filmi, renkli, coşkulu huzur içerisinde bir yaşamın fotoğraflarıyla doldurmak da var, yanlış pozlama yani aşırı ya da yetersiz ışık, zamanlama, enstantane hatası, yanlış film seçimi, doğru olmayan bakış açısı, doğru yer zamanda olmama, karar anının yakalayamama vb. gibi yaşadığımız süreçdeki hayatın cilveleri misali makinenin ayarlarınıyanlış yaparak tüm filmin, soluk, silik, renksiz ya da koyu, kasvetli, karanlık,flu, net olmayan, titrek, keyifsiz, zevksiz ya da hatalı, bilinçsizce makineyi uygun olmayan şartlarda açarak hayatımız gibi tüm filmlerin yanmasına da sebep olabiliriz. Bu seçeneklerin tercihi hep bizim elimizde.,
Hayat bizim hayatımız, artık hangi düşünce sistemime inanıyorsak inanalım, hayatımızı nasıl anlamlandırıyorsak anlamlandıralım, bu bize bahşedilmiş yaşamı en güzel bir biçimde yaşamanın yollarını bulmalıyız.
‘Çünkü;
Yaşamak güzel şey
Çok güzel şey doğrusu.’
Yaşam ve ölüm olguları hakkında ister Antik Çağ dünürlerinin, ister çağdaş,günümüz filozoflarının değerlendirmeleri olsun, ister itikadımızın gereği olan düşüncelerimiz olsun. İbrahimî dinlerin Ahiret hayatı müjdesi olsun ya da varoluşçuların dediği gibi öyle bir hayat olmasın;
Eğer ki Ahiret Hayatı varsa öncelikle ahlaklı, namuslu, insan olmanın faziletlerine sahip, insancıl, çevresine duyarlı, ortak habitat da yaşadığımız diğer canlılara saygılı, inancımızı gönlümüzce idrak edeceğimiz bir yaşam sürmeli;
Eğer ki varoluşçular ya da diğer düşünürlerin ifade ettiği gibi yaşam bu yaşam, hepsi bu ötesi yok, diyorsak;
Öncelikle ahlaklı, namuslu, insan olmanın faziletlerine sahip, insancıl, çevresine duyarlı, ortak habitat da yaşadığımız diğer canlılara saygılı, inancımızı gönlümüzce idrak edeceğimiz bir yaşam sürmeli;
Evet iki görüş içinde yaşam tarzımız aynı, Ahiret varsa da yoksada erdemli yaşamak, pazarlık konusu yapmadan, karşılık beklemeden insanca yaşamak lazım, çünkü bu yaşam bizlere bahşedilmiş bir nimet. Onu hak ettiği yaşamalı ve kıymetini bilmeli, ama hep beraber.
Yorum
makalenin etkinliği hk.
Son dönemde kaleme alınan, ölüm teması ve mezarlıkların gizemli dünyasını mercek altına alan yazınız, yalnızca bir edebi eser olmanın ötesine geçerek, psikoloji, sanat, spor, siyaset ve askeri disiplin gibi farklı disiplinleri ustalıkla harmanlayan nadir bir yazı olmuş. Sokaktaki yaşamın nabzını tutan bu eser, hem derinlikli bir kaynakça sunuyor hem de okuyucuyu adeta bir edebiyat şölenine davet ediyor. Her bir satırda, yazarın kaleminin inceliği ve düşünce zenginliği hissediliyor; bu, sadece bir yazı değil, aynı zamanda bir düşünce yolculuğu. Yazarın, kalemine, vizyonuna ve emeğine sağlık! Böylesine etkileyici bir eseri bizlerle buluşturduğunuz için teşekkür eder, yeni yazılarını sabırsızlıkla bekleriz.
Sevgili Hakan ,senin gibi…
In reply to makalenin etkinliği hk. by hakan tekin (doğrulanmamış)
Sevgili Hakan ,senin gibi psikoloji ilmi yapmış bir hocamın bu değerli yorumu inanın motivasyonumu bir kat daha arttırdı. TEŞEKKÜRLER KARDEŞİM
yaşam ölüm yazisi
her ay buyuk merakla bekledigim yaziniz yine muhtesem ..kaleminize emeginize saglik ..ne cok sey ogrrndim yine .....
Yaşamak Güzel Şey -Şenol Zümrüt
Yine cevapkarla, sorularla ve tekrar cevaplarla dolu çok güzel bir yazı. Paylaşımınız için çok teşekkürler. Emeğinize, yüreğinize sağlık. Evdeki üç yaramaza sevgiler. Tavşanınız içinse üzgünüm. Lisedeki anınızı da adeta ordaymışım gibi okudum. Dediğiniz gibi, yaşamak güzel şey. Bir gün öleceğimizi bilsek de. Hatta belki de tam bu yüzden. Bir sonraki yazınızı merakla bekliyorum.
Yaşamak Güzel Şey -Şenol Zümrüt
Yine cevapkarla, sorularla ve tekrar cevaplarla dolu çok güzel bir yazı. Paylaşımınız için çok teşekkürler. Emeğinize, yüreğinize sağlık. Evdeki üç yaramaza sevgiler. Tavşanınız içinse üzgünüm. Lisedeki anınızı da adeta ordaymışım gibi okudum. Dediğiniz gibi, yaşamak güzel şey. Bir gün öleceğimizi bilsek de. Hatta belki de tam bu yüzden. Bir sonraki yazınızı merakla bekliyorum.
Teşekkür ederim Özlem hocam,…
In reply to Yaşamak Güzel Şey -Şenol Zümrüt by Özlem Peker (doğrulanmamış)
Teşekkür ederim Özlem hocam, sağolun
Ölüm
Değerli fostum Şenol bir il kütüphanesini inceleyerek çoğumuzun korktuğu ölümü bize tatlı tatlı okuttu. Tebrikler
Sevgili kardeşim Muzaffer…
In reply to Ölüm by Muzaffer Aydemir (doğrulanmamış)
Sevgili kardeşim Muzaffer hocam, teşekkür ederim,
Yeni yorum ekle